Gazetecilik ve parlamenterlik hayatımda hep dostça ilişki içinde olduk. Rizeli olmam hasebiyle de, gelinimiz sayılırdı. Kendisi de, bu denli yakınlığımıza özen gösterir ve karşılıklı olarak birbirimize saygıda kusur etmezdik.
Kendisi, AK Parti kuruculuğundan ayrılmış MHP’den milletvekili seçilmiş, Meclis Başkan Vekilliği görevine seçilmişti. Aynı çatı altında farklı partilerde olmamıza rağmen, dostluğumuza en ufak bir halel gelmedi.
Önceleri; 28 Şubat döneminde, İçişleri bakını iken, askerlerin hakaretine uğramış; kızlarımızın başörtüsüne karşı takındığı olumsuz tavrı da askerlerin dayatması olarak zannetmiş ve Meral Hanımefendi’yi kötü bilmemiştik.
Ta ki başörtüsü yasağını bilerek ve isteyerek kendisinin uygulamaya koyduğunu itiraf edinceye kadar.
O vakitler düşünceler hanesine bir mim koymuş lakin bugünkü kadar savrulabileceğini, CHP’nin yanında hizalanıp kinlerini din edinen ‘küsurat’ partileriyle birlikte, PKK’yı iktidara taşımak için çırpınacağını düşünemezdik.
Mahut masaya nasıl oturup kalktığını, onca küfür ve hakaretlerden sonra da tekrar o ‘kumar masasına’ nasıl oturtulduğunu cümle âlem biliyor.
Masaya, ‘kazanacak adayı göstermek için’ oturduğunu defaatle vurguladığı gibi, bu kişinin Kılıçdaroğlu olmadığını da sürekli ihsas etmişti.
Masada, kendi dışındaki ortakların, aralarında anlaşıp kendilerine kumpas kurulduğunu da ayrıca ifade etti.
Normalde, siyasi partiler birbirleriyle hizmet yarışında olmalıdırlar. Birinin yaptığını, diğerinin az görmesi, daha çoğunu ve daha iyilerini kendilerinin yapacağını vurgulamaları gerekir.
Bizde ise, CHP muhalefeti yüzünden tam tersi yapılıyor; kendileri en ufak bir hizmet üretmedikleri gibi, yapılan tüm hizmetleri görmezden gelip inkâr etmeleri yetmiyor, üstüne üstlük, bir de, yapanları suçluyorlar.
Bu durumun tipik örneklerini, Türkiye’nin ilk yerli elektrikli otomobili olan Togg’da, yerli ve milli tankta, İHA’larda, SİHA’larda, uçaklarda, füzelerde, akıllı mühimmatlarda, Karadeniz Sakarya Havzası’nda keşfedilen doğalgaz rezervlerinde, Marmaray’da, Avrasya’da, Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nde, İstanbul Havalimanı’nda vb. gördük ve görmeye devam ediyoruz.
Türkiye, siyasi iradenin tam desteğiyle, varını-yoğunu ortaya koyarak, ülkemizin en önemli kurum ve kuruluşlarından beş tanesi bir araya getirilerek yerli ve milli otomobil üretimine girişti.
Hummalı bir çalışmanın sonucunda, Türkiye’nin yüz akı olan elektrikli otomobil Togg’un, banttan indirilerek seri üretimine başlandı. Şimdi de siparişleri alındı. Mart-nisan itibarıyla, yollarımızda binlercesini göreceğimiz otomobil, görkemli bir açılışla tanıtıldı.
İlk yerli elektrikli otomobilin tanıtımını Sayın Erdoğan yaptı diye, muhalefet önce görmezden geldi; akabinde de inkâr cihetine giderek, ‘Tanıtımı yapılan otomobilin sadece bir adet olduğunu ve onun da İtalya’da üretilmiş olduğunu’ ileri sürdü.
Sipariş sağanağını görünce de, ‘Bunun hepsi, yüzde 100 yerli değil’ deyip ufunetlerini kustular. (Ali Babacan)
Dünya üzerinde veresiye yalan söyleyen ve yalanı ortaya çıkınca de yüzü kızarmayan ve de asla özür dilemeyen muhalefeti ancak bizde görürsünüz.
Hırsı, aklını öylesine örtmüş ki, dümen suyuna girdiği HDP’nin ‘bölücü’ seçim bildirgesi ile ortak hareket edeceklerini söyleyebiliyor.
Bu devlet, milli ve üniter yapı üzerine kuruldu. Kılıçdaroğlu, bir yandan kurucu irade olduklarını iddia ederken, diğer yandan da milli ve üniter yapıyı yıkmak isteyen HDP’nin değirmenine su taşıyor. Kurucu irade mensuplarını partiden attıktan sonra, meydan, tek başına ona kaldı ve tarihi CHP, artık onun için dikensiz gül bahçesi oldu.
