27 Haziran 2011
“KİRPİNİN dikenleri koparsa, kanar mı” diye düşünüyordum uykumda, tüm kirpiler adına üzülerek. Aslında bugünlerde yattığım uyku değil, uykuyla uyanıklık arasında anlamsız sorular sorarak üstünde yürüdüğüm bir köprü, tuhaf bir zaman dilimi.
Belki de gün ışığını görmediği için başını, ne tarafa çevireceğini bilemeyen, kararsız, hüzünlü bir ayçiçeği gibi oluşumdan kaynaklanıyor bugünlerde, ne uyuyorum ne uyanığım.
Yeterince uyuduğunuz halde uyanmak gelmiyorsa içinizden ya da ruhunuz huzursuzluk vererek uyumayı reddediyorsa, yaşama işini beceremiyorsunuzdur aslında.
Neyse konumuz bu değil.
Duyduğum sese daha fazla tepkisiz kalmadı bedenim. Ayçiçeği uykusundan gürültüyle sıyrıldım.
Kirpileri düşünmeyi bıraktım, yataktan sürükleyerek çıkardım bedenimi.
Tahteravallinin bir ucunda yapayalnız kalmış bir çocuk gibi öfkeli bağırıyordu adam kadına, evi terk edeceğini söylüyordu.
Kadın her defasında döneceğinden emin olduğu adama, gitmek için neden beklediğini soruyordu alayla.
Yan komşularımın haftada bir gün seviştiğini, dört, beş gün kavga ettiğini duyarım. Birbirlerine bağırırlar, ne olduğunu bilmediğim şeyler fırlatırlar, çarpıp, kırılan eşyaların seslerini duyarım duvarımda.
“Yapma demiyorum hobi olarak yine yap” diyen bir ifadeyle bağırdı kadın “Git ama şunu da unutma bizim bir evliliğimiz var.”
Birbirlerine edecekleri en anlamlı söz buydu.
En samimi saldırı ve savunma cümlesi.
En samimiyetsiz mazeret.
Aşk mı dediniz?
Bu senaryoda aşk yok değerli okuyucu. Sadece evlilik var. Ve bunun bu şekilde de olsa yürümesi gerektiğine bizi inandırmaya çalışan bir toplum.
Vazgeçme eşiğinden neden atlamadıklarını düşündüm.
Frida Kahlo, Diego’ya yazdığı mektuplarda ondan neden vazgeçtiğini yazmış;
“Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim.
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim.
Ağrılarımı dindirecek sıcak sevgiyi bana vermediğinde vazgeçtim.
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim.
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizemediğim ve tek neden “sen” olduğun için vazgeçtim.
Bencil olduğun için vazgeçtim.
Bunlardan sadece bir tanesi senden vazgecmem için yeterli değildi çünkü sevgim yüceydi.
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım.
Bu yüzden ben de senden vazgeçtim.”
Kendimizi en değersiz hissettiğimiz an bize hayatın sunduğu bir armağandır, son şanstır vazgeçme eşiği.
Buna cesaret edemediğinizde ruhunuzu, bedeninizi, özgüveninizi, kendinize saygınızı denizin dibine gömülen üstü mühürlü kurşundan bir kutunun içine hapsedersiniz ömür boyu.
Acı ve kendinize acıma eşiğinizi yükseltmekten başka hiçbir çareniz kalmamıştır sonrasında.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2011
“NE hissediyorsun kullandığında anlat bana” dedim, “anlat ki seni anlayayım...” “Havai fişekleri sever misin? “
Güldüm içim sızlayarak, “havai fişekler mi görüyorsun kullandığında?”
“Hayır? o havai fişeğin kendisi oluyorsun, bir anda yükseklerde patlıyorsun...”
Sözünü tamamlıyorum, “ve sönüyorsun, başka, başka neler hissettiriyor?”
“Dışarıda hayat devam ederken, sen duraklat tuşuna basıyorsun... ve duruyor her şey...”
“Ama dışarıda hayat akmaya devam ederken, arada kaçırdıklarını hiç merak etmiyor musun?”
“Hayır, yaşayıp yaşamadığımdan bile emin değilken ne kaçırabilirim ki?”
“Gerçekten bundan emin değil misin yoksa tahammül edemiyor musun gerçek dünyaya?”
“Her ikisi de...”
