Tükürün onlara alkış tutan kahpelere!
Tükürün Ehl-i Salib’in o hayasız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denilen maskara mahluku görün.
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün!’ M. Akif
Batı medeniyeti denilen maskara mahlukun katliamlarını, akla hayale gelmedik işkencelerini ve envayi çeşit soykırım uygulamalarını, vaktiyle kendi aralarında, son yüz yılda ise özellikle İslam ülkelerine karşı dehşetle izledik ve izlemeye devam ediyoruz.
‘Demir Leydi’ unvanlı İngiliz Başbakanı Margaret Thatcher, “Bizim uygarlığımızın üzeri çok ince bir sırla kaplıdır; asla çizilmeye veya dökülmeye gelmez. Aksi halde altından tüm iğrençliğiyle vahşet, katliam ve soykırım görüntüleri çıkar!” demişti.
Batı’nın bu iğrenç yüzü dün olduğu gibi bugün de aynıdır ve tüm melanetini dünyanın muhtelif yerlerinde, herkesin gözleri önünde kusmaktadır.
İnsan, inandığı şeyi yaşamalı, aksi halde ya inancında zaafı vardır ya da inancında samimi değildir.
Ülkemizde üst üste depremler oluyor ve hepsi de büyük yıkımlara ve çok sayıda ölümlere sebep oluyor.
Japonya da tıpkı Türkiye gibi bir deprem ülkesidir. Ama gelin görün ki onlar, depremlere karşı gerekli önlemleri almışlar. Deprem konusunu anaokullarından başlayarak eğitim sistemlerindeki müfredata ders olarak koymuşlar.
Deprem dersini hem teori olarak hem de uygulamalı olarak nesillerine öğretiyorlar.
Sonuç itibarıyla, Japonya’da şiddetli deprem olmasına rağmen ne binaları yıkılıyor ne de insanları ölüyor.
Bir deprem esnasında okullardaki Japon çocuklarının nasıl disiplinli ve düzenli hareket ettiklerini takdirle ve ibretle izliyoruz. Bizde ise, böyle bir ders okutulmadığı gibi göstermelik olarak bir iki tatbikat yapılıp geçiliyor.
Ve bir deprem vukuunda elimiz ayağımıza dolaşıyor; kimse nasıl hareket edeceğini bilemiyor, paniğe kapılıp yüksekliğine bakmadan binalardan aşağıya atlıyoruz.
Deprem konusunda birbirimizi suçlamanın bir manası yoktur, zira hepimiz suçluyuz.
Yani, barut yoksa, savaş zaten baştan kaybedilmiş demektir.
Beşerî münasebetlerde de bir kişide yalan ve hatta iftira atmak varsa, o kişinin başka özelliklerini araştırmaya gerek yoktur. Zira yalan ve iftiranın olduğu yerde, iyilik, güzellik ve hayır adına hiçbir şeyden bahsetmenin imkân ve ihtimali yoktur.
Yalan varsa, çekiver kuyruğunu gitsin!
Bu hasletin (özellik) en çirkininin sergilendiği yer ise, herkesin zannettiği gibi, şahsi menfaatlerin söz konusu olduğu ticarette (alış-veriş) değil, baş olma (ego) sevdasının daniskasının yaşandığı ve on parmakta on karayla birbirlerinin karalandığı, bin bir entrikanın döndüğü siyaset arenasıdır. (Elbette ki vatanı ve milleti için siyaset yapanları tenzih ederek, bu yazılanların dışında tutuyoruz.)
Siyaset bezirganı, ‘yalandan kim ölmüş ki’ ve ‘çamur at, tutmazsa da izi kalır’ deyişlerini ilke (prensip) edinir ve bu denli yalan ve iftiralar üzerine kendi iğrenç dünyasını kurar ve bir ömür boyu bataklıkta debelenir durur.
Her malın müşterisi olduğu gibi, siyaset bezirganın da taraftarları vardır; tencere yuvarlanır kapağını bulur!
Yaşından başından utanmadan, bir CHP’liyi cumhurbaşkanı seçtirmek için yırtınan ve üstelik bunu bir Kandil günü ilan eden Karamollaoğlu belli ki tüm siyasetini Erdoğan düşmanlığı ve ona olan kini üzerine kurmuş. Kendisini haklı göstermek için de Erdoğan’ı Millî Görüş gömleğini çıkarmakla suçluyor.
Millî Görüş’ün prensiplerini bilmiyormuşuz, biz de yeni öğrendik! Millî Görüş’ün hedefi, meğer, (
Zira mazlum yapayalnız olsa da onun ahı ‘Arş’ı titretir. Evreni kudret elinde bulunduran Allahü teâlâ ‘Muntakim’dir ve kimsenin yaptığını yanında bırakmaz.
