22 Ağustos 2011
BİR Angelina Jolie sendromu aldı başını gidiyor. Angelina’nın amacı, göründüğü kadarıyla BM iyi niyet elçisi sıfatıyla yoksul, savaş sonrası ya da doğal felaketlerle boğuşan ülkelere geziler yapıp kamuoyu oluşturmak.
Hatırlarsanız en son Suriye’den kaçanların kaldığı kampı ziyarete, Hatay’a gelmişti.
En iyi şekilde ağırlanan Suriyelilerin yaşam koşullarında en ufak bir sorun olmadığına göre, amaç dikkati Suriye’ye yöneltmekti.
Amaçlanan gerçekleşti mi ?
En azından bizim gündemimizde en ciddi yeri Suriye kapladığına göre, cevabını siz düşünün
Gelelim bizim sanatçılara.
Toplu olarak Somali’ye gittiklerini duyunca önce konsere gittiklerini sandım.
Öyle değilmiş.
Peki neden?
Kim tanır Ajda’yı, Nihat’ı, Sertab’ı Somali’de?
Kim moral bulur onların gelişiyle?
Uluslararası camiada kimin umurunda olur ?
Vardır bir nedeni deyip geziyi izlemeye başladım.
Gezi maalesef onlar için iyi başlamadı, bindikleri uçak iniş sırasında ciddi bir tehlike atlattı.
İndiklerinde hepsinin yüzünde doğal olarak çok endişeli ve korkmuş bir ifade vardı.
Ajda’nın “ bilseydim böyle ineceğimizi belki de gelme...” diye samimi bir şekilde başlamışken kameraları hatırlayıp “...ye çekinirdim “,
Survivor Somali’ye geldiğini sanan Nihat’ın “ ben korkmadım alışkınım, ama yanımdakilerin çığlıkları? “ derken belki de “kısmen “de olsa en samimi oldukları anlardı.
Ama sonrası oldukça eğlenceli görünüyordu...
Nereye, neden geldiğini bilmeyen Ajda, Somali de bulunmaktan “ keyif “ aldığını söylerken ne demek istediğini anlamamıştım ama neyse ki kendilerini Sertab’la birlikte tombul Somalili kadınlarla dans ederken gördük.
Tabii haksızlık etmeyelim onlara, depremde yardıma gelenleri kılıç kalkanla karşılamamız gibi, Somali işgüzarlığı olsa gerek bu trajikomik göbek şov.
Yoksa durup dururken göbek atmaya başlamış değil hiç kimse, en azından böyle bir insanlık suçunun işlendiğini sanmıyorum.
Sahi Nihat Doğan’ı Somali’ye göndermek Acun’un fikri miydi acaba ?
Eğer öyleyse sırada kimler var acaba?
Acun Ilıcalı, yeni aldığı 6 milyon dolarlık uçağa, yarattığı sahte şöhretleri koyup götürse, bu şöhretleri orada bırakıp, Somalili çocuklarla yer değiştirse asıl o zaman dikkat çekilir Somali’ye, hem de bütün dünyanın.
Tabii içi Somali sevgisi ve hassasiyetiyle dolu sanatçılar üç beş saat sonra döndüğüne göre, böyle bir teklifi kabul edecek ünlü bulmak da zor .
Somali hassasiyeti dedim de, Ajda ‘nın Somali’ye el uzatmaktan anladığı şey, derisi kemiğine yapışmış bir çocuğu, 1 metre uzakta durup, elinin ucuyla uzanarak zorla sever gibi görünmeye çalıştığı ama oldukça tedirgin ve rahatsız verdiği pozsa, olayı yanlış anlamış tamamen.
Bana samimiyetsizliğin fotoğrafını gösterir misin deseler ? Nazım Hikmet’i de rahmetle analım ? “ işte bu fotoğraf“ derdim.
Somali gezisinden sonra 5 saniye Somalili çocuklar, açlık, yoksulluk konuşuldu...
5 saat ünlülerin uçağının kanadının görüntüsü ...
Ve 5 gün ünlüler...
Buna biz yeni haliyle PR yani reklam diyoruz.
Başarılı oldu mu?