Çantamdan Mardin’den aldığım, arkası işlemeli küçük bir gümüş ayna çıkarıyorum.
“Al. Sende kalsın. Yaşayıp yaşamadığından emin olmadığında, aynayı ağzına doğru tut, bir süre sonra sonra aynada buhar oluşursa yaşadığın anlamına gelir bu.”
Yandaki bardakta duran dişlerine uzanan bir ihtiyar gibi uzanıyor aynaya, gülümsüyor.
“Tahammül etme kısmını nasıl çözeceğim Ferzane Zenan? Sizin kullandıklarınızı kullanarak mı? Benim kullandığım uyuşturucuların sizin kullandıklarınızdan farkı ne, kandırmayalım birbirimizi, sen de dürüst ol benim gibi.”
“Ben uyuşturucu kullanmadım hiç, düşünmedim bile kullanmayı.”
Kahkaha atıyor “Düşünmemişmiş. Gerçeği görmeni engelleyen her şey uyuşturucu değil midir?”
Konuşmanın kontrolümden çıkmış olması rahatsız ediyor beni, soruları benim sormam gerekirdi.
“Evet, elbette ama konumuz bu değil.”
“Konumuz ne, uyuşturucu kullanan birinden bunun etkilerini, zararlarını dinlemek değil mi?”
Susuyorum
“Şu yüzyılda, uyuşturucu maddeler en hızlı öldüren kimyasallar, doğru. Hızlı ve acılı ölümü garantiler. Bir de gerçek dünyada birçok insanın kullandığı uyuşturucular var ki, ağır ağır yok eder, en acısı sadece ölürken anlarsın kendine yaptığını...”
“Mesela?”
“Mesela para, mesela hırs, mesela kariyer sarhoşluğu, mesela aşk, öfke, alışveriş... sen de anlatabilirsin uyuşturucunun zararlarını.”
“İyi de ne yaptın be canım, olmadı bu röportaj. Gazete yayınlamaz bunu. Gerçek uyuşturucular, konumuz.”
“Peki... Kaydet şunları istersen; Varsa, dünyanın en mutlu insanıyımdır ben, kral gibi de hissedebilirim kendimi, yokluğunda bir kese kağıdı gibi de... O zaman, içim daralır, düşünme yeteneğimi kaybederim, beynim bir anda çıldırma noktasına gelir, her şeyimi verebilirim elde etmek için. Karıncalanır beynim, uyuşur, bütün duyu organlarım bana ihanet eder, hiçbirşeyi algılayamam.”
“İlk denemenden itibaren bağımlı mıydın?”
“Evet, tıpkı suç gibi. Bu söylediğim belirtileri kendi hayatına uyarlasın okuyucuların. Nelerin yokluğunda bu belirtileri görüyorlarsa onlar da bağımlıdır emin ol ve gerçekleri görmekte sorunları vardır. Aynayı sevdim bu arada teşekkürler. Ama sen de taşı bir ayna. Buhar varsa hiçbir uyuşturucuyu hak etmeyecek kadar değerli ve canlısındır.”
“Of..” diyorum, “Of... herkes anlayacak ne acemi olduğumu, konuyu nereden nereye getirdin, ağzımdan alıp.”
“Ha aklıma geldi, bir de gerçek ve rüya birbirine karışmaya başlar. O kadar kaçarsın ki gerçek ne kadar inandırıcı olursa olsun sen inanmayacak kadar inatçı olursun. Kendi dünyanı yaratırsın. Şimdiki gibi...”
“Nasıl yani?”
“Şimdiki gibi. Yani uyan Ferzane... Uyan... Uyan...”
Korkuyla uyanıyorum...
Başucumda duran kalem kağıdı alıp yazıyorum uyuşturucuya dair aklıma gelen en önemli cümleyi;
“Gerçeği görmenizi engelleyen her şey uyuşturucudur ve er ya da geç mutlaka acıyla öldürür.”
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2011
ÇOK katlı, yüksek bir binadan düşen adamın hikayesini biliyor muydunuz? Her kattan geçtiğinde, kendi kendini mırıldanıp rahatlatmaya çalışıyormuş;
Buraya kadar her şey yolundaydı... Buraya kadar her şey yolundaydı... Buraya kadar her şey yolundaydı...
Nasıl düştüğünüzün önemi yoktur oysa.
