“Ne ilgisi var şimdi, sanatın sıkışıp kaldığı köşe yazısında bir siyasetçinin!” diye düşünür mü kimileri! Olsun, hele yazalım da...
***
İlber Ortaylı, Milliyet’deki yazısında “Özlenecek bir devlet adamıydı” diyor.
“Özlemek” bir duygudur. Tanır, bilir, benimserseniz, bir de duygu değerleriniz örselenmemişse özlersiniz kişiyi.
Ali İhsan Göğüş’ün ölümünün -üstelik 1960 öncesi basının önde gelen kişilerinden biri idiyse o- yayın ortamında yankı bulmaması, Cumhuriyet değerlerinin ne denli değişip yok olduğunun bir göstergesi olsa gerek.
“Cumhuriyetin top sesleri arasında doğdum” dermiş Ali İhsan Göğüş. Türkiye Cumhuriyeti’ne giden yolda bağımsızlık savaşımına katılmış, Atatürk değerlerine yürekten inanıp bağlanmış Gaziantep’in “köklü” bir ailesinden gelen Göğüş’ün “bir köşeye çekilme” ile noktalayıp, sürdürdüğü yaşantısı, “demokratik gelişme”nin değişimlerinin çelişkilerine saplanıp kalmış olmalı.
“Dünya”, “Cumhuriyet” gibi gazeteleri yönet, 1960 öncesi “demokrasi kavgası”nda önemli yeri olan “Akis” yanında “Kim” dergisini yayınla, İsmet İnönü’nün bulup çıkardığı “genç” bir değer olarak siyaset sahnesinde yerini al, Türkiye’nin ilk Turizm ve Tanıtma Bakanı ol, “tatil köyleri” oluşumunun yolunu aç ve kendini unutulmuş bir köşede bul!
Ve “diplomalı sanatçılar” biri Devlet’e biri Yerel’e doğru, iki yana açılmış elleriyle beklemekte “iş” diye, sayıları gün geçtikçe arta arta.
Ne Devlet’te aralanan bir kapı, ne Yerel’de bir muştu!
Böyle sürüp gidecek mi bu tıkanmışlık?
***
İstanbul’u mesken seçenler, dar da olsa, bir yol bulmuşlar gibi görünüyor. Bir araya gelen kızlı erkekli işsiz kimi “diplomalı tiyatrocular”, 50 kadar sandalyenin sığacağı bir yer bulup “tiyatro” yapıyorlar.
Onları ayakta tutan, var olma yolunda bir kafa tutuş. Bir “imece” oluyor sanki emekleri.
İzmir bir örneğini yaşadı bu “imece”nin: “İşsizler Orkestrası”. Konserler verip salonları doldurmuş olsalar da, sürekliliği sağlayacak bir “can damarı” bulamadıklarından Anakent Belediyesi’nden “kadro” bekler duruma düşüverdiler.
***
Bir tuhaf “çelişki” aşılabilirse!
“Bakan” olan “genel” bakar; söz konusu bir “kent” ise yaklaşım, “yerel” oluverir.
Ve “insana yatırım” yapılacaksa, bu, Bakan’ın işi midir yoksa Yerel Başkanlar’ın mı?
* * *
Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı İzmir’de üç temel sanat kurumu var: Devlet Tiyatrosu, Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Senfoni Orkestrası.
Anakent ile İlçe Belediyeleri’nin yoktan varettiği hiçbir sanat kurumu yok.
Tuhaflık şurada ki, başı “devlet” olan kurumların “devlet mülkü” yerleşik bir yerleri yok; ne sahneleri, ne çalışma yerleri, ne dekor-kostüm işlikleri. Şaşırtıcı gelmesin ya, Anakent ile İlçe Belediyeleri bir hayli “kültür-sanat merkezi” inşa etmiş de, ne sanatçısı ne kuruluşu var!
Önceleyin Bakan Ertuğrul Günay’ın Kültür ve Turizm Bakanlığı ‘hayırlara vesile olsun’ diyelim de...
Geneli bir yana koyup “özel”e indiğimizde –hele varsa iki özel- şu “hayır” nasıl bir anlama bürünüp gelecek acaba İzmir’e!
***
Partisinin İzmir çıkarmasıyla aktarılıp İzmir Milletvekili seçildi Sayın Günay. Bu seçimin de seçilmişliğin de “özel” bir anlamı olmalı diye beklemede seçenler. Beni “Kültür ve Turizm”in “kültür” yanı ve daha “özel” bir yaklaşımla “sanat” yanı ilgilendirdiğinden beklentim “hayıra hayır”dan yana ağır basıyor.
Şu adı var ya bakanlığın, Kültür ve Turizm, kuşkum bu yüzden. Birbiriyle pek “ilişkili” imiş gibi görünen “kültür” ile “turizm”, bir bakanlık içine sokulunca, turizm kültürün sanki “can” düşmanı oluveriyor. Hele yanı yöresi eşi az bulunur eski uygarlıkların kalıntılarıyla dolup taşan İzmir söz konusuysa.
