Namı-diğer “Halikarnas Balıkçısı”.
“Halikarnas” dediğimiz, “Bodrum”. Kendisini o yıllarda, sürgün yıllarında, “balıkçı” saymış Cevat Şakir. Yazdığı öyküleri, romanları hep deniz üstüne. Altında üstünde ne varsa o maviliğin. Sanki çeker gibi ağlarını denizin, her damlasından bir soluk taşımış toprağa. Bodrum’da, sokak kapısını kapatıp da avlusuna girdiği o evinin arka kapısından görüp de “Hey!” diye haykırışıyla “merhaba” dediği o denizin…
* * *
Demiş Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan, “Biz Cevat Şakir’in kitaplarıyla büyüdük. O’nun sevgi felsefesini algıladık. İzmir’e de yüreğini taşıyan Balıkçı’ya var borcumuz, ödeyelim.”
Cevat Şakir’in ömrünün son 15 yılının geçip gittiği “Merhaba” apartımanındaki evinin bulunduğu sokak, dinlenme yerleriyle, çiçeklendirilmesiyle, aydınlatılmasıyla bir “sevgi yolu”na dönüşürken, heykeltraş Ekin Erman sokağın girişi için bir büst ve seramik sanatçısı Pervin Özdemir de apartımanının alınlığına yerleştirilmek üzere deniz tutkunluğunu vurgulayan bir rölyef tasarlamaya koyulmuş.
* * *
Sokak, o 15 Nisan günü, coşkulu bir törenle açıldı. “Resmi” değil, bir “gönül” töreniydi.
HANGİ evde olmasın ki, bir bekleyiş - bir umut - bir telaş - bir ürperti - bir heyecan, o evde geleceğe doğru adım atma yaşına gelmiş bir genç kız ya da delikanlı varsa?
Gençler artık ileriye bakmaktan korkuyor olmalı. Çünkü benim genç olduğum günlere benzemiyor artık bugünler. Hani “Ah, nerde bizim zamanımız!” gibisinden bir söz değil bu. Öyle “masum” bir “hasret” ifadesi değil. Yaşlı bir adamın geçmişine sarılıp avunması da değil, öğünmesi de değil.
Düpedüz bir gerçek. Çıkmaz yollarını sağına, soluna, gerisine, berisine döşeyip gençleri çaresiz bırakan bir gerçek.
*
Son YGS Sınavı’nda “şifre” varmış da, gençlerimizin “geleceği” ile oynanıyormuş da..
Doğrusu, “kukla” deyip geçmiş olmalılar ki, tarihin tozlarını silkeleyip gelen o “iki boyutlu” tasvirlerin birden bir “üçüncü” boyutta canlanıp “dördüncü” boyutta devleşircesine sahneye çıkışı,” İzmir Uluslararası 5. Kukla Günleri” içinde, bir köşeye atılmış gibi hiçbir yankı uyandırmadı.
Türkiye’nin gündemi nelerle sallanıp duruyor. Kuklalaşan bir düzene kendilerini kaptırıp gidenler varsa, kim dinler o Surname’nin Kuklaları’nı!
* * *
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın sahneye getirdiği bir oyundu “Surname”. Genel Sanat Yönetmeni Ayşenil Şamlıoğlu, Osmanlı’nın unutulup giden sanat değerlerine düşkünlüğüyle tasarıyı başlatmış, sanatçı Yiğit Sertdemir’in yazarlık ve yönetmenlik becerileri Candan Seda Balaban’ın kukla-maske-giysi gerçekleştirmedeki “tarifsiz” ustalığı ile birleşince, Selim Can Yalçın ve Barış Manisa’nın özgün müziği eşliğinde, Türk Tiyatrosu’nda bir aşamaya varıldığını belgelercesine, kuklalar insanı insana anlatmaya koyulmuş.
Nasıl bir sahne oyunuydu “Surname”, sözle anlatmak olanaksız gibi. Görsel kurgulama, sözcüklerle anlatılanı aşıp gidiyor. Söze dökülmüş bir metin var, tiyatrodur deyip insanlar oynasa, oyun sanki bir hiç! Kuklalar oynadıkça, insanın kendisi bir hiç.
* * *
Denir ya, tiyatrolarda perdeler bir dünyaya açılır da, insan denen kutsal varlığın içiçe geçtikçe derinleşen o çözümsüzlüğünde bir solukluk kapı aralamaya uğraşır durur yazarlarla sanatçılar o sahnelerde.
