2 Mayıs 2011
GİTMİŞ olması değil dönmeyecek olması beni terk ettiği anlamına gelir.
O halde henüz terk edilmiş sayılmam.
Dönmeyeceğinden kim emin olabilir ki üstelik, öyle değil mi?
Bu ilk değil aslında ve belki bu yüzden bu duyguya alışmış olmam gerektiğini düşünebilirsiniz.
Sorarım, siz alışabildiniz mi terk edilmeye?
Ben hayır, her defasında yeniden ve ilk kez ama daha da şiddetli bir sancı, küçük bir kurtçuk gibi ağır ağır damarlarımda geziniyor.
Siz ne hissediyorsunuz böyle anlarda bilemem ama ben gariptir bacağımın kopmuş olduğu duygusuna kapılıyorum.
Hatta topallamaya başlıyorum, gülmeyin rica ederim.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2011
BAŞLIĞI biraz karışık bulanlar için sadeleştirelim:
Memleketimizde günlük yaşamdaki kullanım alanı özetle “kedidir kedi”yi kapsar.
Biraz daha basitleştirecek olursak “takma olur böyle şeyler” - ama yok takıp, olayı büyütürsen başına bir şeyler gelme ihtimali de yok değil ona göre ayağını denk al – anlamına da gelir.
Benim lügatımdaki anlamı ise kısaca ve basit olarak söylemek gerekirse “ay pardon” olarak özetlenebilir.
Oysa bu kelimelerin günümüzdeki anlam ve işlevi bu kadar basit ve masum değil.
Sistematik skandalların, sehven ve hileyle işlenen suçların, üstü örtülmek istenen türlü rezaletin kulağa daha hoş, daha bilimsel gelmesi ve yaptırımdan muafmış havası vermesi, bu cümleleleri kullananlar için de süsleme sanatı gibi gönül okşaması, can simidi vazifesi görmesi kelimelerin çoktan evrim geçirdiği ve anlam değişikliğine uğradığı anlamında.
Hele birileri durumdan vazife çıkarıp suçlunun savunmasından tatmin olduysa durum daha da fena, tufana dönüyor ardı arkası gelmiyor, münferit olmaktan çıkıp mütemadi suça dönüşüyor.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2011
“DÜNYADAKİ tek çocuk bayramı” tanımlamasının ardına sığınırız. Dilimize pelesenk olmuş gibi her 23 Nisan’da aynı cümle.
Başka sığınacak birşeyimiz yoktur çünkü çocuklar için yaptığımız.
Türkiye’de çocuklar sevilmez oysa.
Mustafa Kemal’in ardından geleceğin, adaletin, özgürlüğün, memleketin emanet edildiği çocuklar için doğru dürüst hiçbir yatırım yapılmamıştır çünkü.
Siyasete, medyaya, teröre, oy avcılığına, insan sömürüsüne malzeme yapılmaktan başka hiçbir değeri yoktur çocukların.
Çünkü biz çocukları sevmeyiz.
Bu kadar basit.
Her yıl yüzde bilmem kaç büyüdüğümüzün, refah düzeyinde bilmem kaçıncı sırada olduğumuzun, borsadaki rekorların, hangi gereksiz ülkeye vizenin kalkmış olmasının zerre kadar önemi yoktur şu haberleri okuyorsak yaşadığımız ülkenin gazetesinde:
Başlık parası karşılığında satılan çocuklar.
Kana bulaşmış terörün önünde sokağa sürülen, taş atan çocuklar.
Tecavüze uğrayan, öldürülen çocuklar.
Anadilde eğitim bahanesiyle elinden kitabı alınan, okula gönderilmeyen, öğretmeni öldürülen çocuklar.
Yokluktan, yoksulluktan, sahipsizlikten, cehaletten, yaramazlıktan! ölen, kaybolan çocuklar.
Canını dişine takmış bir gelecek sahibi olmak için çalışan, beyninden başka hiçbir sermayesi olmayan, hakları yenen ve yenilmesine göz yumulan çocuklar.
Her taraftan kuşatılmış, tek kurtuluşunun kısa yoldan, işi kitabına uydurarak köşeyi dönmek olduğu pompalanan, ruhu ve kalbi zehirlenen çocuklar.
Sanattan, bilimden, edebiyattan, özgür düşünceden uzak büyütülen, birey değil sürünün parçası olmaya aday çocuklar.
Bu tabloya bakıp da gelecek için kaygı duymayan insan ya kördür ya yalancı.
Nazım Hikmet’in
“Dünyayı çocuklara verelim
Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler” dediği çocuklarımıza olan sorumluluk ya da görev devletin kuru kuruya okuduğu bayram mesajlarından ibaretse, çocuk bayramı mı? O da ne?
