Dağın uzantısı DEM ile yapılan ve süslü cümleler ardına saklanıp adına ‘kent uzlaşısı’ dedikleri işbirliği tek kelime ile ittifaktır. Önceki genel başkan olan Kılıçdaroğlu da aynı aymazlıkla bu ittifakı yapmıştı. Yeni eşgenel başkanlar da (Özel ve İmamoğlu) aynı yolun yolcusu olarak bölücü ve yıkıcılarla ortak hareket ediyorlar.
Belli ki çok uzun süre muhalefette kalmanın ezikliği, taşkınlığı ve hırçınlığı zaman zaman CHP’li yöneticileri rotadan çıkartıyor. Mahut zihniyet 90’lı yıllarda da aynı aymazlıkla bölücü partiyi TBMM’ye taşımıştı.
Aynı oyun bu kez yerel yönetimlerde tezgâhlanıyor, bundan dolayıdır ki İstanbul ili merkez üs olarak seçilmiş durumdadır. Bu cümleden olarak, aynı ipte iki cambaz oynatılmakta; bir yandan İBB’nin başına İmamoğlu seçilerek kendisine cumhurbaşkanlığı yolu açılacak, diğer taraftan da DEM’lilere İBB Meclisi’nde gurup kurdurulup melanetlerini dünyaya oradan duyurmaya çalışacaklar.
Bazı safdiller, ‘Ne münasebet! DEM Parti İstanbul Büyükşehir’de aday çıkardı. CHP ile de ittifak yapmayacaklarını açıkladı. Parti yetkililerine mi inanacağız, yoksa kurduğumuz hayallerin peşinde mi koşacağız?’ diyerek ortadaki gizli ittifakı görmezden gelip milletten saklamak istemektedirler.
Hayır! Ne CHP’li yöneticilere ne de DEM Partili yöneticilere inanacağız; işin doğrusunu dağdaki terörist başları söylüyor ve oyun onların kurguladıkları şekilde sürdürülüyor.
Dağ kadrosu, Demirtaş’ın adaylığını engellediği gibi, İstanbul’un 22 ilçesinde aday çıkarmayarak İmamoğlu’na doğrudan destek verdi. Bunu görmemek için siyasi körlükten öte fiziki olarak da âmâ olmak gerektir.
Bu durumu İmamoğlu bile saklamıyor, ama kimi safdil yorumcular TV ekranlarında ve gazetelerdeki köşe yazılarında mahut kirli ittifakı örtbas etmek ve milletin gözünden saklamak için adeta yırtınıyorlar.
Bu da demektir ki bu kirli ittifakta onlara da böylesine gizli bir görev verilmiş ve onlar da bu ittifaka ‘ortak’ edilmiş!
Malum, İstanbul’umuz son beş yıldır ‘fetret devri’ni yaşadı. Her bir saniyesi hizmete susamış bu dünya incisi kentin mahalli yöneticisi olan Ekrem İmamoğlu, şehrin her yanına astığı ilanlarda ‘İsrafı bitirdik hizmeti getirdik’ yazmaktan utanmıyor.
Çıktığı televizyon programında, sunucu kendisine, hizmet adına verdiği sözleri, vaatleri neden tutmadığını ve yerine getirmediğini sorunca, evet diyemediği, hayır da demediği için ‘Hatırlamıyorum’ demekten başka çare bulamadı.
Aynı şekilde yandaşlarının milyonlarca liralık para sayma görüntüleri televizyon ekranlarında yayınlanınca; durumu ihbar kabul eden İstanbul Başsavcılığı soruşturma açıp ilgilileri ifadeye çağırınca, onlar da aynı kelimenin ardına sığınarak ‘Hatırlamıyorum’ demektedirler.
İmamoğlu’nun ve yandaşlarının ağızlarından, bilerek veya bilmeyerek (!) öyle bir sözcük çıktı ki, bu sözcük onların gerçek yüzlerini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkardı.
Beş yıllık belediye başkanlığı süresince İmamoğlu’nun yegâne hatırlamadığı şey nedir biliyor musunuz? İstanbul ve İstanbul’a gerekli hizmetler.
