Erol Aksoy

‘Issız Adam’ Balıkçı

17 Ekim 2011
12 Ekim Çarşamba. Hatay’da bir sokak, boylu boyunca kalabalıktı.

Kimi sandalyelere oturmuş, kimi ayakta bir kürsü karşısında toplanmıştı insanlar. Açık havada yapılan bir anma toplantısıydı bu. Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı anma toplantısı. 
Ünlenen takma adıyla “Halikarnas Balıkçısı”. Kısaca “Balıkçı”.
Artık Balıkçı’nın adını taşıyan sokak, 1890’da Girit’te 17 Nisan günü doğmuş olmakla, bir doğum günü kutlar gibi, bu yıl 15 Nisan’da törenle açıldı. 1973’ün 13 Ekim’inde İzmir’de ölmüş olmakla da 12 Ekim günü bir anma toplantısı düzenlenmiş oluyordu.
Girişi, heykeltraş Ekin Erman’ın ustalıkla düzenlediği bir anıtla kapatılıp güzelleştirilen “Cevat Şakir Kabaağaçlı Sokağı”nda bir dairesinde Balıkçı’nın ölümüne varan yıllarda yaşadığı apartmanın kapı üstü duvarında da seramik sanatçısı Pervin Özdemir’in gerçekleştirdiği bir rölyef yer alır.
“Hatay Kültür Sanat Bilim ve Spor Grubu”nun girişimiyle, Dr. Hakan Tartan’ın Konak Belediye Başkanı olarak sağladığı olanaklarla sıradan bir İzmir sokağına çok önemli bir “kültür ve toplum adamı”nın adıyla böylesine can vermek, değerbilirliğin bir biçimde anıtlaşması olsa gerek.

* * *

O gün toplantıda, İzmir’den kopamayıp İzmir’in tarih çetelesini tutarcasına yıllardır didinip duran Şadan Gökovalı ile Yaşar Aksoy, yazar Muzaffer İzgü ve Balıkçı’nın kızı İsmet Noonan ve Dr. Hakan Tartan ile önceki Başkan Muzaffer Tunçağ birer konuşma yaptı.

Yazının Devamını Oku

Muzaffer Tema’nın ölümü

10 Ekim 2011
“Yeşilçam”ın hayatta kalabilmiş “en yaşlı” oyuncusu Muzaffer Tema 4 Ekim 2011 Salı günü öldü. 92 yaşındaydı.

“Yeşilçam”, artık geride kalmış bir sinema anlayışını simgeleyen bir dönemin adı olarak, Türk Sinema Tarihi’nde yerini almıştır. Muzaffer Tema da o dönemin en parlak “yıldız”larından biridir.
Yıldız göktedir de, ya yerdeki yıldızlar!
Tema’nın uzun bir ömür sonu ölümü göstermiştir ki, “yerdeki yıldızlar” bir gün sönüp gidecek ışıltılarına kapılıp kalmış olmalılar ki, Yeşilçam’a yol döşeyip yollarını aydınlatanları karanlıkta bırakmamak gibi bir “vefa” duygusu bile edinememişlerdir.

* * *

“Yeşilçam Sineması”, kuşku yok, bir “yedinci sanat” değildir. Böyle bir kaygısı da olmamıştır zaten. Yıllarca adları film afişlerinden inmemiş, seyircinin gönlünde “taht” kurmuş nice “yıldız” gelip geçmiştir de, bir tanesinin olsun hiç olmazsa, “yıldız”lıktan çıkıp “sanatçı” diye yurt dışında adı bilinir olsun.
1964’te Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı büyük ödülünü kazanan Metin Erksan’ın “Susuz Yaz”ına kadar Yeşilçam, kendi sokağında oyalanır durur. Ya sonrası?
 Sanata açılmış bir yol varken Yeşilçam, “seks” deyip soluk almaya koyulur. O solukta da “yıldız”lar birer birer söner. Muzaffer Tema da, o süreçte görünmez olup gidenlerdendir.

* * *

Yazının Devamını Oku

“Bienal”, beni al değil

26 Eylül 2011
SON günlerde gazetelerde, kimi televizyonlarda bir “bienal” sözüdür gidiyor.

Yetmedi, bir de “ArtBeat” çıktı ortaya ve derken “Perili Köşk”ten söz edilir oldu.
Kıyısından köşesinden hiç birinin İzmir’le bir ilgisi yok!
Sorun da burada gelip çörekleniyor ya.
Neden yok?