O “bir başka oyun” da, insanın “daha özgür” olması adına sahneye konulmuş. Uygarlığın beşiği Avrupa, uygarlığını taşıyıp aktardığı Amerika ile şimdi o sahnede başı sonu bilinen o oyunu yeniden oynuyor, uçaklarla – kruvazörlerle - denizaltılarla - güdümlü füzelerle – ve ve ve...
* * *
2011 Dünya Tiyatro Günü Evrensel Bildirisi’ni Uganda’lı bir akdemisyen, Jessica A.Kaahwa yazmış. “Birleşmiş Milletler dünyanın dört bir tarafında barışı koruma misyonu altında güç kullanarak çok büyük miktarlar harcarken; tiyatro daha samimi, daha insani, daha az masraflı ve çok daha güçlü bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor.” diyor Uganda’lı Jessica A.Kaahwa.
Ulusal Bildiri’yi yazan tiyatro sanatçısı Ali Poyrazoğlu, “…tiyatro, küçükken annelerimizin -ya da şanslıysak, onlarla yaşayabilmişsek, büyükannelerimizin- ellerimize taktığı yün çilelerine benzer… Biz açarız çileyi, siz sararsınız” diyor.
* * *
Neresinden bakarsanız bakın, gerçek, Shakespeare’in dediği sözde sırıtmakta: “All the world’s a stage, and all the men and women merely players. – Bütün dünya bir sahne, bütün erkek ve kadınlar sadece oyuncu.”
“Kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” denilen Mart’ın daha ilk günlerinde seramik sanatçısı Ümran Baradan mide kanserinden kurtulamadı, 66 yaşında gözlerini yumdu. Mart, daha kendini yarılamamıştı ki, Türkçe’yi güzel konuşma tutkunu Jülide Gülizar zatürreyle başedemediğinden 82 yaşında yaşamdan ayrıldı.
Ve hiç beklemedi Mart’ın günleri, bir haber: Türkücü İbrahim Tatlıses, en sağlıklı günlerini yaşarken, ölümüne bir saldırıya uğramıştı.
* * *
Bu insanlar kimdi, ülkeleri için ne yapmışlardı?
İki ölüm, bir saldırı. Nasıl yankılandı Türkiye’de?
Herhalde İbrahim Tatlıses’in vurulduğunu neredeyse duymayan kalmamıştır. Tatlıses, ‘tanrı vergisi’ sesiyle birden ün kazanmış; görünürlüğünü televizyonlarda türkü söyleyerek sürdürdüğü programlarla yaygınlaştırmış; kazandıklarıyla otobüs taşımacılığı, kebapçıcılık, talih oyunları gibi iş alanlarına yatırım yapmış ve adının karıştığı kimi olaylarla, “olay adam” olarak gündemde kalmayı başarmıştır. Tanrı sağlık versin, Urfa’dan gelip İstanbul’u mesken edinen Tatlıses’e.
* * *
Jülide Gülizar, Ankara’da bir “devlet memuru” olarak yaşayıp emekliye ayrılmış, dilinden başka gücü olmadığı için son soluğuna dek Türkçe’nin değeri üzerine özel televizyonlarda “konuşup durmuş”, kitaplar yazmıştır. Jülide Gülizar, tanınıp bilinmişliğini, kuşkusuz, TRT’nin yayın tekelini elinde tuttuğu günlere borçludur. Ne var ki, medyanın –hiç medyatik olmayan- Gülizar’ı benimsemesi, “Türkçenin güler yüzü” diye uğurlaması onun kişisel başarısıdır.
Tanımış değilim kendisini; tiyatro sahnelerinde yaptıklarını da görmüş değilim. Şirin Devrim’in ölümü, içinde yetiştiği aile çevresinin değerleri ve yaşamı boyunca edindiği kazanımları karşısında, “yitik” olmaktan kurtulamaması açısından da düşündürücü.
Özel yaşamındaki değişimlere karşın soyadını sürekli “Devrim”de tutmuş olması bir yana, çarpıcı yaşam öyküsüyle bir dizi değeri vurgular Şirin Devrim.
* * *
Dede, II. Abdülhamid’in sadrazamı Cevad Paşa’nın kardeşi Şakir Paşa. Anne, daha sonra Irak Sarayı’na gelin giden ünlü “ressam” Fahrünnisa. Baba, “yazar” İzzet Melih Devrim. Erkek kardeş, yine ünlü bir “ressam” Nejad Devrim. Dayı, “Halikarnas Balıkçısı” diye ünlenen Cevat Şakir Kabaağaçlı. Teyze, “ressam-gravür sanatçısı” Aliye Berger. Kardeş çocuğu, “seramik sanatçısı” Füreya. Adları yurt dışına taşmış sanatçılar.
