17 Ekim 2011
AĞLADIĞIMI duyup yanıma geldi. Ağlarken kimsenin seni duymaması gerektiğini o gün, orada öğrendim. “Ne oldu?” diye sordu. Ayağımı çarpmıştım koşarken. “Evin içinde koşmamalısın” der diye bekledim.
Demedi.
Beklediğimiz şeyleri her zaman duyamayacağımızı o gün, orada öğrendim.
Yatağıma oturmuştum. O da yanıma oturdu.
Yatağımdan “tak” diye bir ses geldi. O sese benzer bir ses duyduğumda hala ürküyorum.
Ayağıma uzandı, “neresi?” diye sordu.
Ağlamaya biraz ara verip, parmağımla işaret ettim. “Yaramaz bir genç kız oldun” dedi.
Halbuki birkaç gün önce annem arkadaşı ile birlikte kahve içerken, onlara “ben de içeceğim” dediğimde, annem “Olmaz, çocuklar kahve içmez” demişti. Çocukluktan genç kızlığa geçişimin bir ayak çarpışı ve birkaç gözyaşı ile olabileceğini bilmiyordum.
Utandım. Gülümsemeye çalıştım, ama canım yanıyordu, gülümseyemedim. Hem ben yalancıktan ağlamazdım? Keşke bilselerdi.
Ayağımı çarptığım yeri okşadı. Sonra parmakları ile yanaklarıma akmış gözyaşlarımı sildi. Sonra ayağa kalktı. “Çok cereyan yapıyor” deyip, kapıyı kapattı. “Cereyan” olması için odanın camının da açık olması gerektiğini o zaman bilmiyordum. Odamın camı kapalıydı.
Tekrar yanıma oturdu. Ayağımı bacağının üzerine koydu. Parmakları ayak bileğimde dolaşmaya başladı. “Orası acımıyor” dedim. İçimden söylediğim için duymamıştı. Aklımdan geçeni söyleyebilmeyi o gün, orada unuttum.
Bu noktaya kadar anlatan sanki yine o gün, orada, odasındaki yatakta oturan küçük kızdı. Titriyordu.
Durdu, sigara paketine uzandı.
Sonrasını anlatmaya başladığında ise ben O, O ise ben olduk.
Ben yavaş yavaş duyduklarımla titremeye başlarken, o sakinleşti, yüzündeki ifade, bedenindeki titreme kayboldu. Önündeki sigaraya uzandı.
Beş yıl böyle devam etti. Ta ki ben 16 yaşıma gelip, benden 3 yaş büyük ilk sevgilime bu olanları anlatana kadar. Anlattım ve sonra o gün onun yanında uyudum...
Bütün geçmişimi o çocuğun ellerinde temizledim o gün.
En azından 16 yaşında bir kız olarak o gün böyle düşünmüştüm.
Sevgilimin yanından ayrılıp eve döndüğümde ona “Artık bitti” dedim,
“Ne bitti?” diye sormadı.
Neyin bittiğini anlamıştı.
Odama döndüm, kapımı kapatıp sessizce ağladım. Aklımdan geçeni tekrar söyleyebilmek güzeldi.
Dün baş sağlığı dilemeye gittiğim arkadaşım yalnız kaldığımızda bana bunları anlattı. “Bunları yazabilir miyim?” diye sorduğumda, “Yaz, bakarsın okumak bana da iyi gelir” deyip, gülümsedi. “Bence gayet iyisin” diyebildim sadece.
Hala titriyordum.
Ne denilebilir, bilememiştim.
“Yaşasaydı ve o da okuyabilseydi keşke yazacaklarını” dedi ve bir sigara daha yaktı.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2011
ÜRÜN oldukça etkili değerli okuyucu !
Denedim.
Kendi üstümde...
Zaten, elinize almaya bile gerek yok, bayılıyorsunuz görür görmez acıdan…
Uzaktan da olsa çok etkili.
Bana güvenmiyorsanız kullanıcı yorumlarını okuyun.
Evcil hayvanının üstünde deneyen varmış.
Karısının, sevgilisinin üstünde...
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2011
İKİ fotoğraf gözümün önünden gitmiyor geçen haftadan beri. Bir cenaze...
Dört belediye görevlisinin kimsesizler mezarlığında toprağa verdiği, ailesinin sahip çıkmadığı bir evlat...