* * *

“Bienal” İtalyanca’dan aktarma bir sözcük, “her bir diğer yıl” anlamına gelirmiş, giderek iki yılda bir düzenlenen etkinliklere takılan ad olmuş. Sözü edilen ‘bienal’, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) İstanbul Modern’de “İsimsiz” başlığı altında düzenlediği “12. İstanbul Bienali”.
Sanatla siyaset arasındaki zengin ilişkiyi araştırıyormuş bu Bienal. Biçimsel bakımdan yenilikçi, siyasal anlamda sözünü esirgemeyen yapıtlara yoğunlaşan bir seçkinlik varmış. 1957-1996 arasında yaşayan Küba asıllı Amerikalı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in yapıtlarını çıkış noktası almış da “İsimsiz”in sanatçıları, bir yandan kişiselle siyasal arasındaki alanı kat ederken bir yandan da sanatsal üretimin biçimsel yönlerine önem verip günlük yaşam temaları üzerinden üst modernizm, minimalizm ve kavramsalcılık vurgusu yapıyorlarmış. “Homo”luktan “yatak işleri”ne kadar uzanan bir en uçta oluş, bir uçukluk! Sanat, yaratıcılığın iplerini koparmış gidiyor.

Yazının Devamını Oku

Can Yücel “taş” değil

12 Eylül 2011
İZMİR’den güneye doğru Ege kıyıları boyunca inerseniz, Batı’ya doğru parmağını uzatmış da, sanki artık uzanamadan kalmış gibi bir yer yolunuzu keser:

Datça Yarımadası. Bir yanda Akdeniz’i bir yanda Ege Denizi’ni görür o Yarımada.
Ve orada denizi en sonsuzluğuna değin görmek ister gibi biri yatar, mezarında: Can Yücel.
Yaşadığı yerlerden uzak, uzakta!
Hiç olmazsa o sonsuz uykuda haberi olmayacak ya, neler yaşanacakmış da...
Datça’nın bir tepesinde, denizle sevdalaşır gibi esen yellerle barışık.

***

Ben, Can Yücel’i babası Hasan Âli Yücel’den ayrı düşünememişimdir hep. O da öyle söylemiyor mu en duyarlı şiirlerinden birinde:

Yazının Devamını Oku

Gitti Ramazan bitti bayram

5 Eylül 2011
Ramazan’ı, Bayram’ını da kutlayıp geride bıraktık. İbadetini yapanlar oldu tamıyla ya da eksiğiyle. Geçiştirip gidenler de oldu, kuşkusuz!

Kimine sevap, kimine günah yazılmış ola? Allah  bilir. Yazılıp yazılmadı mı, onu da Allah bilir.       
Son yıllarda, özellikle kentlerde, yerel yönetimlerin açılımlarıyla halka “iftar sofraları” kurulunca Ramazan, top patladı patlayacak derken, meydanlarda da kendini gösterir oldu. Saraylardan, köşklerden, konaklardan sokağa inince Ramazan’ın Sofrası da iyice yoksullaştı çaresiz.

***      

İzmir, yer yer yerelleriyle Ramazan’ın iftarını meydanlarda açma telaşında olmayan kentlerin önde geleni sayılır. Ramazan’a uzak duruşundan değil, inancın kutsallığı adına saygılı duruşundan.     
Akşama doğru fırınlar önünde pide kuyrukları. Orucunu açmak için lokanta masalarındaki boş tabaklar önünde bir tevekkülle akşam ezanın sesini bekleyenler.  Yatsıda teravih namazı için dolan camiler. Saygı, sevgiyi eksiltecek değil ya.      
İzmir bu yıl, iftar sofrasına yeni bir aş konmuş gibi, akşam sonrasını “sanatsal”  bir tad içinde geçirme seçeneğiyle tanışmış oldu. Anakent Belediye Başkanlığı, “Yeniden Sinematek” adını verdiği etkinliği Ramazan’ın 3. günü  başlattı. Dünya Sinema Tarihi’nin ölmezleri arasında yer alan sekiz film, birer hafta arayla – Bayram’ı da aşarak - Havagagazı Fabrikası’nda halka ücretsiz sunulmuş oluyor.
Yerel Belediyeler arasında özellikle Konak Belediye Başkanlığı, “Ramazan Eğlenceleri” adıyla bir dizi etkinliği Fasıl, Ortaoyunu, Karagöz, Kukla, Kanto ile çeşitleyip ilçenin değişik yerlerine yayarak İstanbul’un sönüp gitmiş Direklerarası’nı sokağa indirmiş oldu.

Yazının Devamını Oku

Maskların müzesi (2)

29 Ağustos 2011
ALSANCAK’ın o dar sokaklarından birinde, hafif içkilerini yudumlayanların arasından geçerken, 1448 Sokak’ta, bir yabancı görsellik sizi sessizce çağırır gibi yanıbaşınızda beliriverir: “Mask Müzesi”.

