Geçen hafta yayımlanan son dış ticaret verileri, etkilerin ekonomide de somut biçimde kendini göstermeye başladığını, ihracatın sıkıntı yaşanan bölge ülkelerine ciddi biçimde azaldığını ortaya koydu.
Ancak görünen o ki, bölgedeki siyasi risklerin Türkiye ekonomisine asıl etkilerini sonbahar aylarından itibaren görmeye başlayacağız. Bir başka deyişle cumhurbaşkanlığı seçimleri jeo-stratejik risklerin asıl etkisi görülmeden gerçekleşmiş olacak. Bu da Başbakan Tayyip Erdoğan’ın lehine bir zamanlama.
Ancak 2015 yıl ortasında yapılacak genel seçimlere kadar ekonomideki risklerin en azından bir bölümünün realize olması da kaçınılmaz görülüyor. Yani Başbakan Erdoğan uyguladığı dış politika ve ekonomik tedbirlerin olumsuz sonuçlarını almadan cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturma imkanı kazanyor. Uyguladığı bu politikaların asıl faturasını ise yeni gelecek Başbakanın ve AKP’nin üstlenmek zorunda kalacağı açık.
İlişkinin yoğun olduğu Rusya, Ukrayna, Libya, Irak gibi Türkiye’nin önemli ihracat pazarlarındaki karışıklıklar ihracatı vurmaya başladı. Türkiye’nin bu ülkelere 1 aylık ihracat kaybı 750 milyon dolar bulurken, temmuz ayı ihracatı da 12.5 milyar dolarda kaldı. Geçtiğimiz yıl temmuz ayıyla karşılaştırıldığında Irak, Rusya, Mısır, Ukrayna, Libya ve İsrail’e olan ihracatı bu yıl büyük ölçüde azalan Türkiye, bu pazarlara bir önceki yıl temmuz ayına kıyasla 755.2 milyon dolar daha az ihracat yaptı. En büyük kaybı ise ihracatın yüzde 46.4 oranında azaldığı Irak’ta yaşadı.
Bu ülkelerdeki sorunların kısa sürede bitmeyeceği açık. Aksine önümüzdeki aylarda bu ülkelerin bazılarında sıkıntıların daha da büyümesi kaçınılmaz görülüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin ihracatının olumsuz etkilenmesi belli ki önümüzdeki dönemde daha da artacak. Bunun yerine yeniden AB pazarındaki payını artıran Türkiye’nin bu boşluğu kısa sürede kapatması ise zor görünüyor.
Bu arada bazı yorumlarda bölgede yaşanan sıkıntının aynı zamanda bir şans yaratabileceği, bu ülkelerin ihracatlarının bir bölümünün Türkiye’ye kayabileceği konuşuluyor ama bu yorumların şimdilik ayakları havada kalıyor.
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın son Enflasyon Raporu’nu açıklarken hem enflasyon hem de faiz konusunda söyledikleri, bence bu iyimserliği açıkça gösterdi.
Erdem Başçı, yüzde 7.6 olarak revize ettikleri yılsonu enflasyon hedefini değiştirmeyeceklerini söyledi. Halbuki Haziran sonu itibariyle yüzde 9.16 olan tüketici fiyat endeksi (TÜFE) artışının yılsonunda yüzde 7.6’ye inmesi çok zor görünüyor. Çünkü geçen yılın ikinci yarısına baktığımızda fiyat artışlarının son 6 ayda toplamı yüzde 3.5 civarındaydı. Geçen yıl Temmuz’da yüzde 0.31 artan TÜFE Ağustos ayında yüzde 0.10 oranında gerilemiş, daha sonra sırasıyla yüzde 0.77, yüzde 1.80, yüzde 0.01, yüzde 0.76 oranlarında aylık artışlar kaydetmişti.
Özetle; geçen yılın ikinci yarısındaki TÜFE baz oranları düşük. Bir başka deyişle Haziran sonu itibariyle yüzde 9.16 yıllık TÜFE artışının yıl sonunda yüzde 7.6 olan yeni hedefe inmesi için, bu yıl ikinci yarı yıldaki toplam TÜFE artışının yüzde 2 civarında olması gerekiyor.