Travesti...
Travesti olduğu için “mahalle baskısı” nedeniyle kardeşini öldürdüğünü söyleyen bir abi...
Aynı kandan, aynı candan bir parça, diğer parçanın hayat hakkını güya “mahalle baskısı” ile elinden alıyor.
Cinayetin nedeni gerçekten iddia ettiği “mahalle baskısı” mı bilmem ama o son yolculuğuna kimsesizler mezarlığında dört kişiyle uğurlanan insanın fotoğrafı, farklılığa tahammül edemeyenlerin kendileştirmesi adına cinayete onay vermesi alameti, bütün mahallenin Allah’ın bir kulunu cinsel kimliği yüzünden lanetlemesi...
Affedemiyorum.
Bir fotoğraf...
Güya kadın şiddetine dikkat çekecek...
Sırtından bıçaklanan bir annenin fotoğrafı, sansürsüz. Okuyucuya şiddetin en alasını uyguluyor.
Savunması ise şiddeti sorgulamak, önlemek...
O fotoğrafı gördükten sonra şiddetin biteceğini ya da azalacağına ikna etmeye çalışıyor okuyucuyu.
Bravo kimsenin aklına gelmemişti.
Ama gelin görün ki haberi görenler, şiddeti değil, basın ahlakını sorguluyor.
Çünkü manzara gayet açık ki şiddetle gelen rating’den büyük zevk alınıyor.
Kaldı ki iyi niyetli olduğunu varsayalım haberin yapılma amacının; bu toplum, sirkteki ayılar gibi kızgın levhalara basarak eğitilemez, kimsenin de buna hakkı yok.
Büyük bir değişim geçiriyoruz.
Umma gebelik yaşayan, şiştikçe şişen, doğuramayan bir kadının bulantıları yaşatılıyor Türkiye’ye ve Türk insanına.
Daha çarpıcı ve değerli sahneleri varken; bir kadının sadece kafasının pencereye sıkıştırılıp tecavüz edildiği sahne ya da masumiyeti, vefayı, yardımı vurguladığı sahneler yerine genç kızın dört adamın tecavüzüne uğradığı bölüm rating rekorları kırıyorsa...
Bir yandan masum öpüşme sahneleri makaslanıp mafya dizileri prime time’dan veriliyorsa...
Bir yanlışlık var içimizde bir yerlerde.
İnsanı aşağılayan, ahlaki çöküşe neden olan, çocukların erişebileceği uzaklıkta, dejenerasyona neden olduğu iddia edilen porno, internette yasaklansa geriye kalan tek şey, pornomu geri verin isimli site olur.
Çünkü biz her gün Türkiye olarak pornoyu izliyoruz ve izletiliyoruz.
Hem de en acıklısından
Ha bu arada Avrupa toplumu çok acayip dejenere olmuş diyorlar.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2011
HARiKA... diye devam ettirmek isterdim merhum Aziz Nesin gibi. Ancak şimdiki çocuklar deyince, “harika” sıfatından önce “şanssız” kelimesi geliyor ilk anda aklıma.
Deniz kenarında taş sektiren babasını izleyen çocuğun, şaşkınlıkla babasına “ne yapıyorsun baba” diye sorması, “taş sektiriyorum” cevabını alınca “taş sektirmek ne demek” deyip öylece kalakalması çok şey anlatmıyor mu?
Sadece taş sektirmenin değil, ağaca çıkmanın, bilye ya da top oynamanın, körebenin, ip atlamanın ne demek olduğunu bilmeyen bir nesil geliyor artık.
Onların oyun denince tek aklına gelen şey internet ve sanal dünyada koşup, düşmanları yenip puan toplamak...
O küçük ekranda, korkunç canavarlarla ölümüne savaşıp “level” atlayan şimdiki çocuklar, hasbelkader elinde karınca görünce çığlığı basan yeni bir nesil.
Şimdiki çocuklar ekmek almaya gönderilip, eve dönene dek ekmeğin yarısını yolda yiyen çocuklar değil artık.
Çünkü şimdiki çocukları ekmek almaya gönderemeyeceğiniz kadar güvensiz bütün sokaklar.
Gece 12’ye kadar kuş cıvıltısı gibi çocuk seslerinin geldiği mahallelerde, şimdi neden sessizliğin sesi var sadece?