Zira 2019 mahalli seçimleri öncesi, İstanbullulara onlarca vaatte bulunup, bunların tümünü unuttu ve hatırlayamadığı için de hiçbirisini yerine getirmedi ve böylece İstanbul’u ve İstanbulluyu çile ve işkenceyle yüz yüze bıraktı.
İstanbul’un kentsel dönüşümünü halledeceğim dedi, unuttu.
İstanbul’un trafik sorununu halledeceğiz dedi, unuttu ve keşmekeş haline getirdi.
Kâğıt üstünde, sözde bağımsız ülkeler, en hayati kararlarını bile kendileri alamazlar. Bu ülkeler adeta ‘uydu’ konumundadır.
Biz, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bağımsızlığımızı kazandık lakin bu durumu kuvveden fiile çıkarmanın olmazsa olmazı güçlü olmaktır. Bu cümleden olarak, özellikle son yirmi yılda, savunmamızı başka ülkelere muhtaç olmadan yapabilmek için yoğun gayretlerin içine girdik.
Daha öncesinde ise, özellikle NATO’ya girişimizle birlikte savunmamızı başkalarına (ABD’ye) havale ederek, yan gelip yattık! Yan gelip yattık ifadesini bilerek kullanıyoruz, artık yattık mı yatırıldık mı, uyuduk mu uyutulduk mu bunun kararını siz verin.
NATO’ya girişimizden önce geçen otuz sene içinde iki büyük dünya savaşı yaşınmış, bunlardan birincisinde imparatorluğumuz tarumar edilerek elimizden alınmış ve biz Türkler, Haymana Ovası’na sıkıştırılmıştık. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda yapılan Lozan Antlaşmasıyla, bugünkü sınırlara yakın bir toprağı yeniden vatan edindik.
Bunu takiben 20 sene sonra ikinci büyük savaş başlamış, biz Türkiye olarak bu savaşı teğet geçtik. Bu teğet geçişi maalesef iyi değerlendiremedik. Üstelik ta Osmanlının gününden beri tevarüs ettiğimiz savunma sanayi hamlelerimizi, bu dönemde (İnönü dönemi) akamete uğrattık.
Kendi fabrikalarımızda ürettiğimiz uçakları toprağa gömerek üzerlerini betonla kapattık. Yerli ve milli olan silah ve mühimmat fabrikalarımızı da aynı akıbete uğrattık.
Savunmasız bir şekilde, ellerimiz böğrümüzde ve hepsinden önemlisi şartlı olarak NATO’ya alındık. Kore’ye savaşmak üzere bir Tugay asker gönderdik ve savunmamızı temin için de ABD’nin demode, hurda savaş ürünlerini (araç, gereç, silah, mühimmat vb.) ithal ettik. (sözde hibe!).
Savunmamızı NATO yapacaktı bu yüzden bizim herhangi bir savaş araç ve gereci, silah ve mühimmatı üretmemize gerek yoktu! Ne biz yapmaya niyetlendik, ne de niyetlenseydik bile onların böyle bir şeye müsaadeleri mümkün olabilirdi.
Zira ne renkte olduğunu kendisi bile bilmiyor. Su gibi girdiği kabın şeklini alıyor ve her kalıpta kendine yer buluyor, bulabiliyor.
Bukalemun kelimesi kendisi için biçilmiş kaftandır.
Erbakan vaktiyle siyasi partileri konumlandırırken, renkleri belli olmayan, her telden çalan ve hepsinden önemlisi sağ gösterip sol vuran Adalet Partililer (Demirel ekolü) için ‘Renksiz’ ifadesini kullanırdı. Onun bu tarifi İmamoğlu’na ‘cuk’ oturuyor.
ANAP’tan geldi, AK Parti’ye göz kırptı, İYİ Parti’yle flört etti, CHP’de karar kıldı; o da şimdilik. Zira yarın ne olacağını Allah bilir!
Sahip olduğu renksizliğinin yanında iki tane daha çok büyük mahareti var ki bu hususlarda onun eline kimse su dökemez.
Bunlardan birincisi sinsiliği, yani saman altından su yürütmesi. İkincisi de şapkadan tavşan çıkarırcasına olmayan şeyleri olmuş göstermesi, yalan üzerine inşa ettiği propagandalarla algı oluşturmasıdır.