Koruma altına alınmış eski bir levanten evidir burası. Böylesi çoğu yapılar eğlenceye yönelik mekânlara dönüşürken Hüseyin İnal Öz mülkiyetindeki o Alsancak Evi’ni Konak Belediyesi’ne bağışlamış. Konak Belediye Başkanı Dr.Hakan Tartan -sanata duyarlılığı önceki başkanlarla hiç karşılatırılamaz doğrusu- cıvıl cıvıl bir ortamın ortasına “yaşamayan” bir dünyayı oturtuvermiş.
Doğru yapılmış, iyi yapılmış, olmayandan bir olabilire varılmış.

* * *

Türklerde “eski değerleri korumak, belgelemek” anlamında bir “müze kültürü” olduğu söylenemez. Ola ki, Orta Asya’dan Avrupa’ya yıllar boyu uzanıp giderken “geriye bakmayan” bir yaşama biçiminin DNA’mıza bıraktığı bir kalıntı!
Mask Müzesi, “butik müze” diye sunuluyor. “Mask”tan “maske”ye vardıktan sonra bir de “butik” yapıvermişiz “müze”yi!
Fransız’ın giyim ve süs eşyası satılan “dükkan” dediği “boutique”, bizde “seçkin alışveriş yeri” olma özentisini vurgular olmuş da şimdi müzeyi “butik”leştirmek Türkçe’mizin “bitik”liğinden mi!
Yunan’dan çıkıp Fransızın dilinde “mouseion - perilerin tapınağı” diye mayalanıp da bizde “müze” oluşuna alışmıştık da bir de başına bir “butik”i almış olanı çıktı karşımıza! Yine de adını yakıştıramadık diye Mask Müzesi’ne gitmekten vazgeçecek değiliz ya.

*

Yazının Devamını Oku

Maskların müzesi (1)

22 Ağustos 2011
“Mask” mı, “maske” mi? Her ikisi de yüzünüzü örtsün sizi gizlesin diye yapılır da güzel Türkçemiz -çaresizliğinden mi, yoksa kolaycı kurnazlığından mı- birer ince anlam oturtuvermiş “mask” ile “maske”ye.

Sözüm “Mask Müzesi” üstüne olacaktı da Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan’ın girişimiyle Alsancak’ın güzelim dar sokaklarından birinde açılmış o müzeyi dolaşırken aklıma düşüverdi, dilimizin artık maskeleyeceğimiz kadar açık gerçeği.
Ne “mask” dilimizin sözü, ne “maske”. Hele “müze” hiç değil!
Oysa açıvermişiz bir “sergi” yeri; içine koymuşuz geleneğimizle, geçmiş yaşantımızla hiç ilgisi olmayan Afrika’dan, Çin’den, Avrupa’dan çıkıvermiş o “suret”leri, demişiz adına “Mask Müzesi”.
Ya başka ne diyecektik ki! Uydursak da bulamayız ki!

***

Nereden nereye!
Sıyırıverin örtüsünü, karşınıza bir hayalet gibi Latince çıkıverirmiş: “mascus” ya da “masca”. Romalıların  “hayalet” dedikleri.

Yazının Devamını Oku

“Kavak Yelleri” ve İzmir

15 Ağustos 2011
Urla’da başlayan bir gençlik öyküsü Sığacık’ta son buldu.

“Kavak Yelleri” bir yaz günü, esintisi ne kadar süreceği belli olmadan, Çeşmealtı kıyılarında esmeye başlamıştı. Sanki bir kurban gibiydi dizi. Adı sanı bilinmeyen genç oyuncular, yaz sıcağında izleyiciyi ekrana bağlamanın soğukluğu ve bir Amerikan dizisinden yola çıkmanın sevimsizliği!
Nasıl büyülü bir bağdır ki, bilinmez, birden bire “Kavak Yelleri” izlenme yüzdelerinde birinci olmayı uzun süre sürdürdü, özellikle gençliğin gözdesi olup çıktı.
Yine nasıl bir bağlılıktır ki, hiç çözememişimdir, “Mine’nin Dedesi”, “Osman Amca” diye yolda önümü kesenleri ya da arabamı sürerken çığlıklarla el sallayanları!
Ya Aslı’da Pelin Karahan’ın, Mine’de Aslı Enver’in, Deniz’de İbrahim Kendirci’nin, Efe’de Dağhan Külegeç’in, sonraları Güven’de Sarp Apak’ın karşı karşıya kaldıkları!
Geride tatlı bir “dostluk hatırası” gibi kaldı artık “Kavak Yelleri”.

***

Gerçekte “Kavak Yelleri” neydi, ne getirdi; oynayanlara değil, İzmir’e, Urla’ya, Seferihisar’a, Sığacık’a...

Yazının Devamını Oku