İzmir’in nesine gelir turist? Denizine dalıp Kordon’da güneşin batışını seyretmeye değil herhalde.
Turizm, hiç tartışmasız, yabancısı yerlisiyle “tur” yapanı –dönüp dolaşanı- arttıkça ülkenin vazgeçilmez gelir kaynaklarından biri.
Şaşılası şey! Hele varlıklıysan, ola ki dünyanın binbir derdi ile uğraşmak da varsa bir yanda, değil 99 kimbilir kaç 9 bin 99’un tasası olmayan şeyden sen kendine yeni bir dert yarat!
Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın 1911 yılında Kemeraltı’nda açtığı Şifa Eczanesi’nden çıkıp gelen, işte böylesi bir dert. İzmir’deki adıyla “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı”.
Şu Ezcazıbaşılar, onca işin arasında niye kalkışmışlar da dert edinmişler İstanbul’dan sonra İzmir’de “sanatlar üzerine şenlik” düzenlemeyi! Süleyman Dede “Yurdunuzdan aldığınızı, yine yurdunuza veriniz.” demiş de, sanki kendi alanlarında yaptıkları yetmemiş gibi, oğul Dr. Nejat F. Eczacıbaşı, “Yaşamın anlamı, her şeyden çok sanat yoluyla kavranabilir.” deyip üstelemiş, düşmüş bir yola.
Kendilerine “dert”, ya “şifa”sı kime?
Soralım öyleyse: Yaz aylarında dünyaca ünlü sanatçıları izleyip dinlemek kaç İzmirli’nin derdi ki, şu 25 yıldır sürüp giden “Uluslararası İzmir Festivali” bir “şifa” olsun?
***
Güzel sanatlardan yana “ihtiyaç” sayıya vuruldu mu sonuç Afrika olur! Türkiye, Afrika’da bir Sudan, ya da Asya’da bir Suudi Arabistan, tut ki komşu İran!
25’inci imiş bu. “25’inci” mi desek!. Festival’in başladığı 1987 yılında doğanlar 25 yaşında şimdi!
Ben 76’ımda ancak 25.’sinde tanışabildim Festival’le. Benim adıma ne duyarsızlık!
Ya da İKSEV adına, ne içine kapanıklılık.
Oysa benim Eczacıbaşı Sanat Şenlikleri ile tanışmam 1973’e rastlar. Nejat Eczacıbaşı’nın kurduğu İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın girişimiyle Uluslararası İstanbul Müzik Festivali 15 Haziran 1973’te başlıyordu. O sıra TRT Ankara Kültür Bölümü’nden sorumluydum. Böylesi çağdaş bir dizi etkinlik TRT’ce duyurulmamış olsun, olur muydu! O günün oldukça ilkel koşullarıyla gösterileri kabaca filme çekip her hafta yayınlanan “Sanat Çevresi” programında sunuyordum.
O festival, ardından daha nice sanat şenliklerini sürükleyerek gelişti ve Eczacıbaşı’nın sanat duyarlılığı doğduğu kente, İzmir’e uzandı. Yine bir Eczacıbaşı var başında bu duyarlılığın: Filiz Eczacıbaşı Sarper.
* * *
Çoğu kişi ayrımında olmasa da “Eczacıbaşı” adı İzmir’i onurlandıran doruklardan biridir; hele ‘kültür-sanat” deyince birincisidir.
Sandıktan çıkıp da takılıp kalan ya da bir yerlerde tıkılıp kalanlar oyunun kahramanları gibi görünseler de söz onlara düşmediğinden, söz üstüne söz üretenler “milli irade mi, yargının iradesi mi?” deyip gazetelerden televizyonlardan eksilmez oldu.
Kimbilir hangi olayı sürükleyip getirecek böylesine “doğaçlama” oyun yeryüzünde zor bulunur doğrusu! Yine de her çarpıcı oyun gibi bu oyun da sürüp giderken sahne üstüne sahne düğümlenip “doruk”a varacak ve ardından şimdiden kestirilemeyen bir “son”.
Seyirci ayakta mı alkışlar, yoksa şaşkınlıktan donup kalır mı ya da bırakıp gider mi?
“Siyaset sanatı”, yasaların boşluklarından yarattığı doğaçlamalarla sahneden el etek çekmedikçe “sanatçının sanatı”ndan söz etmenin anlamı var mı acaba!
* * *
Yine de sanata şimdilik söz düşmese de demokratik düzenin vazgeçilmezi olan siyasal partiler seçim bildirgelerinde “söz verme” kapısını açık tutmuşlar.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, kültür ve sanat değerlerimizin “muhafaza edilerek yeniden üretilmesi” gibi kendi içinde çelişki taşıyan bir yaklaşımla, üstelik “parti vizyonuna uygun” bir anlayıştan sapmaksızın “yeni bir uygarlık sentezi oluşturma” hedefine vurgu yapmasına karşılık, “keyfi yasaklar ve sansür” olgusunu öne çıkarmakta Cumhuriyet Halk Partisi.