Sinsi olmasa asırlık CHP’yi 3-5 sene içinde ele geçirebilir miydi?
İmamoğlu
Seçimlerde de yüzde 48.5 oy alarak, muhalefet oyları adına rekor kırmıştı. CHP’nin oyunu yüzde 25 düşünürsek, buna yüzde 23.5 yani neredeyse kendi partisinin oyları kadar oy katabilmişti.
Kim ne derse desin, bu durum CHP ve Kılıçdaroğlu adına büyük bir başarıydı.
Kılıçdaroğlu, umulmadık bu başarıyı nasıl elde etti biliyor musunuz? Birincisi, yanına almayı düşündüğü siyasi partilerin ortak zaaflarını çok iyi okudu, değerlendirdi ve onları adeta bir gergef gibi dokudu. Diğer bir deyişle hepsini, kendi şahsi ikbali için kullandı.
Malum kale içinden fetholunur; Sayın Erdoğan’ı ve lideri olduğu AK Parti’yi çökertmenin yegâne yolu da onun içindeki ayrık otlarına sahip çıkmak, onlardaki Erdoğan düşmanlığı üzerinden yeni bir dünya kurmaktı. Erdoğan’a karşı kin, nefret, ihanet ve düşmanlık dünyası.
Bu sinsi plan için, Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan biçilmiş kaftandı. Kinim dinimdir diyen bu zevat, mahut plana dünden teşneydi.
Gözünü hırs bürüyen Kılıçdaroğlu, CHP’nin aleyhinde olacak şekilde, bol keseden milletvekilliklerini dağıttı (39 milletvekilliği).
Yüzde 2.5 oya sahip Zafer Partisi’ne ise el altından ülkeyi teslim etti.
Öküz ölüp (Seçimler kaybedilip) ortaklık bitince, tüm sözde paydaşlar çil yavrusu gibi dağıldılar.
En güçlü silahın bilgi olduğunu bilelim; unutmayalım ki, biliyorsanız üstünsünüz, elbette ki doğru bilgiyi biliyorsanız.
Benliğimizden uzaklaşıp, yabancı kültürlerin tutsağı olduk. Bunun sonucunda da sahip olduğumuz tipik özellik had bilmezlik oldu.
Birçok kişi, isimlerinin önünde Prof. unvanı olmasına rağmen, uzmanı olmadıkları sahalarda ahkam kesiyor, kesebiliyor. Üstelik yanlış bildiklerini, akademik unvanın arkasına sığınarak, doğru diye dayatıyorlar.
Tek kelime ile küstahlaşıyorlar.
Birisi çıkmış, işin doğrusunu söylüyor; Suriye devlet başkanının adının Esad değil, Esed olduğunu söylüyor. (Esad, sad harfiyle mesut, mutlu demek; Esed ise, sin harfiyle aslan demek)
Kendisini Engizisyon yargıcı zanneden Prof. müsveddesi ise, ısrarla Esad diyor ve karşısındakine, dünya düzdür, yuvarlak değil dedirtiyor. Ve ekliyor, ‘Burası Türkiye, burada böyle demek zorundasınız’ diyor, diyebiliyor. ‘Burası Türkiye, biz Türkler Esed’e Esad diyoruz’ dese, diyebilse ama nerede...
Bir diğeri, sözde fen bilimci ama görseniz, din ve tarih konularında allame; Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın tarihte yaşamadıklarını ileri sürüyor.
Bu kafa, tevatür ve mütevatire de yanlış mana veriyor ve yaygınlaşmış yanlış haber diyor. Sadece bu kısmını alıyorlar, peki, yaygınlaşmış doğru habere ne diyeceğiz? Mesela bugünün çarşamba olduğu, yalan üzerine ittifakı mümkün olmayan, milyonlarca sayıda kişinin aktara geldiği doğru bilgiye ‘yaygınlaşmış yanlış bilgi’ mi (haber) diyeceğiz?
Bu nimetlerin başında akıl ve nübüvvet (Peygamberlik) gelmektedir.