En azından yalnızca geçen hafta 12 şehit veren ülke Dominik cumhuriyeti olduğu için 1 gün sonrasında göbek atılabildiğine ve sadece bunları konuşturduğuna göre fazlasıyla başarılı oldu bence.
Yazının Devamını Oku 19 Ağustos 2011
13 Ağustos 2011 : Silahlı eşkiyalardan, susuzluktan, çölden, sıcaktan kaçtık. Kampa ulaştık...
Burada eskisi gibi aç kalmayacağımızı söyledi annem. Kollarımıza mavi plastik bilezikler taktılar. İkiz kız kardeşime yakıştı ama ben takmak istemedim bileziği. Annem bunu takmazsam ekmek ve bisküvi alamayacağımızı söyledi. Kolumu uzattım.
14 Ağustos 2011 : Yan çadırın arkasında, kampın dikenli çiti bitmeden 4 adım yürürseniz görürsünüz. Şimdilik gören tek çocuk benim. Kırmızı bir çiçek, bebek çiçek. Büyümesi gerek . Anneme söylemeyin, bugünkü suyumun yarısını ona verdim.
15 Ağustos 2011 : Yolunda gitmeyen bir şey oldu bugün. Annemin çığlığından anladım bunu. Sessizce atılan bir çığlıktı. Kısa, kesik, kimsenin duymaması gereken. Yüzümü okşadı, beni öpücüklere boğdu ağlarken, kardeşime sarılıp uzun uzun ağladı. Kardeşim yemek yemediği için annem üzgün biliyorum, ben de yemek yemek istemiyorum. Karnım açken bile oyun oynamak istiyorum. Kampın ortasına kadar yürüyorum ve bir daire çiziyorum. Bu bizim oyun bahçemiz diyorum. Gelenleri kaydedeceğim diyorum, kimse gelmiyor ...
16 Ağustos 2011 : Dualar okudu annem başucumda. Ağladı. Yemek saati geldiğinde örtüye sardı,kucağına aldı, yüzümü saklayarak , bilezik takılı kolumu, örtünün altından bisküvitçiye gösterdi.
17 Ağustos 2011 : Kampın dışına kadar yürüdük yiyecek bulmak için sonra geri döndük. Kampın dışına çıkanları geri almıyorlarmış. Cezalıymışız biz. Annem ağladı, yalvardı. Ben de ağladım. Belki ben de ağlarsam bize daha çok acırlar diye düşündüm, ama kardeşim ağlamadı. Annem ikiz kardeşimle aynı beze sardı bizi, diğer beze sayımız kadar 3 bisküvi ve su koydular.
18 Ağustos 2011 : Ne ekmeğini yedi ne suyunu içti, kardeşim yemek yemiyor. Giderek küçülüyor. Doktorlar koluna ucunda büyük bir iğne olan bir şişeyi bağladılar, yemek yesin diye. Onlar gidince annem yüzüme örttüğü örtüyü açtı, elbisesini ıslatıp her yerimi sildi.” Kokmamalısın bebeğim” dedi. Çok ağladı, çok.
* * *
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2011
“Amerika’ da vergi kaçırmak için deli, Türkiye de vergi vermek için enayi olmak gerekir” sloganının benimsendiği memleketimizde, vatandaşlar olarak hepimizin vergimizi verme konusunda ne kadar hassas ve göz yaşartacak kadar sorumluluk sahibi olduğumuz gerçeğiyle karşılaştığımda oldukça şaşırdım. * * *
Şarkıcı Hadise, kazandığı paranın vergisini Türkiye’ye değil, Belçika’ya veriyormuş.
Belçika’nın PKK’nın hamisi olduğu, ödenen bu verginin PKK’ya gittiği imasıyla, hadise-PKK vurgusu yapılarak sosyal medyada, konserlerine gitmemek başta olmak üzere “hadisebelçikayadön” dön başlıklı kampanya başlatılmış.
Vergi kanunları ve çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmalarının kendisine sunduğu hakkı istediği gibi kullanabilecek olan Hadise hakkındaki kara propagandanın hemen sonrasında Türkiye’deki vergi numarası açıklandı.