Bunun imkansız olduğunu bence Merkez Bankası yönetimi de biliyor. Ancak bunu bilmesine rağmen son raporda yılsonu enflasyonu için değişiklik yapmadı. Belli ki amaç, enflasyon hedeflemesinde 6.7 ve 8.5 arasındaki marjın üst sınırını yakalamak. Ancak üst sınırın yakalanması bile zor görünüyor.
Hafta başında açıklanacak olan Temmuz ayı enflasyon rakamları aslında tablonun biraz daha netleşmesini sağlayacak. Aylık artış yüzde 1.5’un altında gelirse Temmuz sonu itibariyle yıllık artış yüzde 9’un altına inebilecek. Aksi takdirde yılsonu üst sınırın yakalanması bile zora girmiş olacak.
FAİZDE İNDİRİM SİNYALİ
Son aylarda Merkez Bankası her ay faiz indirimi yaptı ama Başbakan Erdoğan buna rağmen çok daha hızlı ve yüksek oranlı indirimler istemeye devam ediyor.
Son olarak İsrail mallarına boykot adı altında, ilgili-ilgisiz, yerli-yabancı şirketlere ilişkin spekülasyonlar yapılıyor. Birilerinin kızgınlıklarını bağırarak dile getirmeleri doğal olabilir çünkü kişinin kızgınlığı ve öfkesi kendini bağlar. Ancak işin çivisi çıktı; AKP’li belediyeler açık açık boykot gösterileri yapıyor, sosyal medyada şirket listeleri yayınlıyorlar. Yani resmi sorumlulukları olanlar hamaset ve öfke içinde davranıyor. Yetmiyor; halkı bu öfkeli tavırlara doğru sürüklüyorlar.
Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, bazı şeyleri karıştırmamak gerektiğini, bu ülkeyle ticaretin tümüyle bitemeyeceğini söylemiş ama, ardından da “eğer herhangi bir markanın İsrail terörünü desteleyen bir açıklaması varsa onun boykotunu sonuna kadar yapmak lazım” demiş.
Zeybekçi tek başına davranma lüksüne sahip bir vatandaş olsa da söylese neyse.. Ama bir bakan olarak böyle sözler söylemesinin yanlışlığı ortada. İşte bu hamasetin ve öfkenin, ideolojik yaklaşımın ekonomik alanda da geçerli olması anlamına geliyor.
Bir yandan AKP’li belediyeler öte yandan Bakanlar bu söylemlere girerse, bu resmi söylem halini almış demektir. Unutmayalım ki; devlet adamı olması gerekenlerin hamaset, öfke gibi duygularla hareket etme lüksü yoktur. Bu duygularla hareket eden yönetici, yönettiği halkına zarar verir. Halk, ilkel duyguları kaşındığı için memnun olup oy verebilir ama aslında böyle davranmak aynı halkın orta ve uzun dönemde zararı anlamına gelir, faturayı sonra keser.
Kısaca; bunun adı popülizmdir. Faizleri zorla indirtmek gibi, oy için hamasetle boykot söylemine girmek de, ideolojik yaklaşımı ekonomiye sokmak demek…
TOBB’DAN ÖRNEK TAVIR
Bu hamaset eğilimine karşı sağduyulu uyarılar gelmesi ise umut verici. Yazının başlığında tırnak içindeki sözler Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) nin dün yaptığı açıklamadan alındı. TOBB yönetimi, bazı şirketlere dönük boykot çağrıları konusunda duyarlı ve örnek bir tavır alarak, “Yanlış bilgilerle ve iftiraya varan suçlamalarla bunu haksız bir kampanyaya dönüştürmeye çalışmak öncelikle Türkiye ekonomisine zarar verecektir” dedi.
Üstüne üstlük küresel ekonomide likiditenin çekilmesinin yaklaştığı görüldüğü halde, olumsuz haberlerin hepsi yok sayılıyor.