Önemli olan nasıl yere vardığınızdır ve bir düşüşün güzel olduğuna inanmak ya da güzelleştirmek de sizin yeteneğinize, kendinizi ikna kabiliyetinize bağlıdır.
Güzel bir düşüş hikayesidir “La Haine.”
1995 yılı Mathieu Kassovitz’in yönetmenliğini yaptığı bir siyah- beyaz film.
Paris varoşlarında yaşayan üç göçmen gencin bir gününü anlatır.
Kimsenin farklı bir renge tahammül edemediği bir dünyada, her toplumun “diğeri”nin artık kaçınılmazcasına yaratıldığı, ara renklere nefret duyulan, nefretin kine dönüştüğü bir gezegende La Haine’nin siyah beyaz olması da bir tesadüf olamaz.
Elbette benim de bugün size “La Haine”den bahsetmem tesadüf değil.
Ama kötü bir kelimenin komik gelebilecek güzel bir çağrışımı diyebiliriz
Hain...
Kelimelere karşı hassasiyetimi ve zayıflığımı bilirsiniz değerli okuyucu.
Bu da özellikle yanlış ya da haksız yere sarf edildiğinde tıpkı bir silah işlevi görerek kolaylıkla yaralaması ya da öldürmesi anlamına gelir beni.
Tıpkı dün posta kutumda bulduğum “Hain” diye başlayan ileti gibi...
Kızgın bir yağ o anda saçlarımdan ayaklarıma kadar dökülür sankiw ve her yerimi yakar.
“Hainsin çünkü bu milletin değerlerine ve kutsal aile yapısına kendilerinden şüphe duymasına neden olacak farklı tuhaf...”
Bildiğiniz yanmak olur benimki... Beynim, kafatasım yanarken, kalbime bir sızı çöker.
“Fikirlerinle zehirliyorsun. Yazılarını okuyorum? Hainsin görüyorum.”
Bu durumda kendimi kandırmayı tercih ederek, hiç söylenmemiş olmasına inandıramadığım beynime karşı, kelimenin çağrıştırdığı ne varsa yazar, üstlerinde hızlıca düşünür sürekli tekrarlayarak yabancılaşmaya ve bir süre sonra hiçbir şey hissetmemeye çalışırım.
Psikolojide bunun yeri var mı bilmiyorum, sadece çocukken oluşturduğum savunma mekanizmalarından biri.
“Hainsin çünkü, içi çürümüş, kokmuş dediğin geleneklerle bu millet...”
O zamanlar yüksek bir ağacın tepesine çıkar ve rahatsız eden şey ya da kelimeyi bağırarak tekrar ederdim ve tabii ne yazık ki şimdi böyle bir şansım yok. Ne doğru dürüst bir ağacım var çevremde, ne de varsa bile buna cesaret edecek çocuk ruhum. Çağrışan kelimeleri bulup yazmak ve yabancılaşıp üzülmemek istiyorum. Çalışmaya başlıyorum, yazıyorum ardı ardına. Bir anda unutuyorum kelimeyi.
Ve o film geliyor aklıma.
“La Haine.”
Bir de o filmde sorulan çok derin manası olan güzel soru:
“Tanrıya inanır mısınız?
Yanlış soru!
Tanrı bize inanır mı?”
Düşüşünü “Her şey yolunda” diye güzelleştiren tanımadığım bir adamı düşünüyorum.
Hatırlattığı o güzel film için müteşekkir kalıyorum...
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2011
HAFTAYI bitirirken, başkalarına dair, içinde siyasetin, ekonominin, sosyal sorunların olmadığı ama hayatın bir o kadar da kendisi, yaşanmış şeyler yazayım istiyorum. Maria Callas’tan Bellini’nin Norma’sını dinliyorum kalemimi elime alırken.
Beyaz kağıdın üzerinde gezdirmeye başlıyorum kalemi, bir saat sonra ne okuyacağımı heyecanla merak ederek, her yazıda olduğu gibi.
Kalem sürüklüyor parmaklarımı, harfler heceleri ardından kelimeleri oluşturuyor...
Çok hüzünlü bir kadın...
O hüzün her hücresine öyle sinmiş, öyle doldurmuş ki boşluklarını, pişmanlığa yer kalmamış.
Tekmelenmiş bir taş parçası şaşkınlığında, acı çeken.
İsmi herkesin bildiği sokak adları gibi.