SAKINCALI PARAGRAF
BİR çocuk için gökyüzünün varlık nedeni uçurtma uçurmaktır biraz da. Ankara’nın bazı parklarında uçurtmayı yasaklayan zihniyetin Afganistan’da uçurtmayı yasaklayan zihniyetten farkı nedir?
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2011
HUTBİ Bey’in yolculuğunun bir kısmına tanık olmuşluğum var sadece...
Oturup bir çift laf etmişliğimiz, karşılıklı bir kahve içmişliğimiz yok...
Karanfilli köy ekmeği ya da köy yumurtası almaya giderken arkasından özlemle bakmak nasıl bir duygudur bilmem ve hiç bilemeyeceğim belki de birini gerçekten büyük bir aşkla sevmedikçe.
Bir kız çocuğunun “muhteşem çok” sevdiği bir baba Hutbi Bey.
Kızının çocuğu Hutbi Bey.
İki kadının birden sadece “O” olduğu için sevdiği gerçek aşkı.
Tepedeki güzel taş eve, bisikletiyle getirdiği mektupların hiçbiri bana ait değil. Ne postacılığından haberim vardır bu yüzden ne de sırt çantasını bir kez olsun çapraz asıp uzaklaşırken Mesudiye yollarında görmüşümdür kendisini...
Kendisine aşık olma ihtimalim olabilirdi benim... Ve tabii sizin de...
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2011
HZ. Hüseyin’in Kerbela’da gece yarısı Fuzuli ile konuştuğu sahne...
Çıt yok seyircilerde, konuşmanın tek kelimesini dahi kaçırmamak için pür dikkat kesilmişler. Birden salonu inceden başlayıp giderek yükselen tonda bir melodi dolduruyor:
“Mazi kalbimde yaradır bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin maceradır.”
Oyuncular, sonra seyirciler benim benim bulunduğum yere, ben ise konuyla pek bir ilgi kuramadığım şarkının geldiği yöne bakıyorum, fazla uzağa gidemiyorum..
Bu pek hazin sesin adresi benim çantam.
“Ne kalbinde uyuttu beni, ne buseyle avuttu beni.”
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2011
TÜRKİYE’de tecavüz hoşgörüsü artık nirvanaya ulaştı. Tekirdağ’da bir tecavüz sanığının “samimi itirafı” gerekçe gösterilerek serbest bırakıldığı iddiasından sonra ben de Merkez Bankası’nı soymaya karar verdim.
Savunmam şimdiden hazır ama tecavüzcü gibi hoşgörülür müyüm pek emin değilim.
“Yaptım ama niye bi sor” diye başlayacağım. “Bu ay kredi kartını abartmışım, sevgilim de terk etti, bunalımdayım anlayacağın sayın hakim, ama söz veriyorum bir ara ödeyeceğim.”
Suçum affedilir mi?
Samimi tecavüzcüye gösterilen şefkat, samimi hırsıza neden gösterilmesin anlamış değilim sevgili okuyucu, çok katısın aşkolsun.
Sonuçta, suç ne olursa olsun, mağdurun kadın olması birinci derece hafifletici neden, artık bundan eminim.
Türkiye’de kadın itiliyor, kakılıyor, dövülüyor, sövülüyor...
Aşağılanıyor, alaşağı ediliyor, taciz ediliyor, tecavüz ediliyor...
Göz göre göre ölüme terk ediliyor.
Öldürülüyor.
Ve bırakın bu vakaların önüne geçilmesini, çığ gibi giderek daha da artan bir yaratıcılık ve şiddetle devam ediyor.
Ankara Barosu geçtiğimiz günlerde bir proje başlattı, adı Gelincik Projesi.
Şiddet mağduru kadın ve çocuklara yönelik başlatılan projede, şiddet gören kadınlar “444 43 06” numaralı “Gelincik Hattı’’nı arayarak yardım alabilecek.
Projede 24 saat vardiyalı çalışan kadın avukatlar var.
Yapılan ilk görüşme sonucu mağdurun ihtiyacı doğrultusunda baro görevlisinin de içinde bulunduğu bir araç, anında şikayet eden kişinin evine harekete geçecek ve “Ankara Barosu Gelincik Merkezi”ne getirecek.
Şikayetçi, dava süreci çözümleninceye kadar misafirhanelerde, sığınma evlerinde ve yer yoksa otellerde misafir edilecek ve mağdur kişiyi CMK, adli yardım, TCK, 4320 sayılı “Ailenin Korunması Hakkında Kanun”, Medeni Kanun ile ilgili ayrıntılı bilgi ve donanıma sahip sosyal ve psikolojik iletişim teknikleri konusunda eğitim almış, uzman avukatlar kabul edecek.