“Ayrılık geldi başa, katlanmak gerek
seni çok çok özledim arkadaşım eşek.”
Şarkısının sözlerine içlenip ağlayan çocuklar büyüdü, onların yerine kedi miyavlaması duyunca ağlayan çocuklar geldi.
Pazar günlerinin çamaşır ve banyo gün ilan edildiği evlerde yaşayan o çocuklar, haftada bir gün yıkansa da hiç kokmadı.
Hava temiz, su temizdi ve çıplak ayaklarıyla basacakları toprakları vardı onların...Şimdiki çocuklar her akşam yıkanmadıklarında kokacak kadar şanssız bir ortamda büyüyorlar, hormonlu yiyeceklerle erkenden ergen oluyorlar.
Türkiye’nin çocuklara özel ilk gazetesi “Hürriyet çocuk kulübü” kartı gelince sevinçten çığlıklar atan çocuklar büyüdü, yerine okuma ve yazmayla farkını koyan çocuklar yerine, kendilerini kanıtlamak için pop star ya da yetenek programlarında para edecek yetenekleri varsa değerli olduklarına inanan çocuklar geldi.
Bahçelerde, ağaç tepelerinde büyüyen neslin yerinde şimdi alışveriş merkezlerinde büyüyen çocuklar var.
Onlara eskinin güzelliklerini vermek güç ama her daim geçerli ve güçlü iki şey var ki, hiç olmazsa bunları esirgememek gerekiyor.
Şimdiki çocuklara vereceğiniz en değerli şey sevgi ve güven.
Bunlar da olmasa hepten yandı bizim şimdiki çocuklar.
Sahi o büyüyenlere ne oldu derseniz, onlar “arkadaşım eşek” şarkısını duyduklarında yine ağlıyorlar.
Yazının Devamını Oku 3 Ekim 2011
MECLİS açıldı.<br><br>12 haziran seçimleriyle 78 kadın milletvekili meclise girmeye hak kazandı. Yani Cumhuriyet tarihimizin rekoru kırılmış oldu; yüzde 14’lük bu artışla.
Gördük ki Türkiye kadın hakları alanında, siyasette ciddi bir darboğazı genişletmiş ve yol açmış kadınına.
Ama bu rakam, elbette, bu toplumda kadının yaşadığı şiddeti, tacizi, tecavüzü, töre cinayetlerini görmemizi engellemiyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de cumartesi günü, meclis açılışındaki konuşmasının bir bölümünde, katliama varan kadına yönelik şiddete dikkati çekti.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi, kız çocuklarının eğitiminin önemi, konuşmasında vurguladığı yerlerdi.
Bu konuda Meclis’in gerekli duyarlığı göstereceğine inandığını söyledi.
Şimdi, yeniden meclisimizdeki tabloya bakalım.
Artan kadın sayısı, nicelik olarak umut verse de, galiba nitelik de en az sayı kadar önemli.
Geçen dönemin kadın siyasetçileri TBMM’de neler yaptı?
Kadın sorunlarına dair hangi başarılara imza attı?
Türk kadınını çağdaşlarıyla, sosyal yaşamda aynı seviyeye ulaştırmak için nasıl bir çaba içine girdi?
Doğrusu benim aklımda pek kayda değer bir şey yok.
Kadın vekiller, “kadını “ teğet geçti desek haksızlık etmiş olur muyuz?
Hiç sanmıyorum.
Sadece kadın sorunlarıyla ilgilenmeyi önemsiz ya da değersiz bir eylem sanan kadın vekiller, kadın sorunlarının kıyısından köşesinden geçmediler.
Ve yeni dönem kadın vekillerimiz.
Eminim birbirinden değerli ve özel niteliklere sahipler onlar da...
Peki ama Meclisteki kadın vekil varlığını ve bu artışı biz nasıl hissedeceğiz?
Kadın milletvekili sıfatıyla mı?
Meclisteki manikür, pedikür, kuaför çalışanı sayısının artışıyla mı?
“Meclise kadın eli, siyasette kadın kokusu” vs. gibi sıradan gazete başlıklarıyla mı?
Meclis kulisinde ciddiye alınmak için erkek kılığına girip, erkekçe konular konuşmaya gerek yok sayın kadın vekiller.
Türkiye ekonomisi büyürken, kadın istihdamının azalması sorundur bu ülkede.