Piyasaların olumsuz haberlere kayıtsız kalması ilk kez olmuyor, daha önce de benzer dönemler yaşadık. Ancak her seferinde satın alınmayan kötü haberler sonunda abartılı biçimde satın alınıp, piyasalarda bozulma yaşandı. Bu kez yaşananın farkı; piyasaların kayıtsızlığının çok uzaması ve hesapsız olması...
Bu farkın en önemli nedeni ise küresel ekonominin, tam büyüme yoluna girmişken, bir kaza yaşamak istememesi...
Riskleri herkes görüyor ancak kimse rakibinden geri kalmak istemiyor, bir kar furyası yaşanırken, buna katılmaktan geri duramıyor. Kayıtsızlık ağır fatura çıkaracak ama “gidişat böyleyken biz de kar edelim, sonra kötüleşirken yolunu bulup yine kar yazacak yöntemi buluruz” mantığı hakim oluyor.
Geçtiğimiz hafta uluslararası alanda, piyasaları etkilemesi gereken çok sayıda olumsuzluk vardı. İŞİD’in ilerlemesi sürerken petrol üretimi ve sevkiyatı üzerindeki riskler arttı. Ukrayna’da Rus yanlıları sivil bir uçağı düşürdü yüzlerce masum insan öldü, durulmaya başlayan Batı ile Rusya’nın gerginliği yeniden alevlendi. İsrail’in Gazze’ye yaptığı hava saldırılar artarken, kara harekatı da başladı, her gün neredeyse yüzlerce masum insan ölüyor. Gelen fotoğraflar tüm dünyada ciddi protestolara neden olacak kadar vahim ama bu felaket de piyasaları beklendiği kadar olumsuz etkilemedi.
Geçen hafta tüm bu olaylar birden, piyasalarda ancak bir-iki gün olumsuz etki yarattı, ardından toparlanma yeniden başladı.
Yine geçen hafta FED başkanı Yellen’dan gelen ılımlı mesajlar, ABD’de faiz artışının 2015’in ileriki aylarında başlayacağı beklentisi yarattı.Tüm bu olumsuz haberlere rağmen piyasaların olumsuz haberleri algılamak istememesinin nedeni “normalleşme adımlarının yine ötelendiği” beklentisi.
Vergi oranları ile devletin vergi gelirleri arasındaki bağlantıyı gösteren “Laffer Eğrisi” nin sahibi Dr. Arthur Laffer’in tütün vergileriyle ilgili yazdığı kitap hafta sonu Londra’da tanıtıldı. Kitapta tütün vergisinde aşırı yüksekliğinin ters teptiği, Türkiye’deki gibi tütündeki maktu ile nispi vergi oranları yanlışlığının hem gelir kaybına yol açıp, hem de sağlık amacından uzaklaştırdığı belirtiliyor. ABD Başkanı Reagan ve İngiltere’nin Demir Leydi’si Thatcher’ın da danışmanlığını yapan Laffer’in saptamaları, Türkiye’deki yanlış vergilemeye birebir uyuyor.
Ülkelerin kendi mali politikalarını oluşturmaları gerektiğini, standart yaklaşım olamayacağını belirten Laffer, tüm hükümetlerin mali hedeflerine ve kamu sağlığı hedeflerine ulaşmak için tütün ürünlerinden özel tüketim vergisi (ÖTV) aldığını hatırlattı. Aritmetik olarak bakıldığında vergi oranları artırıldığında bir dolarlık vergi matrahının vergi gelirini de aynı şekilde artıracağını belirten Laffer, “Ekonomik açıdan bakıldığında ise daha yüksek vergi oranları tüketim için caydırıcı olacak ve daha düşük vergili ürünlere geçişi veya yasa dışı tütün ürünlerine geçişi teşvik ederek vergi matrahını düşürecektir” dedi.