İçinden kimsenin geçemediği ve belki bu yüzden o sokakta neler yaşandığının hiç bilinmediği gizemli, biraz ürkütücü ama hep merak edilen ve hakkında binlerce hikaye uydurulan ıssız bir sokak.
Mutluluk başarıyla orantılı olsaydı dünyanın en mutlu insanlarından biri olurdu belki ama bunun böyle olmadığı gerçeğini küçük çocuklar bile biliyor artık.
Doğuştan mutsuz başlayıp yalnız ve acılı biten dramatik bir hayat hikayesi O’nunki...
Amerika’ya göç eden Yunanlı bir ailenin ikinci kız çocuğu.
O doğmadan tifüsten ölen erkek kardeşinin acısıyla, anne Evangelia Kalogeropulos’un tüm umudunu doğacak olan bir başka erkek evlada bağladığı, O’nu gördükten sonra kucağına bile almayı reddederek başını çevirdiği geleceğin divası.
Anne ilgisini, hayatı boyunca sevgisinden yoksun bıraktığı bu küçük çirkin kız çocuğu yerine abla Jackie’ye yöneltecek, müzik alanında kariyer yapması için tüm imkanları seferber edecek, küçük kıza ise buruklukla gittiği, şehrin parasız şan dersleri veren kursları düşecekti.
Oysa yıllar sonra soprano Maria Callas adı, dünyanın en çok tanınan isimlerinden biri olacaktır.
Maria callas’ı bu kadar göz önünde tutan sadece sesi değil yaşadığı sıra dışı olaylar ve ilişkilerdi.
Bu ilişkilerin onda yarattığı tahribat, bıraktığı izler sesinde yeniden var oluyor ve dinleyene de aynı duyguyu geçiriyordu.
Sayfalarca aşk mektupları yazdığı Meneghini’yle evliyken Onassis’le tanışarak O’nun peşinden giden Callas, Onassis’in bir başkasıyla evlenmesiyle hayatının en büyük darbesini alacak, bu üzüntü, onun sadece duygu dünyasını değil kariyerinin de sonunu getirecekti.
Aşktan kim ölmüş derseniz, yanıtı Maria Callas olacaktır.
Onassis öldükten sonra Paris’teki evinde 53 yaşında kalp krizi geçirerek öldüğü kayıtlara geçse de, yaşadığı travmatik aşkın acısıyla, mutsuzluk ve yalnızlıktan ölmüştür.
Bu yüzden O’ndan dinlediğim aryalarda, tüm hüznünü ve haykırdığı yalnızlığı hisseder ve nedenini bilmediğim bir yas tutarım.
Kendisine dair bir fikriniz ya da bilginiz olmasa da sopranodan, Puccini’nin Madama Butterfly’ından ‘Un bel di Vedremo’suyla dinlemeye başlamanızı öneririm.
Külleri Ege Denizi’ne serpilmiş bir kadının aşkını, yalnızlığını, hüznü ve acısını duyacaksınız.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2011
GEÇMİŞE bakınca kaç nefesini hatırladığın çok önemli. Öğrencilerime ilk öğreteceğim şey her nefesin, her anın değeri. (320 gün önce) Cumhurbaşkanı’nın talimatıyla ABD’de tedavi için gereken raporu almış olmama rağmen vize sorununu aşamadık. Tüm şartlar uygun. Bekleyin inceliyoruz diyorlar. (319 gün önce)
Hiçbir zaman beni atayın demedim. 15 öğretmen işsizlik yüzünden intihar etmişken bu terbiyesizlik olurdu. (305 gün önce)
Öğretmenlerin ataması yapılsın diye, çocuklar öğretmensiz kalmasın diye Ankara’da Abdi İpekçi Parkı’ndayız. Turkche den rahatsız oluyorsanız, öğretmenlerin atamasını yapın da Türkçe öğretebilsinler. 350 bin öğretmen işsiz, okullar öğretmensiz. (300 gün önce)
Sabah 11.20’de İstanbul’dan Amerika yolcusu... Herkese selamlar. (301 gün önce)
Herkesin 1 Feride’si vardır, bilmez miyim, herkesin 1 ayakkabısı gibi 1 de şarkısı vardır. Herkesin 1 kimsesi vardır 1 de kimsesizliği. (286 gün önce)