Mağdur ile yapılan görüşmeye göre Adli Tıp Kurumu’ndan rapor verilecek, mağdura psikolojik destek verilecek.
Bununla da bitmiyor, kadının haklarını savunma, nafaka işlemleri vs gibi bütün aşamalarda kendisine ücretsiz olarak tahsis edilen avukatlar aracılığıyla halledilirken kadının güvenliği için bu süreçlere bir polis de dahil edilecek.
Şiddete, tecavüze, tacize maruz kalana sahip çıkılması adına önemli bir çalışma ama bu sürecin sonunda kadının güvenliği nasıl sağlanacak, biraz muamma.
Çünkü şikayet sonrasında katledilen birçok kadın var biliyorsunuz.
Projenin bu ilk günlerinde onlarca kadın başvuruda bulunmuş.
Umarım Ankara Barosu’nun bu çalışması Türkiye geneline yayılan bir proje olur.
Fatmagül’ün şişme bebeğinin satıldığı bir ülkede bu çabalar tek başına işe yarar mı bilmem ama kadın hakları ve şiddetin cezasız kalmaması konusunda kadın hareketlerine büyük bir ivme kazandıracağı kesin.
Projede yer alan herkesi yürekten tebrik ediyorum.
SAKINCALI PARAGRAF
Artık karlar eridiğine, havalar ısındığına göre, Bubi tuzağı gibi delik deşik olan Ankara yollarının yapımına başlanmasını vatandaşlar olarak hak etmek için, ne kadar beklemeliyiz daha?
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2011
BÜTÜN tatmin hallerinden önemli ve değerlidir. Çünkü hepsinin önünde ve tamamlayıcısıdır tinsel tatmin.
Anlık değil, süreklidir.
Örneğin, başınızı yastığa koyar koymaz rahatça uyumanızı sağlar.
Kendinizi daha huzurlu, mutlu, hayata ve zorluklarla mücadeleye hazır hissedersiniz.
Güvenmeyi öğrenirsiniz ve güven verirsiniz bir gün siz de.
Size bu tatmini yaşatan topraklara, düşünceye, insana daha çok bağlanır daha büyük bir aşkla seversiniz.
Büyük adamların, büyük açıklamalarına gerek yoktur tinsel tatmin için.
İşlevini dürüstçe, vicdanla, onurla yerine getiren kurumlar ya da sizi önemseyen, varlığınıza değer veren insanlar bu tatmini yaşatabilir size.
Peki yokluğunda ne olur?
Yokluğu sağdaki 0’ları değersizleştiren 1 rakamı gibi anlamsızlaştırır tüm tatminleri.
Tinsel saldırıya uğramış gibi korkar, ürkersiniz. Kimseye güven duymaz, kimsenin sırtına sırtınızı koyarak destek vermezsiniz siz de.
Tinsel hastalıklar oluşur içinizde, tedavisi imkansız. En basitiyle beyninizdeki kaşıntı uyutmaz sizi.
Çevrenizdeki ya da yaşadığınız yerdeki herkesin kötü, çıkarcı, sahtekar, yalancı olduğuna, kandırıldığınıza, yüreğinizin ya da bileğinizin hakkıyla, terinizle hayalinize ulaşmanın sadece hayal olduğuna inanırsınız.
Bundan böyle “amaca ulaşmak her yol mübahtır” filizleri yeşerir içinizde.
Hastalanmaya başlamışsınızdır.
Tinsel organlarınızdan, tecavüzüne uğradığınız insanların, gecikmiş adaletin izi ne kadar yıkasanız da geçmez.
Ve aslında siz kayıpsınızdır artık.
Hele daha yeni yeni yürümeye başlamışsanız, kendi ayakları üzerinde atacağı ilk adımların ürkekliğiyle ama güvenle bırakmışsanız kendinizi, sizi tutacağını sandığınız bir insanın ya da sistemin ellerine...
Bir daha asla eskisi gibi olmazsınız.
Bu ülkede 1 milyon 692 bin 345 çocuğun girdiği, gizli şifre iddialarının havada uçuştuğu bir sınavda, yetkililerin yaptığı gecikmiş, tutarlı olmayan açıklamalar, kimilerine tatmin edici gelse de tatmin olmayan yüzbinlerce çocuk, yüzbinlerce kayıp var artık.