Artık, arzu ettiği şekilde, partiyi ABD’nin (emperyalizmin) güdümüne sokabilir ve HDP ile birlikte asıl ortaklar olarak, (7’li masanın diğerleri, elleri mahkûm ‘teferruat’tan ibarettirler!) ülkeyi bölünmenin eşiğine getirmekte bir beis görmeyebilir!
Sevr şartlarını hortlatan ABD’nin bu talepleri ile HDP’nin seçim bildirgesinde yer alan hususlar birebir örtüşüyor. CHP, bu zehirli aşın ateşini körüklerken, başta İYİ Parti olmak üzere diğer küsurat partiler de bu aşa tuz-biber oluyor.
ABD, Türkiye’nin Suriye’den çekilmesini ve orada müstakil bir Kürt (terör) devleti kurdurmak istiyor. Aynı ABD, Türkiye’nin, teröristleri inlerinde vurmasını ve bu cümleden olarak, sınır dışında askeri harekât düzenlemesini istemiyor.
ABD, yıllar yılı korumasına aldığı ve bir şeyler karşılığında, şartlı olarak Türkiye’ye teslim ettiği terörist başının serbest bırakılmasını istiyor. HDP’nin kodesteki adamı da mahut kişinin heykelini dikeceklerini geveliyor.
Diğer bir HDP’li ise Cumhuriyet’i yıkacaklarını, buna karşı duranları da hadsizlikle suçlayabiliyor. ‘Özyönetim’, ‘özerklik’, ‘federasyon’, ‘bölgesel yönetimler’, ‘bölge meclisleri’ gibi yavelerle dile getirilen bölücü, ayrıştırıcı söylemleriyle HDP, demokrasi maskesi altında toprak istiyor; hâlâ anlamadınız mı?
Kılıçdaroğlu
Bu makaleyi 1999 Marmara depremini Sakarya’da yaşamış eski bir depremzede olarak kaleme alıyorum.
Gölcük merkezli depremin şiddeti 7.4 olmuştu; Sakarya, Kocaeli, Yalova, Düzce ve kısmen İstanbul etkilenmişti.
Adapazarı (Sakarya’nın merkez ilçesi), konum olarak altı sıvılaşmış bir zemin üzerinde kurulmuştu. Şehirdeki birçok bina, depreme dayanıklı olarak yapılmamıştı. Binalar sağlam yapılsa bile, zemin balçık olduğundan, bu tip binaların yekpare olarak yana devrildiğine şahit olmuştuk.
Binaların üstü kadar zeminlerinin de, en az bir o kadar önemli olduğunu bilsek bile gereğini yapmıyorduk.
Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı, kadim dostum merhum Aziz Duran’dı. Aziz Bey, konu ile ilgili birçok biliminsanını davet etti, onları dinledi ve konferanslar verdirdi.
Sonunda radikal bir karar alarak, şehrin dağların eteklerine taşınmasına önayak oldu. Eski şehrin merkezindeki TZDK arazini (şehirde rantı en yüksek olan yer) yeşil alan olarak tahsis etti.
Aynı yer, bugün ‘Aziz Duran Parkı’ olarak, halkın hizmetindedir. Merhumun bu denli duyarlılığı, yeni başkan Ekrem Yüce tarafından unutulmadı ve bir kadirşinaslık olarak ismi o parka verildi.
Adapazarı’nın merkezindeki eski yapılar, üstelik deprem geçirmiş, metal yorgunu binalar ya kentsel dönüşüme tabi tutulmalı ya da güçlendirilmelidir.
Beyefendinin belediye başkanı olduğu zamanda, Sivas’taki Madımak Oteli’nde 35 kişi yakılarak öldürülmüştü.
Ölenler sol kesimdendi, Beyefendi ise, sağın temsilcisi olarak başkanlık makamındaydı.
Bu yüzden; şimdi aralarında bulunmaktan büyük haz duyduğu solcuların hedefi olmuş ve adeta tu-kaka edilmişti. Ve hatta mahut kesim tarafından ‘katil’ diye yaftalanmıştı.
Aradan 30 yıl geçti; artık ne değiştiyse ‘katil’ ilan edilen bu adam, aynı çevreler tarafından ‘bilge insan’ diye anılır oldu! Malum solun gözünde tüm sağdakiler limon hüviyetindedir; sıkıp suyunu çıkarırlar, sonra da posasını kaldırıp atarlar.
Ama Karamollaoğlu’nun sağda olup olmadığını, daha açık ifadesiyle siyasi yelpazenin neresinde durduğunu belli ki kendisi de bilmiyor!
Yüzde 50 artı 1’in özelliği sebebiyle kıymete binen ‘küsurat’ partisiyle kendini nimetten saydı ve bunu, solun hizmetine sunmak için gecesini gündüzüne kattı.