Bizlerin bilmediğimiz veya bilip de görmek istemediğimiz sebeplerden ötürü, Allah imhal eder (mühlet verir, sonraya bırakılmasına müsaade eder, erteler) lakin asla ihmal etmez.
Şairin dediği gibi; ‘Cani dipdiri gezse de... Masumlar (bebekler dahil) ölse de... Suçluların yerine başkaları mahkûm olsa da... Er ya da geç ilahi adalet gerçekleşir ve hak yerini bulur’. Bu cümleden olarak; boynuzsuz koyun kendisini vuran boynuzlu koyundan hakkını alacaktır; bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Nitekim ilahi buyrukta: ‘Zerre miktarı (çok az) iyilik yapan da zerre miktarı şer işleyen de onun karşılığını görür’.
İsrail’in sergilemekte olduğu bu vahşeti, bütün emperyalist ülkeler, tarihleri boyunca envai çeşidiyle sergilediler ve sergilemeye devam etmektedirler.
Zalimler güruhu zamana ve zemine göre vahşetlerine ayar vermektedirler. Kâh sessiz ve derinden (yılanın kurbağanın kanını emmesi gibi) kâh aleni ve vahşice (Gazze’deki gibi) katliamlarını sürdürmektedirler.
Zalimlerin ortak yönü, Müslümanları veya kendilerinden olmayanları insan olarak görmemeleridir. Zira Müslümanların itlaf edilmesi gereken hayvan olduklarını en yetkili ağızları pervasızca söyleyebiliyor.
Yeryüzünü ifsat edecek, bozgunculuk çıkaracak, masum kanı dökecek ve gasp ettiği malları semirecek insanoğlunun düştüğü derekeyi (alçak-aşağı aşama) görüyor musunuz?
Sebebi ise gayet açıktır; depremlere dayanıklı binalar yapmışlar ve yaptıkları binaları bizdeki gibi çürük zeminlere, alüvyonlu arazilere ve dere yataklarına yapmıyorlar.
Yani depremlere hazırlıklılar ve üstelik bununla da yetinmeyip deprem sonrasında olabilecekleri de düşünerek gerekli planları yapıp önlem almaktalar.
Diğer bir deyişle Japonlar depremi hayatın bir gerçeği olarak kabul etmişler; küçük yaştan itibaren okullarında bunun eğitimini (nazari ve tatbiki) verip halkı bilinçlendirmektedirler.
Bundan dolayıdır ki, Japonya’daki depremlere karşın halkın verdiği tepkileri televizyonlarda izlerken hayretler içinde kalıyoruz. Büyük bir disiplin ve sükûnet içinde, kargaşaya ve izdihama meydan vermeden ya oldukları yerde güvenli bir yere sığınıyor ya da bulundukları binaları, sukünetle terk ediyorlar.
Anaokulu çocukları bile biri diğerinin önüne geçmeden, öğretmenlerinin nezaretinde, en ufak bir paniğe kapılmadan hareket ediyor ve bulundukları yerden çıkıyorlar.
Japonlar, depremden sonra oluşacak tsunamilerin bile önlemini almış ve gerekli yükseklikteki perde betonlarla sahilleri çevrelemiş bulunmaktadırlar.
Sonuç itibariyle; Japonlar depremle yaşamayı öğrenmiş ve en şiddetli depremlerden bile en az hasarla (ölüm ve yaralanma) kurtulmayı başarmışlardır. Nokta.
Japonlar bütün bunları aklın ve bilimin ışığında gerçekleştirdiler.
Zira hukukun üstünlüğü yerine üstünlerin (güçlüler) hukuku caridir. Bu da yine halkın ifadesiyle altta kalanın canı çıksın demektir.
Böyle bir dünyada hangi nizamdan, hangi insan hakkından ve hangi adaletten bahsedilebilir?
Evvelemirde emperyalistlerin niyetleri bozuktur, onların aleme nizam vermek diye bir dertleri yoktur ve olamaz. Onların tek amacı vardır; o da kan emerek sömürmek olup, onun icabına bakmak ve onun zeminini hazırlamaktır.
Bu aşağılık ve iğrenç anlayışın icabı ise ‘böl-yönet’ taktiğidir. Yani kontrollü kaostur.
Dikkat edin; geçen asrın başlarında bizim coğrafyamızı paramparça ettiklerinde bir şeye özellikle özen gösterdiler. İrili-ufaklı parçalara böldükleri devletçiklerin sınırlarını belirlerken adeta cetvel kullandılar. Her bir çizginin yanı başında bir veya birkaç çıban başı bıraktılar.