Malum akıl sınırlıdır; özellikle Allah’a ve ahirete ait bilgileri bilmekten ve Allah’a yaklaştıran ibadetlerin niceliklerini ve niteliklerini bilmekten acizdir. Zira akıl, bu çeşit bilgileri ancak kendisine bildirilmekle bilir, bilebilir.
İşte Allahü teala insanların arasından en seçkinleri (Peygamberler) vasıtasıyla tüm bu bilgilerle beraber, onların dünya ve ahiret saadetlerini tanzim ve temin eden dinleri (ilahi kanunlar manzumesi) göndermiştir.
Dikkat edilirse alemde her şey bir sebeple yaratılmıştır; şu hâlde, en mükemmel varlık olan insanın başıboş, sebepsiz yaratıldığı düşünülebilir mi?
İnsanın yaratılma sebebi, Yaradan’ını bilip, O’na ibadet etmek içindir. İbn Arabi’nin ifadesiyle insan, hamdetmek için yaratılmıştır. Olgun insan, kendisine sunulan bunca nimetlerin karşısında, hamdedebilmenin acziyeti içinde olduğunu bilir. Nitekim İmam-ı Rabbani Hazretleri, ‘İnsanın yaratılmasından maksat, Allahü Tealaya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak ve yalvarmak içindir’ buyurur.
Cenab-ı Hak, insana ibadetleri emretmekle onu şereflendirmiş, müşerref olan insan da gerçek hüviyetine (benliğine) kavuşmuştur.
Oruç ibareti için Rabbimiz; ‘Orucun dışındaki bütün amelleri kuluma aittir. Oruç ise bana aittir ve onun ödülünü ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Aranızda birisi oruçlu olduğunda, kavga yapmasın ve kızmasın. Birisi kendisine sataşırsa veya kavgaya tutuşursa ‘Ben oruçlu bir insanım’ desin...’ buyurmaktadır.
Ramazan ayının bir kutsiyeti de Kur’an-ı kerimin, bu ayın en üstün gecesi olan Kadir Gecesi’nde indirilmiş olmasıdır.
Sizin bu iddialarınız karşısında iktidar mensuplarının sokağa çıkamaması ve kimselerin yüzlerine bakamaması lazım.
Halbuki tam tersi oluyor; AK Parti 22 senedir tek başına iktidarda bulunuyor ve ilk günkü heyecanından bir şey kaybetmiş değil. Yine meydanlara on binleri topluyor, yeniden umut vaadediyor ve hepsinden önemlisi milletin kahir ekseriyeti Sayın Erdoğan’a inanıyor ve güveniyor.
Eksiklik ve hatta yanlışlık varsa da bunları giderebilecek ve toplumsal refahı, yeniden sağlayabilecek kişi ve ekibi olarak yine Sayın Erdoğan’dan ve AK Parti’den başkasını görmüyorlar.
Görmüyorlar ki muhalefet ne derse desin, hangi iddiada bulunursa bulunsun, millet, Sayın Erdoğan’a ve AK Parti kadrolarına desteğini sürdürüyor; onları neredeyse çeyrek asırdır tek başlarına iktidarda tutuyor.
Muhalefet, ayağı yere basan, aklı başında muhalefet olsa bir muhasebe yapması gerekmez mi?
İnsan yahu biz nerede yanlış yapıyoruz? Halkımıza derdimizi niçin anlatamıyoruz? Bu halk bizi niye dinlemiyor? Niye millete güven veremiyoruz? Topumuz bir araya gelsek de bir Erdoğan’la baş edemiyoruz; niçin der?
Muhalefetin en büyük eksiği; muhalefetin ne olduğunu ve nasıl yapılacağını bilmemesidir, diğer bir deyişle tam tersi olarak bilmesi ve onu uygulamasıdır. Halbuki tutulan bu yol tutarlı olsa, 22 senedir bir sonuç verirdi. Vermediğine ve özellikle ana muhalefetin oylarının bir milim artmadığına göre, gidilen bu yol, yol olmasa gerektir.
Muhalefet, iktidarın her yaptığına karşı çıkmak değildir. Bu durumu şiar edinen muhalefet, iktidarın hayırlı işlerine de ‘HAYIR’ dediği için, yaptığı tutarlı muhalefet olmuyor.