Türkiye’de kadın sığınma evinin genelev sayısından az olması, sorundur.
Artarak devam eden kadın cinayetleri, satılan küçük kızlar, tacizler sorundur.
Kadının özgürlüğü sorununu sadece türbana indirgemek sorundur.
Hala mağdurun tecavüzcüsüyle evlendirilmesinin konuşulabildiği ülkede yaklaşan binlerce tecavüz sorundur.
Bunların hepsi, teker teker, büyük sorundur.
Ve bu, derin kesik gibi hala kanayan büyük yaraları, en iyi, o yaraya parmağını basan kadın durdurur.
Sayın kadın vekiller, siz sadece Meclis’in vitrini mi olacaksınız ?
Yoksa canla başla bu sorunların çözümü için kadın derneklerini harekete geçirecek, yeni anayasa ve yasa çalışmalarında etkin roller alarak Türkiye’nin “kader” dediği şeyi değiştirecek misiniz ?
Seçimi sizlerin takdirine bırakıyoruz
Meclise başarıyla giden kadınımızın görevi asıl şimdi başlıyor.
Yolunuz açık olsun.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2011
HERKES ben haklıyım diyor haksız olan kimdir? Herkes en çok bana diyor razı olan kimdir?
Bu nasıl hak aranışı, bu nasıl hak dağılışı
Haklıyız haklı!
Yaşadığımız için...
Haklıyız haklı!
İnsan olduğumuz için...
Değerli müzik adamı Orhan Gencebay’ın müzikal zenginliği olan, eserlerinden biridir “Sen de haklısın.”
Bir gün Orhan Gencebay’dan da konuşuruz sizinle değerli okuyucu ama bugün değil.
Bugün konumuz “hoşgörü.”
Peki neden Orhan Gencebay’la başladık derseniz, yanıtı sözlerin içinde.
Hiçbir ortak noktamız olmasa bile sadece insan olmaktan kaynaklanan ortak paydayla “Sen de haklısın” diyebilmek oldukça kolay.
Peki sizin hoşgörü sıranız geldi mi?
Öyle ya, bizde sadece olgunluk ve yaşlılık dönemlerinde hoş görülen ve yakıştırılan bir durum bu.
Bir çocukla “hoşgörülü” sıfatı pek yan yana gelmez çünkü alışık değilizdir çocukta böyle bir ruh haline.
Okuyanlar hatırlayacaktır; Milli Eğitim Bakanı’nın okullar açılırken yaptığı çağrıdan bahsetmiştim.
Hem öğretmenlerin kullanmasını hem de öğrencilerine öğretmelerini istediği üç söz ve davranış vardı sayın Bakan’ın.
“Özür dilerim”, “Teşekkür ederim” ve “Haklısınız.”
“‘Özür ve teşekkür’ çocuklarımız için yaşama geçirilmesi gereken ve takdir edilecek erdemler ama ‘haklısınız’ otoriteye koşulsuz itaat değil midir?” sorusunu önemli bulan sayın Milli Eğitim Bakanı bir hatırlatmada bulundu, ki oldukça değerliydi.
“Haklısınız” hoşgörüdür.
Karşındakini anlamak, tahammülsüzlüğe barikat kurmaktır.
Farklı fikirleri önyargısız dinleme kabiliyetine sahip olabilme, hoşgörüyle, anlayışla karşı fikirler geliştirebilmektir.
Bu da küçük yaşlarda edinilecek bir erdemdir.
“Budur!” derim ben de.
Yaşadığımız güzel toprakların, güzel olmayan en büyük sorunlarından biri belki de “Hoşgörüsüzlük ve tahammülsüzlük” değil midir?
Durum böyleyken teşekkür etmeyi, özür dilemeyi ve en önemlisi HOŞGÖRÜ’yü bilen bir nesilin yetişecek olması sizi de umut vermiyor mu?
Ve, evet sayın Milli Eğitim Bakanı, “Sen de haklısın” diyebilecek bir insanın, ilköğretim sıralarında bu erdemle yetişecek olması, Türkiye’de birbirine katlanamamazlığın giderek tedirgin ettiği şu dönemlerde, sizin hoşgörüye çağıran anlamlı söyleminiz beni heyecanlandırıyor, teşekkürler...
Yazının Devamını Oku 26 Eylül 2011
Bilimsel bir deneyde iki denekten birisiniz.