Zamanı geldikçe bu çıbanları patlatır ve gerekli tedaviye (!) yine kendileri koyulurlar!
Emperyalistlerin tedavi metotları ise bu ülkelerde erken kalkanın ihtilal yapması, bizim gibi ülkelerde de her on yılda bir askeri darbeyle yönetimin hizaya sokulması şeklinde olmuştur.
Türk’ün sahneden çekilmesinden sonra meydanın kendilerine kaldığını gören emperyalistler, sınırlarını cetvelle çizdikleri ve yönetimlerini kendilerinin kurguladığı ülkelerle kedinin fareyle oynaması gibi oynadılar ve oynamaya devam ediyorlar.
Ankara’nın uzun yıllar Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı yapan ve görevi esnasında Ankara’yı Ankara yapan Sayın Melih Gökçek’in hizmetleri ve eserleri inkâr edilemez.
Gökçek’ten önceki ve sonraki Ankara’yı bilen birisi olarak söylüyorum ki, Melih Gökçek’ten önceki Ankara kelimenin tam anlamıyla gecekondular şehriydi. Evlere şenlik, köhne bir havalimanı (Esenboğa) vardı.
Türkiye’ye resmi ziyarette bulunan yabancı devlet başkan veya üst düzey yetkilileri, etrafı tavuk çiftlikleriyle çevrili bu virane havalimanında uçaklarından iner; kesif bir tavuk pisliği kokusu eşliğinde kendilerini karşılayanların araçlarına biner ve şehrin merkezine doğru hareket ederlerdi.
Havalimanından şehrin merkezine yapılacak seyahat bir saate yakın sürerdi. Gidilen tek şeritli yolun her iki tarafı (dağ-taş) gecekondularla doluydu.
Görülen bu manzara karşısında, gelen yabancıların ülkemiz hakkındaki ilk intibaları Türkiye’yi, Afrika’daki bir kabile devletiyle eşit düzeyde görmeleriydi.
Başkent dediğimiz Ankara şehri, Çankaya-Ulus istikametindeki bölgede, yolun iki tarafına dizili orta halli binalardan ibaretti. Hemen arkalarındaki sokaklardan başlayarak; Ankara’nın hangi yönüne giderseniz gidin göreceğiniz tek şey yıkık dökük binlerce, on binlerce gecekondudan başkası değildi.
Yine Çankaya-Ulus- Sıhhıye istikametinde serpiştirilmiş kamu binaları (TBMM, Bakanlıklar, Üniversiteler, Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Komutanlıkları binaları) Ankara’yı başkent yapmaya yeter zannediliyordu.
Pişman olan ve yıllar boyu gözyaşı döküp tövbesi kabul edilen Hz. Âdem Aleyhisselam neden sonra (bir rivayet 300 yıl) eşi Havva annemizle Arafat’ta buluştu. Ve insanlık o mukaddes vadide çoğalmaya başladı.
İlk insanın maya tuttuğu bu kutsal vadide başlayan insanlık tarihi günümüze kadar geldi.
Zamanla çoğalan insanoğlu dünyanın dört bir yanına yayıldı ve ilk nüveyi (çekirdek-öz) teşkil eden Ortadoğu hemen her bakımdan önemini korudu.
Kutsal kitaplara ve özellikle Kuran’ı Kerim’deki kıssalara dikkat edilirse, ibretlik hikâyelerin hep Ortadoğu coğrafyasından verildiği görülür. Halbuki yine Kuran’ı Kerim’in ifadesiyle ‘Her ümmete (millet) peygamber gönderilmiştir’.
Yani dünyanın her yanındaki insan topluluklarına peygamberler gönderilmiş ve onlar da ilahi mesajla mükellef kılınmıştır.
Yine Kuran’ı Kerim’den öğrendiğimize göre; ‘İnsan muhtaç yaratılmıştır’. Ve ‘Zenginlik insanı azdırır’. Evet zenginleşip dünyanın heva ve hevesine kapılan ve Allah’ı ve O’nun mesajını unutan insan sapıtır ve hatta sapkınlaşır, azgınlaşır. Tarih boyunca olageldiği üzere...
Bu durumun tipik örnekleri Ortadoğu coğrafyasında meydana geldiğinden Cenabıhak da örnek kıssaları bu bölgeye gönderdiği peygamberlerin ve onların ümmetlerinin hallerinden vermektedir.
İnsanoğlunun yaratılışındaki iyilik ve kötülük gelgitlerini ziyadesiyle yansıtan topluluklardan biri de Yahudi kavmidir. Allahütealâ kendilerini tarih boyunca birkaç kez yüceltti, lakin onlar bunun kıymetini bilmedi ve sonuçta da aşağıların aşağısına indirdi.