* * *
Belçika vatandaşı olan Hadise Türkiye’de 2011’de 6 ayda 6 milyon kazanmış.
Bu parayı Belçika’da kazansaydı elbette orada kalırdı ama arz talep meselesinin kimse farkında değil galiba.
Konumuz bu değil tabii, konumuz vergi konusundaki derin hassasiyetimiz.
Düzenli verginin sadece çalışanlardan değil herkesten toplanabildiği, herkesin kuruşu kuruşuna vergisini ödediği ülke bizimki değil.
Yakın zamana kadar “ fiş almazsam ne kadar olur “ diye arsızca pazarlık yapılan ülke bizimki.
Verginin doğru düzgün toplanamadığı durumlarda, alınması garanti olan kalemlerde( iletişim, akaryakıt, elektronik ) fahiş vergiler uygulandığı, herkesin vergi kaçırdığı varsayımıyla toplanan vergilerden “ödeyebildiğini öde, ödeyemediğini affederiz ama zaten başka yerlerden haydi haydi çıkarırız” mantığıyla vergi toplandığı ülke bizimki.
* * *
Geçen sene yaşanan bir olay vergi sistemimizi özetliyor ;
Yalova’nın Kazımiye Köyü’nde yaşayan çiftçi Turan Bektaş var geçen yılın ilk üç ayında 87.5 kilo kabak yetiştirdi. İstanbul Sebze Hali’ne gönderdiği 87.5 kiloluk kabak için devlet kendisine 1 lira 66 kuruş ödedi.
Kabağın kilosu 20 kuruştan hesaplanarak , toplam 17 lira 50 kuruşa satın alınmış, stopaj, KDV , komisyon ve diğer kalemlerle 21 lira 84 kuruş masrafla, çiftçi Turan’ın sattığı kabaklar nedeniyle 4 lira 34 kuruş borç ödemek durumunda bırakılmışlardı.
* * *
Neyse ki çiftçi şanslıydı.
Çünkü kasalar kendisine aitti. Kasaların değerinin 5 lira sayılmasıyla çiftçi Turan Bektaş’ın borcu 5 liradan düşüldü ve kendisine 87.5 kilo kabak karşılığında, 1 lira 66 kuruş ödeme yapıldı.
Eğer kasalar da olmasaydı yetiştirip, satılmak üzere hale gönderdiği kabaklar karşılığında 4,73 lira ödeme yapacaktı çiftçi.
Daha önce yaptığı gibi.
Nasıl mı ; daha önce İstanbul Sebze Hali’ne gönderdiği 75 kilo domatese çıkarılan masraflarla, yetiştirip sattığı 75 kilo domates karşılığında 2 lira 60 kuruş üste para ödemek zorunda kalmıştı.
Lafa gelince mangalda kül bırakılmadığı ama icraatta iki tarafın da karşılıklı iyi niyet göstermekten kaçındığı ülkede “Sadece vatanını seven vergi versin yasası” çıksa vergi verenlerin sayısı kaç olurdu acaba ?
Evet , hassasiyetimiz o kadar derin ki bu konuda, tıpkı kendi sorumluluklarımızı yerine getirdiğimiz gibi Hadise’nin de konserine gitmemeliyiz bu durumda.
Yazının Devamını Oku 12 Ağustos 2011
FAZLASIYLA normal, ortalama, hatta basmakalıptı * Tutucu Protestan bir ailenin çocuğu olarak yetiştirilen, sıradan bir devlet memuruydu.
“Nihai Çözüm”ün en büyük akıl hocasıydı.
Nihai çözüm, başta Yahudiler olmak üzere eşcinsel ve Çingenelerin de kitleler halinde yok edilmesini amaçlayan projenin kod adıydı.
“...inanmayanlar kendi inançlarını serbestçe uygulayabilirler; ama bu uygulama inananların hayat, ahlak ve dindarlıklarını, nesillerin eğitimini olumsuz etkileyecekse - o toplumunda- ‘onların aykırı filleri için özel mekanlar ihdas edilmek gibi’ tedbirlere başvurulur” dedi.