Denetmeniniz size, deneyin amacının, cezalandırmanın öğrenme üzerindeki etkisi olduğunu söylüyor
Ceza aracınız da elinizin altındaki elektrik voltajı.
Denetmen, bilinmeyen her soru karşılığında yükseltmenizi söylüyor voltajı.
Kaç volta kadar yükseltirsiniz elektriği ceza verdiğinizde, nereye kadar uygularsınız elektrik şokunu?
Gerçekte bu deneyde sizden gizlenen niyet, otorite mekanizmalarıyla birlikte yaşayan insanların nasıl birer canavara dönüşebilecekleri.
Düşünmek yerine sorgulamadan kendini otoriteye teslim eden insan vicdanının da, otorite karşısında nasıl yok olabileceğini gösteren bu deneyin sonucunda, ruh sağlıkları gayet yerinde olan 40 denekten 24’ü, bilinmeyen her soruyla, öğrenci rolündeki deneğe( ki bu denek aslında durumdan haberdar bir oyuncuydu ve elektrik şoku almış gibi sesler çıkarıyordu) 15 volttan 450 volta kadar elektrik verdi.
Deney, başka ülkelerde, farklı deneklerle tekrarlandı, sonuç aynıydı.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2011
“SEYİRCİSİZ maç oynama” cezası alacak olan takımların maçlarına, kadın izleyiciler, yanlarında anneleri olmak şartıyla on iki yaş ve altı çocuklar parasız olarak gidecekler. Bu cümlede geçen ödüllendirilmiş ve cezalandırılmış kişileri bulunuz.
Dünya futbolunda eşi benzeri olmayan bir uygulama.
Kulağa tuhaf geliyor.
Ceza niteliği taşıyan bir durum uygulamaya konuluyor.
Ama maçlara kadın ve çocuklar alınıyor.
Yani, “erkeksiz oynama cezası.”
Yani, “al sana ceza, maçlarına sadece kadın ve çocuklar gelecek.”
Kadın ve çocuklar tezahürat yapmayacak mı?
Hem de en alasından.
Kadın fanatikler küfür etmeyecek mi?
Hem de en duyulmamış, ceplerinde erkek fanatiklerle rahatlıkla boy ölçüşecek cinsten küfürleriyle girecekler stadyuma.
Ayrıca, bavul gibi çantalara neler sığacağını tahmin bile edemezsiniz.
Kadın fanatiğin erkek fanatikten farkı nedir ya da taraftarın kadını erkeği mi olur?
TFF’nin mantığına göre, kadın ve çocukları stadyuma çağırmak, sıfır seyirci anlamına geliyorsa bu da kadın ve çocuk eşittir sıfır, yani yok demek değil midir düz mantıkla?
Cezalı kanallara yayınlarını durdurmak yerine belgesel yayınlama cezası verilmesi gibi komik bir hale dönüşüyor ceza.
Bunun, bir cezanın uygulaması olduğunu düşünmeden, ödüllendirildiğini sanarak koşa koşa maça giden kadınların da uygulamayla gurur duyması ayrı tuhaflık.
Kombine bilet sahiplerinin suçu ne?
Ya da maçı adam gibi izleyen adamların?
Bütün kadınlar melek midir?
Ya da bütün erkekler kontrolsüz yaratıklar mıdır -sahi aklıma takıldı transseksüller ne olacaklar?
Bir takımı cezalandırmak amaçlı uygulamada 30 bin erkek yerine 30 bin kadına oynamak, bir futbolcuyu motive edebilir kabul ama kim cezalandırılmış, kim ödüllendirilmiş oluyor bu durumda?
Pozitif ayrımcılık değil, kadın ve çocuğu “adam” yerine koymamak değil midir cezanın bu şekilde uygulanışı?
Ve aynı zamanda cinsiyet üzerinden insan hakları ihlali?
TFF, futbol adına aldığı dünyada eşi benzeri olmayan kararlarıyla, liglerden iyice soğuyan milletin bu karara tepkisine nasıl bir çözüm bulacak sizce?
Bir dahaki sefere “Damsız girilmez” uygulaması başlatırsa ben hiç şaşırmayacağım.
Maça verilen “seyircisiz cezası” bu şekilde kaldırılmak istendiyse, hayır TFF, Türk futbolseveri tam olarak bunu demek istememişti.
Yazının Devamını Oku