Osmanlının son günlerinden Cumhuriyet`in ilk yıllarına geçerken 1926 yılında doğmuş Şirin Devrim. İstanbul’da Amerikan Kız Koleji’nden sonra 22 yaşında gittiği New York’ta Yale Üniversitesi’nin tiyatro bölümünü bitirmiş.
* * *
Böylesi az bulunur bir kültür, sanat ortamı içinde yaşamış olan Şirin Devrim’den kendi ülkesinde tek geriye kalan, basının tanımladığı üzere, “İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oyun sahneye ilk kadın” olması.
Çok tuhaf!
29 bin 500 metrekarelik alan içine 26.000 metrekarelik tabanı ile oturan AASSM’nin, o “sanat mabedi”nin, dışardan bakılınca –bir fotoğrafçı gözüyle- “işte bu” diyebileceğiniz biçimde, bir bütünlük içinde görülmesi olanaksız.
Diyorlar ki, havadan görünüşüyle bir “keman”a benzermiş AASSM. Kemanın sapı, ana caddeden girişle merdivenlerden çıkılan uzunca bir mermerli yol, sazın gövdesi ana yapı ve sesi derinleştiren iki “s” oyuğu da aşağılardaki iki konser salonu. Güzel de insanlar AASSM, nasıl bir yapıdır görmek için havalanacak değil ki!
Diyorlar ki, “dünyaca ünlü Sydney Opera Binası, Londra’daki Kraliyet Opera Binası gibi” ünlü yapıların akustik tasarımını yapmış yabancı uzmanlar gerçekleştirmiş AASSM’nin ses yayılma düzenini. Sözün içeriği doğru, dışa çıkınca hüzünlendirici. “Londra Kraliyet Opera Binası – London’s Royal Opera House”ın görünüşüne yabancı olsanız da özellikle her yılbaşı kutlamalarında ışıltılar arasında görüntülenen, bir yelkenli gibi o görkemli uzanışıyla, “Sydney Opera Binası” belleğimize işlememiş olsun, olmaz!
Türkiye’de de bütün anıt yapılar, özellikle sanata adanmışlar, önce görsellikleriyle öne çıkar. Ya AASSM? Geçin karşısına, ne görüyorsunuz? Ya da görebiliyor musunuz?
* * *
AASSM üzerinde -ayrıntıya girmeden- içiyle dışıyla üzerinde duruşumun üç nedeni var:
Bu soruda kalsa iyi, daha sorulacak o kadar çok soru var ki. Ve ben sorguladıkça kimileri diyecekler ki, “AASSM’ye karşı mı, karşı!”
İzmir Atatürk Lisesi’nde öğrencilik yıllarımda “münazara” takımında yer alırdım. Müdürümüz Enver Demir’in bizlere anlattığı bir “taktik”i hiç unutmam: “Tartışmanın değişik yöntemleri vardır. Biri de, ileri sürülen düşüncenin geçerliliğini bir yana bırakıp saldırıya geçmektir.”
Hele günümüzde bu “taktik” o kadar geçerlidir ki, birbiri içine geçmiş karşılıklı saldırılar arasında “doğru”, bir bilinmezlik boyutuna ışınlanmış gibi, görünmez olur.
Artık “geriye dönülmez” biçimde karşımızda duran “AASSM Gerçeği”ni, yine de, İzmir gibi Türkiye’nin çağdaşlaşmasında öncü olmuş bir kentin kültür-sanat ataklarında geri kalışını anlamak açısından da irdelemek yararlı olacaktır.
* * *
AASSM, başlangıçta İnciraltı’na doğru deniz kıyısında İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatrosu için, her birine ayrılacak üç ana yapıdan oluşan bir sanat yerleşkesi olarak tasarlanmıştı. Halkın bir “kent kültür-sanat merkezi” diye belleyip benimseyeceği, ilgi yoğunlaşmasını da tetikleyecek mekânsal bütünleşme!
Güzelyalı’daki, otobüs deposu olarak kullanılan o koca alanın boşaltılması ile kent kültür-sanat yapılarının bir çevrim oluşturarak yerleştirilmesi anlayışının yön değiştirdiği anlaşılıyor. Yoksa hiç düşünülüp tartışılmış bir konu değildi AASSM’nin depo alanında inşa edilmesi.