Eşcinseller, sarhoşlar, nikahsız yaşayanlar ve kumarbazları, aynı dinden olmadığını ilan ettiği diğerlerini rahatsız etmesin diye özel mekanlara yerleştirme fikrini attı ortaya.
Rahatsız olması gerektiğine inandığı diğerlerini ise aleni (açıkça, kamuya açık yerde) dine, ahlaka, âdâba aykırı bir davranışa -engellemek veya ıslah etmek maksadıyla- müdahale etmekle yükümlüdür” diyerek suç işlemeleri için teşvik etti.
Dünyanın en sıradışı cinayetlerinden sorumlu bu adam, bunları olabilecek en sıradan güdülerle, iyi bir vatandaş olma isteği, terfi etme gayreti, görev duygusu ve nezih toplum inancıyla işlemişti.*
18 ay içerisinde 150 bin kişinin toplama kamplarına aktarılmasına, 2 milyon kişinin bu kamplarda ve tren yolculuklarında öldürülmesine neden oldu.
Toplama kamplarının yenilenip elden geçirilmesi, yeni kampların açılması, gaz ve tren sistemlerinin geliştirilmesiyle bizzat ilgilendi.
Okuduğunuz bu cümleler arasında herhangi bir kopukluk ya da anlam bütünlüğünü bozan bir farklılık yok.
Ancak bu satırlardaki bilgilerin bir kısmı 2. Dünya Savaşı’nda “soykırım uzmanı” olarak isim yapmış Adolf Eichmann’a ait.
Çok ciddiye aldığım ve beni oldukça korkutan ifade ve bilgilerin bir kısmı ise ne yazık ki günümüzde yaşayan bir din alimine...
Mevlana’nın, Yunus Emre’nin ne olursa olsun karşılıklı saygı, hoşgörü ve sevgiyle birlikte yaşamanın güzelliğini öğrettiği bu güzelim topraklarda, bu sözlerle halkı kin ve düşmanlığa tahrik ederek işlenen nefret suçu şu sonuca götürüyor aklı.
Birinin kolunda gamalı haç olması, diğerinin elindeki kalemle en az onun kadar tehlikeli fikirler üretmesine ve onunla bu konuda boy ölçüşemeyeceği anlamına gelmiyor.
Fark nerede derseniz; Adolf Eichmann, savunucusu olduğu fikrin uygulanmasında bizzat görev aldı ve yol gösterdi.
Din alimimiz ise kendisinden icazet alan Müslümanlara, bu dahiyane fikri uygulamaları için şimdilik yol ?yöntem gösterecek bir açıklama yapmadı ve kendi çözümlerini bulmak için kendisinden feyz alacak kişilerin kafasında şöyle büyük bir soru işareti bıraktı kanımca.
Gaz odası mı, sabun fabrikası mı ?
Hannah Arendt / Eeichmann Kudüs’te: kötülüğün bayağılığı üzerine rapor”
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2011
HERKESİN atılacağını bildiği ilk Ramazan dayağı haberi Erzurum’dan geldi. Hayırlı olsun.
Ramazan dayağı, neredeyse Ramazan’a tam olarak girdiğimizin önemli göstergelerinden biri.
Sigara içtiği için bir kadın sokak ortasında tartaklandı.
Öğrenci yurduna sığınan kadın polisten yardım istedi ve bir diğer tuhaflık burada başladı.
Olay yerine gelen polisle, öğrenci yurduna sığınan kadını linç etmek için öğrenci yurdunun önünde biriken topluluk arasında arbede çıktı.
Arbedenin ardından karakola götürülen saldırganlar, burada sorguları alındıktan sonra serbest bırakıldı.
Oruç tutmadığı için dayak yiyen bir kadın, kadını dövdükten sonra daha da cesur davranarak polise saldıran şuursuz ve tehlikeli bir güruh ve saldırganların hiçbir şey olmamış gibi serbest bırakılması.
“Ama karşılıklı saygı duymak laz...” diye başlayan cümleleri anlayabilmiş değilim.
Oruç tutuyor diye dayak yiyen vatandaşımızın haberini okudunuz mu?
Hayır duymadınız.
Çünkü ne mutlu bize ki, böyle bir olay hiç yaşanmadı bu topraklarda.
