Yıl 2011 olup, İstanbul Avrupa Kültür Başkentliği’nden çekilmiş olmalı ki, film eldeki birkaç kopyasıyla yaygın bir gösterime kavuşamadı.
“Görünmeyen”in İzmir’deki “ilk” gösterimini Konak Belediye Başkanlığı, geride kalan cuma günü, bir söyleşi toplantısı sonrasında gerçekleştirmiş oldu.
Filmin Seferihisar’ın bir dağ kasabası Gödence’de çekilmiş olması, Konak Belediye Başkanlığı’nın girişiminin gerekçesi sayılsa da Başkan Dr. Hakan Tartan’ın sanattan yana güçlü yaklaşımıyla halkın da sanata yaklaşımını sağlamak adına “ücretsiz” uygulamaları olmasaydı, herhalde “Görünmeyen” gibi kimi sanat etkinliği İzmir’de “görülmeden” giderdi.
Dr. Tartan’ın “İzmir Sinemaya Kucağını Açıyor” deyişiyle başlattığı etkinlik boyunca, İzmirliler belli saatlerde Konak Sineması’nda “Görünmeyen”i izleyebilecekler.
“İzmir Sinemaya Kucağını Açıyor” da ne oluyor? Üzerinde durulmaya değer. Yine de o konuyu bir yana birakıp “Görünmeyen”in “görünmeyenine” bir bakalım.
***
Filmde olayın üzerine kurulduğu kişi, ünlü halk ezgileri derleyicisi Macar besteci Bela Bartok’tur. Birbirine âşık iki gencin öyküsüymüş gibi başlar da film, Bela Bartok nasıl girer olayın içine?
600’ü aşkın, çoğu genç, insanlar toplaşmışlar. Durmaksızın dans ediyorlar. Sanki diyorlar, her kıvrak adımın arasına sıkıştırıcasına:
“Savaşma, Danset”.
***
O akşam özel bir gösteriyi izlemek için gelenler Hilton’un en büyük salonunu doldurmuştu.
“Adrian” ile “Anita” idi adları. Biri Urugaylı, öteki Brezilyalı. İspanya’dan gelirlermiş, “Dünya Salsa Şampiyonu” imişler.
Adrian ile Anita, müziğin ahengiyle uzayı sanki yeniden biçimlendirircesine dans ediyordu o gece.
Şaşırsak da gördüğümüze, şaşılacak şey değil kuşkusuz. İnsan denen çözümsüz varlığın çözmeyeceği düğüm yok, “savaş” tutkusundan başka!
***
Hele “şehir”den uzaklaşıp da başka diyarlardan söz edince, kapımızın dışındaki o aydınlıkları anlatır da İzmir’in ışıkları biraz daha kararmış gibi gelir bana.
Bahar Akıncı, bu kez bir ışık tutmuş ki, 20 yıl öncesine, anlatmakta kendi yaşantısından alıp getirdiği çağrışımlarını.
“Herkes için, hele benim kuşağım için ne çok şey ifade ediyor 90’lar kim bilir” diyor, 23 Ocak 2012 Pazartesi yazısında.
“Mustafa Saldal.. Bilekli Reebok ayakkabı.. Atari yarışı.. Gece dışarı çıkamamak.. Alsancak – Karşyaka dolmuşları..”
***
Konusu “sanat” olan bir “köşe”ye işbu yazının yazılmasının nedeni, Bahar Akıncı’nın yazısında, “Beni benden alan bu 90’lar gecesinde” dediği, Okan Bayülgen’in “90’lar nostaljisi” üzerine sürdürdüğü televizyon programının yayınlandığı o gecede, “üşenmeyip” toparladığı 90’lar “twitter” iletilerine yansıyan günlük yaşantıların ne denli “sanatsız” geçtiği gerçeği.
Biri diyor, “Bence 90’lar Lambada’ydı.”
Konu “sanat” ise, ilk akla geliveren herhalde Arkas’ın adı İzmir’le özdeşleşen “deniz taşımacılığı” değil kuşkusuz. Arkas’ın kendi koleksiyonundan seçtiği “post-empresyonist” yaklaşımlı tabloların yer aldığı Fransız Konsolosluğu’ndaki sergi, “süresi uzatılmış” olan.
Öylesine yoğun bir ilgi göstermiş ki, İzmirliler, bu yüzden uzatılmış süresi serginin; daha da uzatılabilirmiş.