Terör örgütünün uzantısı partiyle iş tutan CHP liderini cumhurbaşkanı yapmak için âdeta çırpınıyor.
Halbuki
Kimsenin isminin önündeki titrler, unvanlar (Prof., Dr., gazeteci, yüksek mühendis, general, avukat, vb.) sizi yanıltmasın. Zira son iki asırdır, bu ülkede cehalet ve katmerli cehalet, tahsille elde ediliyor!
Birlik olup hak ve hakikatten, doğruluktan şaşmamamız gerekirken; binbir parçaya bölünüp doğruları tümüyle kendi hanemize yazmayı, yalan ve yanlışları tümüyle muhataplarımıza mal etmeyi maharet biliyoruz.
Her fırkadaki (parti, hizip, klik, cemaat, vb.) insanlar, kendilerini ölçü (terazi) görüyor ve karşıtları herkesi kendi terazisinde tartıp değerlendiriyor.
Dolayısıyla; değerlendirme yapanların her biri, sütten çıkmış ak kaşık, değerlendirilenler ise tümüyle tu-kaka!
Böylesine sefil bir idraksizliğin olduğu ortamda; hak ve hakikat namına hiçbir hayırlı oluşa yer yoktur.
Adı, sanı ne olursa olsun, kimileri yalan söylemeyi ve iftira atmayı, haksız yere işgal ettiği görevinin gereği biliyor ve utanmadan kara çalmaya devam ediyor.
Bu durumun tipik örneği, Sayın Erdoğan’ın üniversite diplomasıdır. Sandıkta yenemedikleri Erdoğan’ı, bu çeşit alçakça iftiralarla itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.
Bu zavallıların kimler olduğuna baktığınızda,
Malum, masanın banisi yani kurucusu, ABD Başkanı Biden; Erdoğan’a karşı olan muhalefeti nasıl dizayn edeceklerini, daha başkan seçilmeden önce dillendirmişti. ABD Başkanı’nın emrine amade partiler, sadakat derecesine göre sıralandığında; birinci sırada, Kandil’in uzantısı HDP, ikinci sırada da kasetle gelen Kemal Kılıçdaroğlu’nun dönüştürdüğü CHP gelmektedir.
Bu durumda, İYİ Parti Araf’ta kalmaktadır. Muhataplarının, partilerine kurduğu kumpası ve dayatmayı görünce, gerekeni yaptı ve masadan kalktı. Kalkınca, masadaki değerini, tüm çıplaklığıyla gördü.
Kalkıştan sonra geçen 48 saat içerisinde yemediği küfür ve hakaret kalmadı.
Sonra, emir ne kadar yüksekten geldiyse, hiçbir şey olmamış gibi, tıpış tıpış masaya geri dönüldü.
‘Onursuzca’ bu dönüş, tüm milliyetçileri kahretti.
Türkiye’deki tüm bu dizaynlar, başta ABD olmak üzere Batılı müttefiklerimizin, ülkemizi bölmek ve güney sınırımızda bir Kürt devletini kurmaları içindir. Bunu görmemek için ya hamakat kumkuması ya da hain olmak gerekir.
HDP, yüzde 50 artı 1’in şartı gereği; kendini bulunmaz Hint kumaşı addederek pusuda bekledi.
Beklediği gibi de oldu;
Âlemlerin Rabbi olan Allahü Teâlâ bu ayı inanan kullarına tahsis etti ve bu mübarek ayda bağışlanacaklarının muştusunu verdi.
Ramazan yanmak demektir; bu ayda günahlar yanar, yok olur; müminler arınır, tertemiz olurlar.
İnsanı günaha sokan nefsinin gayri meşru arzularıdır –ki o arzular sınırsız ve doyumsuzdur- Ramazan’da nefislere gem vurulur ve dizginlenirler.
Oruç (savm) tutmak ve yükselmek demektir. Allahü Teâlâ orucu, diğer ibadetler arasında benzeri olmamakla yükseltmiş ve onu misilsiz addetmiştir.
Malum, ameller niyetlere göredir; kul, neden oruç tuttuğunun bilincinde (Allah için, ‘o’nun emrine uymak için) olmalı, orucunda ve oruçlu iken tüm hal ve hareketlerinde, bu niyetini muhafaza etmelidir.
İbn Arabi Hazretleri orucu, organlarla sınırlı olan nefsin orucu ve kalbin orucu olarak iki şekilde mütalaa eder.
Nefsin orucu, organları sınırları belirtilen işlerden alıkoymak ve sonrasında da, arınıp yükselmektir.
Kalbin orucu ise, kalbi Allah sevgisiyle doldurmak, kalbe Allah’tan başkasını getirmemek ve kalbi ‘o’nun yâdıyla (zikriyle) itminana (huzura) kavuşturmaktır.