Paylaş
Herkes biliyordu öyle: “Günü gelecek ve gidecek.”
Gerçekte gelmiş miydi?
Hiç gelmeyecek idiyse nasıl gidebilirdi ki!
Karşı durulabilir mi, söz birliği edenlerin alabildiğine haykıracağı bir anda, gecenin bir yarısında, vaktin kaç olduğundan habersiz saatlerin akrebi ile yelkovanının üst üste geldiği o anda diyebilir miyim...
“Hayır!”
***
Sevdiğim değildi o. Anımsadıkça “sevdim seni” de diyebilirdim. Ama ömrümü tükettiğini düşündükçe...
Biliyorum yok bir suçu; kabahati bile yok. Kendisi de bilmiyor olmalı kendisini. Ne geldiğini, ne gittiğini.
Yine de yazmak zorundayım işte; o gitmeden gitmiş gibi onu düşünmek zorundayım.
***
Ah, şu insanlar! Olmayanı var ederler, ömür yoluna sanki bir taş koyup yanında bayram ederler.
Acaba?
Depremin yıkıp göçerttikleri var. Mevsim kış ise, kardan yağmurdan ayazdan kendini sakınacak değil ya.
Mevsimler bilmez ki zulmü, ki zâlim olsun!
Yazanlar var, yazdıkları ile depreme uğramış gibi.. Düşünmekle yazmanın aralığında kuşatılmışlar da kalıp durular bir yerlerde.
“Vicdan” nasıl bir şey acaba!
Onun da “gelmişliği” var mı? Ola ki, hiç “gelmemişliği” var.
***
Gelenler, gelmeyenler... Beklenmeden gelenler... Bekledikçe gelmeyenler... Ne geldiği, ne gittiği bilinmeyenler...
Tek gerçek var: Geldik, gideceğiz.
Ben bu yazımı yazdım cuma günü.. 30 Aralık 2011.. Ve bu yazı yayınlanacakmış pazartesi günü... 2 Ocak 2012...
Atlayıvermişim üç gün ötesine.
O gitmiş yine bir geceyarısı.
Dilerim uğramıştır size, yaşayacaklarınızın güzellikleriyle!
Paylaş