İzmirliler “resim sanatı”na yaklaşımları konusunda sınavı geçmiş olmalı.
Ya sınavı geçemeyenler var mı, bu sınama sonrası!
***
“Doğu”dan “Batı”ya doğru bakarsanız, resim “gâvur icadı”dır. “Heykel” ile “resim”, başı çeker özellikle, şu “yaratıcılık” konusunda. Taşı yontup ya da kalemi oynatıp “tasvir” yapmayı “tasavvur” etmek hiç olası mı!
Ortaçağ’ın öncesinde de sonrasında da Batı, heykel ile resim sanatını kendi gerçekliklerini belgelemenin yaratıcı aracına dönüştürmüşler de bizim “doğu” olma özelliğimiz yüzünden yaşantımızı anımsatacak kala kala iki boyutlu ‘minyatürler’ kalmış. “Ebru” da bir sanattır da bir düşünün, ebrudan “hayata dair” ne çıkarabilirsiniz!
Yazmasa sanki bir şey değişecekmiş gibi dünyada!
Yine de anlamlı bir tepkidir “yazmamak”, varsa “anlayan”. Ne gariptir ki, böylesi bir “tepki”ye yol açanların “duyması” gerekir de o “suskuluğu”, asıl onlardır yine “sağır sultanlar”.
Ne yazsan değişir, ne yazmasan değişir.
İşte böyle bir düzendir gider “yazanlar” ile “icracılar” arasında.
Olsun, bugün de benim içimden yazmak gelmiyor.
***
Benim isteksizliğim televizyonda izlediğim bir dış kaynaklı program yüzünden. Ülkenin binbir sorunu varsa da sanat yaklaşımıyla siyasetin oynak gidişine dil uzatmak “haddini aşmak” olacağından BBC’nin o programını dert ediniverdim.
Herkes biliyordu öyle: “Günü gelecek ve gidecek.”
Gerçekte gelmiş miydi?
Hiç gelmeyecek idiyse nasıl gidebilirdi ki!
Karşı durulabilir mi, söz birliği edenlerin alabildiğine haykıracağı bir anda, gecenin bir yarısında, vaktin kaç olduğundan habersiz saatlerin akrebi ile yelkovanının üst üste geldiği o anda diyebilir miyim...
“Hayır!”
***
Sevdiğim değildi o. Anımsadıkça “sevdim seni” de diyebilirdim. Ama ömrümü tükettiğini düşündükçe...
Beklenmedik olan, bu iş değil, Âbidin Erderoğlu ile karşılaşıvermem. Buca Ortaokulu’nda resim öğretmenim, İzmir Atatürk Lisesi’nde resim öğretmenim, adını Türk ressamları arasında saydırmış bir usta.
İzmir’deyken bir e-posta iletisi alınca üzülmüştüm doğrusu.
“Bu hafta ailemin üç büyüğü sanatları ile İstanbul’da buluşuyor. Babam Ozan Sağdıç (fotoğraf), dedem Âbidin Elderoğlu (resim) ve dedemin kuzeni Ömer Eldarov’un (heykel) eserlerinden oluşan “3 KUŞAK - 3 BAKIŞ” adlı karma sergi Aralık 2011 - 5 Ocak 2012 tarihleri arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimar Sinan Salonu - Fındıklı - İstanbul’da gezilebilir.”
Ozan Sağdıç’ı da Ankara yıllarımda yakından tanırdım; bir zamanların ünlü dergisi “Hayat” için çalışan bir fotoğraf sanatçısıydı. Âbidin Elderoğlu’nun keman sanatçısı kızıyla evlenmişti Ozan; doğan çocuklarının neredeyse her gün fotoğraflarını çekerdi.
Demek ki o çocuk, Oğuz, koskoca bir adam olmuş da “3 KUŞAK - 3 BAKIŞ” deyip İstanbul’da resim - fotoğraf - heykel üzerine bir karma sergi düzenliyordu.
Ben İzmir’de olup serginin İstanbul’da açılmış olduğuna tasalanırken şimdi İstanbul’dayım!
***
Paris’teki resim eğitimi sonrası 1932’de Türkiye’ye döner Âbidin Elderoğlu, İzmir Öğretmen Okulu’na resim öğretmeni olarak atanır; ilk kişisel sergisini de o yıl, doğduğu kentte, Denizli’de açar. 1945 yılında İzmir’de düzenlenen “Ege Ressamları Sergisi”nde birincilik ödülünü alır.