SAKINCALI PARAGRAF
HIŞIMLA ve heybetle ama içinde muhakkak bir paranoid şüpheyle, yanından ya da yakınından geçen tüm araç ve yayalara saldırgan, tehditkar bir tavır sergileyen koruma teröründen nasıl korunabiliriz biz fani, zavallı kullar?
Korumalara, korumadıkları insanlar için, uygulamalı daha saygılı olma dersleri verilse fena mı olur acaba aldıkları eğitimlerde?
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2011
CUMARTESİ akşamı birdenbire karşımda görünce çok şaşırdım. Zaman zaman bir kahve içmeye uğrar ama bu kez haber vermeden gelmişti.
Her zamanki gibi ellerimi çırpıp ismini haykırdım, boynuna atıldım.
O da her zaman ki gibi “Soyadımın a’sını uzatmadan söylüyoruz” dedi ciddi bir tavırla, sevgiyle yüzümü avuçları arasına aldı, gözlerime baktı...
Oyun arkadaşı bulan çocuklar gibi avuçlarının arasından sıyrıldım, ellerinden sürükledim tutup, “Hadi mutfağa” dedim sevinçle, “Kahve hazırlıyordum ben de, ama içime doğmuş gibi fazladan bir fincan çıkarmışım bak... Gerçi ben her akşam böyle yalnız...”
Dudaklarımı bükmüştüm ki sözümü kesti:
“Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hala kabul edemiyor musunuz? bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar.”
“Haklısın, herkes yalnız aslında bu zamanda” dedim.
“İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.”
“O kadar da değil canım, herkes bir insana ihtiyaç duyuyor, herkes eninde sonunda geç de olsa bir aile kurmak istiyor, bunun için çaba harcıyor, izdivaç programlarını bir görsen ağlarsın.”
“İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar. Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi ‘bir takım yabancılar beslemek’tir.”
“Kimse yıllarını bir insanı tanımaya harcamakla geçirmek istemiyor, ilk otuz saniyede beyinde nasıl bir intiba oluşturursa işte.”
“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçtığımız halde ilk rastgeldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?”
“Neden olacak başkaları bizi birkaç dakikada yargılamadan önce biz yapıyoruz bunu, hayal kırıklığına uğramamak, acı çekmemek için.”
“Bütün teessürlerimiz, hayal kırıklıklarımız, hiddetlerimiz, karşımıza çıkan hadiselerin anlaşılmadık, beklenmedik taraflarınadır. Her şeye hazır bulunan ve kimden ne gelebileceğini bilen bir insanı sarsmak mümkün müdür?”
“Benim için mümkün. Kolayca kırılabiliyorum, üzüntülerim açık yara gibi sürekli kanatıyor ruhumu.”
“Kadın sevebileceği zaman sevmiyor, ancak tatmin edilemeyen arzulara üzülüyor, kırılan benliğini tamir etmek istiyor, kaybedilen fırsatlara yanıyor ve bunlar ona aşk çehresi gibi görünüyor.”
“Peki sence nedir aşk?”
“Tarifi imkansız ve mahiyeti bilinmeyen bir şey. Sevmek ve hoşlanmak başka, istemek, bütün ruhuyla, bütün vücuduyla, her şeyiyle istemek başka... Aşk bence bu, istemektir. Mukavemet edilmez bir istemek!”
“Nereden anlayabilirim ki doğru insanı istediğimi?”
“Bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu. Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk.”
“Bulmak bile yetmiyor, cesaret gerekiyor.”
“Dibinde bir ejdarhanın yaşadığı bilinen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, muhakkak ki, dibinde ne olduğu bilinmeyen bir kuyuya inmek cesaretini gösterecek bir insan bulmaktan daha kolaydır.”
“Sahi” diyorum, “Bugün 2 Nisan. Kaç yıl oldu sen gideli?”
Düşünüyor sesli... “1948... 2011... 63” diyor Sabahattin Ali “63 yıl olmuş...”
Yara izlerine bakıyorum, yanık saçlarına... O saatine bakıyor.
“Şimdi ben gidiyorum. Fakat ne zaman çağırırsan gelirim.”
“Nereye çağırırsan gelirim!”
Gidiyor...
SAKINCALI PARAGRAF
Ankara’da, Eskişehir yolundaki Armada AVM’nin karşısındaki yola taşmış demir yığını daha ne kadar ve hangi amaçla orada kalmaya devam edecektir sayın Melih Gökçek? İster uzaydan ister caddenin karşısından bakın Kongre merkezi, otel, otopark, metro, postmodern sanat eseri birşeye benzetmeye çalıştığım ama hiçbirşeye benzetemediğim bu yığını görmekten biz bıktık, siz bıkmadınız mı?
Yazının Devamını Oku