Oruç tutan birini zorla karşısına oturtup, kendisine yemek ziyafeti çekeni de duymadığınız gibi.
İnsanlara “Ben yemiyorum, sen de yemeyeceksin. Ben içmiyorum, sen de içmeyeceksin” diyebiliyorsanız saygı kriterlerini gözden geçirin derim.
Hoşgörü dini İslamiyet’ten habersiz, kendi tuhaf inanç ve saplantılarını insanlara döve döve dayatmanın, linç etmeye kalkışmanın tek adı zorbalıktır.
Oruç tutanların tüm gün sadece aç ve susuz kalması değil, açlık ve susuzluğa rağmen ruhsal ve fiziksel olarak da kendini kontrol edebilmesi, zaaflarına, öfkesine yenik düşmemesi, bütünleyici unsurları bu anlamlı ibadetin.
Oruç tutmayan insanın, davranışlarını, oruç tutanlara göre ayarlamak zorunda olmadığını algılayamayan böyle bir organizmaya müeyyide uygulamadığınızda, elbette diğer zamanlarda da sokakta içki içeni, elele tutuşan sevgilileri, mini etekle gezen kızı taciz edecek hatta öldürecek.
Sahi taciz dedim de aklıma geldi;
Bilmem dikkatinizi çekti mi, aynı Erzurum’da geçen hafta, yaşantısı yürek burkan bir kadının ölümüne tanık olduk geçiştirilen bir haberle...
Üç çocuğuyla genç yaşta dul kalan Sona Polat, ölene kadar erkek kıyafetleri ve kısacık kestirdiği saçlarını kapatan kasketiyle bir erkek gibi yaşıyor.
Arabacılık yapıyor, sırtında en ağır eşya ve yükleri taşıyor ve bunu 79 yaşına kadar devam ettiriyor.
Niçin?
Kocasının ölümünden sonra, çocuklarıyla tek başına kaldığında uğradığı tacizler, yalnız bir kadın olduğu için yaşayacağından emin olduğu bir çok sıkıntı ve yaşadığı yerde “adam” yerine konulmaması.
Bir kadın bütün cinsel kimliğini bir ucubeymiş gibi saklayıp bambaşka bir kimlik, en ağır koşullarda çalışmayı göze almak için neler yaşamış olmalı kimbilir.
Düşünmek bile istemiyorum.
Gönül isterdi ki, güzel Erzurum’da yalnız yaşayan üç çocuklu Sona Polat’a tüm Erzurum sahip çıksaydı, taciz edilen –ki ne olduğunu bilmiyoruz yaşadıklarının- bir kadını koruyup gözetseydi, ailesinin bir ferdi gibi saygı, sevgi gösterseydi.
İslamiyet’in ne olduğu ve ne olmadığı konusunda ciddi bir algılama sorunu yaşanıyor bu topraklarda, kim ne derse desin.
Yazının Devamını Oku 5 Ağustos 2011
İKİ takım arasında oynanan bir oyun. Takımların birer kalesi, on birer de oyuncusu var.
Top kaleye her girişinde “gol” diye bağırıp, birbirimize sarılırız.
Futbola dair ilk tespitimdi bunlar.
5 yaşında bir çocuk için iyi bir başlangıç değil mi sizce de?
İkinci tespitim ise tek başına hiçbir büyüsü olmayan futbolun birleştirici bir oyun olmasıydı.
Neden derseniz ;
Kendimi babama sevdirmeye çalıştığım zamanlarla, futbola ilgi duymam aynı döneme denk gelir.
Zor olduğunu sanıyordum futbolun.
Yine de ofsaytın ne olduğunu bildiğim için kendimle gurur duyar, iyi bir forvet oyuncusu olarak babamın gözüne girmeye çalışır, bana sevinçten sarılması ya da o gün işlediğim suçları bir an olsun unutması için izlediğimiz maçlarda heyecanla gol olmasını beklerdim...
Oynadığım ayak topuydu ama yaptığım olsa olsa ayak oyunuydu.
Ben , babanın sevgisini satın almanın en kolay yolunun, onun zaafını paylaşmak olduğunu düşünen bir çocuk olarak şikeye o zamanlarda başladım diyebilirim.