ABD’deki deneysel tedavilere bazı bilimsel sebeplerden dolayı katılabilmemin mümkün olmadığı söylendi. Doktor iki ilaçlı bir protokol önerdi Türkiye için. Türkiye’de iyi bir hastanede bu tedaviyi aldığım takdirde yüzde 15-20 iyileşme ihtimalim söz konusu. İnancımı yitirmedim. (283 gün önce)
Önümüzdeki hafta film çekip bakacak doktorlar. İstenilen sonuç olmamışsa sanırım tedaviyi bırakacaklar. Ellerinde kalmamdan korkuyorlar, umutlarımı bitiriyorlar. (235 gün önce)
Tanrının bana baş edemeyeceğim şeyler vermeyeceğini biliyorum. Sadece keşke bana bu kadar güvenmeseydi diyorum. (233 gün önce)
Ağrılarım dayanılmaz bir hal aldı. Yedi gündür hastanedeyim. Kesemiyorlar ağrılarımı. Ankara’da tedaviye gidemiyorum çünkü yürüyemiyorum (218 gün önce)
Ambulans uçak bulundu. Sağlık Bakanlığı’na birileri rica etmiş. Emeği geçen herkese çok çok teşekkür ederim. (215 gün önce)
Bu yıl her yeni gün bende artık heyecan yaratmamaya başladı. Kendimi bugünlerde daha çaresiz daha heyecansız hissetmeye başladım. Bazen bir aslan pençesindeki ceylan gibi çaresiz hissediyourm. Üzülerek söylüyorum ölüm çıkmıyor aklımdan. Kendimi hazırlamaya çalışıyorum. Öğretmen olmak istiyordum. Sevgilimin elini daha çok tutmak istiyordum. Onunla evlenip dünya güzeli çocuklarım olsun istiyordum. Olmadı yapamadım. Bundan sonra olur mu bilmem ama inancım zayıflıyor. Lütfen ertelemeyin içinizdekileri. (209 gün önce)
57 gün oldu hastanede yatıyorum. Sadece sırtüstü yatabiliyorum. Bu da bana çok acı veriyor. Yatak yaraları canımı fena yakmaya başladı. (167 gün önce)
İçimden söylemek gelmiyor ama artık çok beklentim kalmadı. (20 gün önce)
Öğrencilerine bir kez olsun “Günaydın” diyemeyen, Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu kurucularından Şafak Bay’ın son mesajı bu sosyal bir sitede paylaştığı.
2005 yılından beri yakalandığı kanserle mücadelesini, yaşadığı zorlukları ve süreci bir günce gibi Türkiye’yle paylaştı.
O, 10 Haziran 2011’de yaşamını kaybetti.
Sadece hastalığı değil değil ataması yapılmayan öğretmenlerin sesi olarak mücadelesiyle de bir kahramandı aslında Şafak.
Kahraman olduğunu bilmeyen kahramanlardan.
O’nu hastalığından çok mesleğini yapmaya layık görmeyen sistem öldürdü belki de.
Bilmiyorum.
Geride ne bıraktı biliyor musunuz?
Mesleğini yapmasının önünde engel olanlara eğer kabul edebilme cesaretleri varsa koskoca bir utanç, benim paylaştığım bu mesajlar, öğrencilerine değilse de, O’nu duyanlara, her nefesin ve anın ne kadar değerli olduğunu yaşatan bir ders...
Yerin cennet olsun öğretmenim.
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2011
SON buluşmamızda size şehrin hafızasından bahsederken bir yandan da kendi hafızam geldi aklıma.
Gelin, biraz da insan hafızasına göz atalım.
“Düşmanına bir hediye versen ne olurdu” deseler, ben O’na hafızamı verirdim sanırım.
Gereksiz şeyler için sonsuz bir hafızam var.
Gerekli olanlara ise yer yok.
İnsanları tanıdığım ya da tanımadığım diye ayırmayı bırakalı ise çok oldu.
İçten bir gülümsemeyi yanıtsız bırakmanın sonradan anımsanan utancındansa, herkesi tanıyor gibi gülümsemeyi hatta derin sohbetlere dalmayı tercih etmem bu yüzden aslında.