Ama sonraki yıllarda futbol benim için ne şikeydi, ne tribünden atılan maddeler, ne maç çıkışında karşı takımın taraftarlarına saldıran akli dengesi bozuk, adına fanatik denen tipler.
Ne izlediğimiz saçma sapan televizyon programları, düzmece haberler, ne bırakın sorgulamayı çarklarının birer dişlisi haline geldiğimiz sistem, ne siyasetçi yalanları, etrafımızda dönen ayak oyunları, yeni dünya düzenine ayak uyduran şirketlerin yüz yıllık politikaları bizi uyuşturmuyor da 90 dakika izlediğimiz bir maçın beynimizi ve kitleleri uyuşturduğu iddiasına da gülüyordum üstelik...
Neydi, kimin oyunuydu futbol?
Hafta sonlarını özellikle Pazar günlerini iple çeken birçok ailenin
Dostluk, bağlılık, öfke ve en samimi hüzünleri tutkuyla yaşayan taraftarın
Bağlığın
En yaratıcı küfürlerin
En ateşli tribünlerden, en tutkulu gol kelimesini aşkla haykırmaktan çekinmeyen, 90 dakika boyunca takımı için tezahürat yapan, kolkola girmiş ama birbirini tanımayan ve gol olduğunda sarılabilen binlerce insanın
Babasının kucağında, tuttuğu takımın kaşkoluyla soğukta burnu kızaran küçük gülümseyen çocukların oyunu
Hafta sonunu iple çeken milyonların tek eğlencesi, hayattan çalınmış 90 dakikasıydı.
Yani hayatın kendisiydi
Ama artık değil...
30 yaşıma geldiğimde, şikeler, soruşturmalarla soğuduğum futbolda öğrendim ki, futbol oynamayı öğrenmek güç iş değildi.
Futbol çok basitti. Sadece basit oynamak zordu.
Şike yapıldı mı , yapılmadı mı, yöneticiler ve futbolcular masum mu, yoksa bu utanç verici suçu işlediler mi bunu zaman ve yargı kararları gösterecek.
Dilerim tertemiz çıkar şüpheli sayfalar ve ülkemizde futbol, bu olaylarla masumiyet çağını kapatıp yeni bir çağ açmaz kendine.
Ama görünen o ki, bu spora gönül verenlerin her hafta tek eğlencesi olan 90 dakikasına yapılan şike, şu anda yapılan en büyük şikedir ne yazık ki.
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2011
ÖLDÜRÜLEN Hrant Dink’in ardından “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz.” Öldüren Ogün Samast’ın ardından “Hepimiz Ogün’üz.”
Öldürülen bir eşcinselin ardından “Hepimiz eşcinseliz.”
Saldırıya uğrayan İbrahim Tatlıses’in ardından “Hepimiz İbo’yuz.”
Evrim varsa, bu durumda bence “hepimiz maymunuz.”
Kürt meselesiyle her fırsatta “Hepimiz Kürdüz.”
Katledilen Güldünya’nın ardından kadınlar “Hepimiz Güldünya’yız.”
Gazze’ye yardım götüren gemilerin saldırıya uğramasıyla “Hepimiz Gazzeliyiz.”
İsrail’ in uyguladığı şiddeti protesto etmek için “Hepimiz Filistinliyiz.”
Twitter’da bedenini bir et gibi sergileyen kadına destek vermek için “Hepimiz Pampişiz.”
Dayak yiyen şarkıcı Ajdar’ın ardından “Hepimiz Ajdar’ız, hepimiz naneyiz.”
Örnekler giderek çoğaltılabilir.
Gerekli gereksiz, saçma, gülünç, mantıklı “Hepimiz” dilimizde artık bir duyarlılık ölçüsü.
Doğru ya da yanlış her yerde kullanıyoruz.
Toplumu sarsan, etkileyen, gündeme oturan herhangi bir konuda destek vermek istiyorsak giriş kelimemiz hazır.
Birlikten kuvvet doğar hesabı;
Hepimiz...
Maksat “hepimiz” kelimesini duyan herkesin sorgulamadan katılımını sağlamak. Ötekini aynılaştırarak meşrulaştırmak ve güç katmak.