Aynı hediyeyi bana defalarca verip, defalarca ilk kez alıyormuşum gibi sevindiğimi, eğlenerek izleyebilirsiniz.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2011
GUY de Maupassant, Paris’te yaşarken şehrin merkezine Eyfel kulesinin dikileceğini öğrenir. Bu duruma çok öfkelenen yazar, Eyfel kulesinin Paris’in ortasında çirkin bir yığın gibi gözükeceğini ve bu çirkinliği görmemek için de şehri terk edeceğini söyler dostlarına. Eyfel kulesi dikildikten sonra gerçekten de Paris’i terk eder ama şehre her gelişinde kuleye gider ve birinci katında kahve içmeye başlar... Guy de Maupassant’ın bu davranışına anlam veremezler çevresindekiler. Eyfele karşı çıkan Guy De Maupassant neden her gün kulede içiyordu kahvesini. Dayanamayıp bu durumun nedenini, kuleden nefret ettiği halde neden her gün kahvesini burada içtiğini sorarlar.
O da “Burası Paris’in en güzel göründüğü, yani Eyfel kulesinin görünmediği tek yer de ondan” der.
Dikiminde, Parislilerin şiddetle karşı çıktığı Eyfel kulesi bugün şehrin simgesi olmayı başarsa da, bu şanslı tesadüf sık rastlanan bir durum değildir aslında.
Bir şehirde her şeyi değiştirebilirsiniz. Yerleşim alanlarını, caddelerin isimlerini, o şehri hatırlatan yapıları, simgeleri...
Şehrin kimliğini korumadan, tarihi dokusunu umursamadan, anılarını yerle bir ederek yaparsanız hafızasını kaybeden bir insan gibi şaşkın, kişiliksiz bakar yüzünüze.
Bulutlara yakın evimden, bulutların bile insanlara mesafeli durduğu, çok özel kimlikli şehirlerden Ankara’yı izlerken, bunu düşündüm. . Ankara sokaklarında sık sık görmeye başladığım, şehrin simgesi plastik Ankara kedisinin bu kadar sevimsiz olabilmesi seymen kıyafetiyle zorlama simge yapılmaya çalışılmasından olabilir mi?
Son yıllarda, onlarla yaşamaya alışmak zorunda olmadığımız pek çok ucube yapı inşa edildi Ankara’da. Ama onlarla yaşamak zorundaymışız gibi, yıllardır arsızca karşımızda dikiliyorlar.
İnşaatı durmuş kimi yapılar da, tek ayak üstünde cezasını çeken çocuklar gibi, biçimsiz, dokunsanız yığılacak sanki olduğu yere.
Gece, sokakları ıslak ve kapkaranlık bir dehliz gibi Ankara’nın.
Dünya alışveriş merkezi rezervlerinin yüzde doksan dokuzunu elinde bulundurduğu için papazın bağı ve kalede semaverle içilen bir bardak çayı unutulmak üzeredir.
Ama bir yere kadar silinir hafıza iyi ki.
Bir yere kadar yok edilir iyi ki.
Kimliği vardır, karakteri vardır bir yerlerden belli eder kendini...
Misal; Ankara’da deniz yoktur.
Bu yüzden insanlar denize değil, birbirlerinin yüzüne bakar daha çok ve hala.
Dingin görünen ama kendisini nihayet bu şehre ait hissedip dönecekleri beklemekten yorulmuş, huzursuz bir kız kurusudur
Sevmeyene zulmetmekten çekinmez kasvet çökertir sebepsiz, sevseniz terk etmek istediğiniz sevgiliniz gibidir benimsemediğiniz, ne aitsinizdir ne gidebilirsiniz
Şu zamanlarda kafası karışıktır kendini tropik iklim kuşağında sanır ama Ankara, dev bir plastik kediden ibaret değildir iyi ki.
Bir hafızası vardır, kişiliği...
Ve böyle görünür Ankara, benim bulutlara yakın evimden...
SAKINCALI PARAGRAF
Kazalar, hatta ölümler eksilmiyor... Eskişehir Yolu bazı Bilkentli gençler başta olmak üzere heyecanı sevenler için çok tehlikeli bir hız pisti haline geldi... Ya belediye belli aralıklarla hız kasisi koysun, ya da sürat ölçen ceza kameralarından kısa aralıklarla yerleştirilsin...
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2011
BİZ, günlerdir ha geldi ha gelecek derken, yaz, ansızın bastıran şiddetli yağmurlarla “daha değil” diyor. Yağmur, Ankara’ya yazın geldiğini ilan etmek ve yazlık elbiselerini erkenden çıkarırlarsa yazın da erkenden geleceğini sanan ve bunu kutlamak isteyenleri hayal kırıklığına uğratıyor en çok.