Ama faydasız.
Çünkü, bu yazıyı okuyan hepimiz Ermeni, Kürt, Güldünya vs. değiliz.
Hepimiz aslında sadece insanız.
Ve bu yazıyı okuyan hiçbirimiz ne değiliz biliyor musunuz?
Bugüne kadar hiç duymadım, siz de duymadınız ama “Şehit değiliz.”
Tek korkum hepimizin gün gelip de “Yıkıntılar arasında yakınlarını arayan öksüz savaş çocukları gibi*” olma ihtimalimiz.
Ve siz, ben, hepimiz aynı gemideyiz.
Bunun hala farkında değilsek hepimiz eşeğiz.
* Murathan Mungan
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2011
Benim için bir nar gibidir yalnızlık, “çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane “ ... Amy Jade Winehouse’un aşırı dozda uyuşturucu nedeniyle kalp krizinden öldüğünü duydum.
İnanmadım elbette...
Kanında kolaylıkla tespit edilirdi dikkatle bakılsaydı oysa.
O aşırı dozda yalnızlıktan öldü.
Bir insanın ölürken bile yanında kimsenin olmamasından daha korkunç bir yalnızlık var mıdır ?
3 yıl önce cenaze törenini planlayan ailesi, skandallarından, uyuşturucu ve alkolden ayakta duramazken çekilen fotoğrafları, iptal edilen konserlerinden bile nemalanan menajerleri ve arkasından sahtekarca gözyaşı döken arkadaşlarının ise kendilerinden utanç duymadan konuşabilmesine şaşırıyorum.
Amy Jade Winehouse yalnızlıktan ve terk edilmişlikten ölmeseydi, sıkıntılarına rağmen yaşamaya devam etseydi, direnseydi efsane olacaktı benim için de.
Ama ölümü, uyuşturucuya teslim oluşu, efsanenin bitişi oldu.
Dostlarının ve ailesinin yüreklendirdiği, fikrini desteklediği, yanından ayrılmadığı bir tedaviyi kabul etseydi o zaman da “ Rehab” asla yazılmayacaktı diyen benciller, bir gün içinden kimsenin geçmediği tenha sokaklara dönerler umarım.
Bir efsanenin değil, günümüzden “ ünlü “bir yalnızlığın öyküsü yalnızca bu benim için.
Çok iyi hatırlarım, küçükken tek, dolayısıyla yalnız olduğunu düşündüğüm için üzüldüğüm Tanrıya bunun için üzülmemesini, yalnızlığını gidermek için bizi yarattığını bildiğimi ve ben de yalnız olduğum için kendisiyle arkadaş olabileceğimi fısıldardım geceleri.
O zamanlar küçük bir çocuktum.
Yalnızlık bir çocuğu çabuk büyütür ama bir yetişkini çabuk öldürür.
İnsanın insana verdiği en değerli şey olsa da, insanın kendisini yalnız hissettirecek insanlarla yaşaması daha da trajik.
Şu ilk gruptaki insanlara imrenirim mesela;
Kiminin günü birliktir, erimeden yenmesi gereken bir dondurma gibi tadını çıkarabilir, kiminin ise düzenli bir beraberliğe dönüşmüştür yalnızlıkla ilişkisi.
Buzdolabındaki suyu şişeden içerken rahatsız olmuyorsanız, sarımsak yemeden önce “ kokar mıyım “ diye düşünmüyorsanız, dolaptaki yarısı yenmiş pastada sadece sizin çatal izleriniz varsa, evin her yanında içeri girdiğinizde sizi karşılayan açık bırakılmış bir televizyon sesi, bir müzik, emin olun derin bir yalnızlık var sizin de hayatınızda.
Yoksa da sevinmeyin hemen öyle, nerede, nasıl çıkacağı belli olmaz karşımıza.
Ne iyi olurdu ama değil mi, trafik levhaları gibi tabelalar olsaydı hayatımızda, kalabalık bir yerden geçerken mesela tam karşımızda “ hazırlıklı olun, yalnızlık! “ yazsa ...
Yazının Devamını Oku