“Of yine mi yağmur” en çok duyduğum cümle bugünlerde.
Her yeni yaşımla birlikte yağmura dair tepkilerim ve fikirlerim değişmiştir benim de.
İlk yağmurlarımda uzun süre yaptığım şey, gökyüzünden yağan bu harika ve serinletici şeyi -muhtemelen kavuran bir yaz sıcağına denk geldi- ağzımı açarak yakalamaya çalışmak ve tanecikleri dilimin üstünde biriktirmek ve hatta yutmaya çalışmaktı.
Bir süre sonra yağmurun özgürleştiren bir şey olduğunu keşfettim. Kollarımı açarak delirmiş gibi koşmak, tanecikleri dilimle yakalamaya çalışmaktan daha eğlenceliydi ve bunu sadece yağmur yağarken yapabilirdim. Sorarlarsa cevabım hazırdı “E yağmur yağıyor.”
Her yeri sel götürürken camdan bakan bir arap kızını benden başka arayan var mıdır?
Uzun süre, penceresinden yağan yağmuru seyreden o kızın, yağmurda evden çıkmasına izin verilmeyen ve bir tür mahkumiyet yaşayan bir çocuk olduğuna inandım acıyarak.
Yetişkin dünyasına ilk adımları attığım dönemlerde ise yağmur algım bozulmaya başlamıştı.
Kendisiyle ilgili yapılan tek bir neşeli şarkı olmadığı, hüzün, ayrılık ve yalnızlığı besleyen, eğlenceli bir doğa olayından çok daha derin anlamı olan, biraz bunalıma sokan bir mana taşıması gerektiğine ikna oldum. Ama durup dururken bunalıma giremediğim için, etraftakilere ayıp olmasın diye, hiç olmazsa içime sığmayan o sevinci gizlemeye çalıştım.
En unutulmaz anların, yağmur olmazsa unutulmaz olmayacağına inancım, o güne kadar izlediğim filmlerin ve okuduğum kitapların tamamında yer alan aşk, nefret, itiraf ya da başarı hikayelerinin hepsinde olay anında ille de yağmur yağıyor olmasıydı. Tüm özel anlarımı olmasa da unutulmaz olmasını arzuladığım her anımda yağmurlu günleri seçtim.
Yağmıyorsa da “yağmur bulutları geliyor” ya da “yağmur mu yağıyor” demişimdir, uzaklara dalmış gibi yapıp.
Yetişkinlerin dünyasına katıldığımda ise yağmur toprağa değil betona yağıyordu artık, beş dakika yağınca ise şehirde hayat felç...
Bırakın yağmurda kollarımı açıp koşmayı, yürürsem mi yoksa koşarsam mı daha az ıslanacağımı hesaplamaya başladım.
Arabayı yıkadıktan sonra yağanına ise küfretmek gerektiğini öğrendim.
Sokakların hızla akan dereler gibi çamur ve çöp taşıdığı, kaldırımlarda bubi tuzağı gibi çamurlu yağmur suyunu yüzünüze doğru patlatan karo taşları ve caddelerde yanından geçtiği insanlara yoklarmış gibi davranan arabaların varlığını sadece çocuklar hissetmeyebilir belki ve ama artık çocuk olmayan yetişkinler bunu hissediyor ne yazık ki.
Bereketli yağmurların Ankara ya bol bol düştüğü şu günlerde doğal bir afet yaşıyormuş gibi kaygıyla pencerelerinden yağmuru, çakan şimşekleri izleyen arkadaşlarıma, içim içime sığmazken “Yağmur ne güzel yağıyor” dersem alacağım cevap belli, yağmur eve giderken güzeldir.
Sizce ne zaman güzeldir yağmur? Ya da hala güzel midir çocukluğunuzdaki gibi?
Bu arada merak edenler için yanıtını vereyim, koşarsam daha az ıslanacağımı sanan ben İsviçreli bilim adamları yüzünden aslında hep daha çok ıslandığımı öğrendim.
SAKINCALI PARAGRAF
Malum, Kılıçdaroğlu’na bile unutturdular. Yol yakınken seçim sandığınızı kontrol edin.
Yazının Devamını Oku