MAKTU VERGİLER TERCİH EDİLİYOR
Tütün vergilemesinin prensipte tütün kullanımını azaltmak için kullanılabilecek iyi bir politika aracı olduğunu kaydeden Laffer, ancak aracın dikkatli yönetilmesi ve tasarlanmasının önemine dikkat çekti. Laffer, pek çok ülkenin ÖTV sistemini tasarlarken öncelikle sigara kullanımını azaltmak için tüketicileri ucuz ürünlere sevk etmeyen, vergi artışlarının etkisini maksimuma çıkaracak maktu vergiye dayalı bir sistem uyguladığını belirtti. Kamu finansmanı ve kamu sağlığı açısından bakıldığında maktu vergilerin nispi vergilere kıyasla tercih edildiğini kaydeden Laffer, “Hükümetin gelirleri müşterinin marka tercihi eğilimlerin bağlı olmadığı için, maktu vergiler daha istikrarlı ve kontrol edilebilir bir vergi kaynağı sunmaktadır”şeklinde konuştu.
Maktu verginin vergi yükünün birim başına eşit olması anlamına geldiğini kaydeden Laffer, “Maktu ÖTV’nin tüm sigaralar için vergi yükünü eşitlediği göz önünde bulundurulduğunda, vergi artışı sonrası sigara tüketiminin düşmesi ihtimali daha yüksektir; çünkü tüketiciler daha düşük düzeyde vergilendirilen sigaralara geçiş yaparak vergi artışının etkisini sıfırlama imkanı bulamaz” dedi
Verilen borç miktarı kimine göre 1 milyar doları buluyor kimine göre ise 500 milyon dolar civarında.
KÜRT Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin Ankara’daki temasları siyasi ilişkilerden çok ekonomik öneme sahip. Türkiye’ye gelmeden K. Irak basınında çıkan haberlerde, Barzani’nin Halkbank’ta biriken petrol parasını almak için bu ziyareti yaptığı belirtildi. Enerji Bakanı Taner Yılmaz ise Halk Bankasında biriken paranın geleceğini konuşmak, geçici hesabın kalıcıya çevrilmesi için görüşmeler yapıldığını söyledi. Hükümetin kürt yönetimiyle girdiği ekonomik ilişkiler de bu ziyaret nedeniyle su yüzüne çıkmaya başladı. Türkiye’nin bu yılın başlarında, Irak’ta yapılan seçimler öncesinde Kürt yönetimine ekonomik destek sağladığı belirtiliyor. Verilen borç miktarı kimine göre 1 milyar doları buluyor kimine göre ise 500 milyon dolar civarında. Bu borcun mekanizmasının nasıl kurulduğu ise tam olarak bilinemezken, ‘enerji sahalarına mahsuben işlem’den söz ediliyor.
2 BAKAN İMZASI TAMAM
Irak’ta yaşanan kargaşa K. Irak yönetimini zor durumda bıraktı ve Irak merkezi yönetiminden bu yıldan 7 milyar dolarlık petrol payı alacağı bulunuyor. Erdoğan’dan Halk Bankası’nda biriken paradan sadece hak ettikleri yüzde 17.18 oranındaki payı değil, merkezi yönetimden alacaklarının tahsiline de izin vermesini istiyorlar. Yani K. Irak sattığı petrolün miktarını artıracak ve Halk Bankası’na gelen paradan 7 milyar dolarlık alacağı mahsup edene kadar gelen paranın tümü K. Irak yönetimine aktarılacak. İşte Mesud Barzani’nin Erdoğan’a asıl bu konu için ziyaret ettiğini öğrendik. Bu arada gerçekten K. Irak yönetiminin Halk Bankası’ndaki hesap için gereken 2 bakan imzası da tamamlanmış oldu.
Bu arada K. Irak’ın para sıkıntısının giderilmesi için, yeni borç verilip verilmeyeceği, bunun gerekirse Halk Bankası’ndan, gelecek petrol paralarına mahsuben, kredi verilebileceği de, Ankara Kulislerinde konuşuluyor. Hükümet, anlaşmanın yapıldığı 27 Kasım 2013 tarihinden önce K. Irak’ın merkezi yönetiminden alacağı için bir şey yapamayacağını daha önce kendilerine söylemişti. Özetle; Türkiye K. Irak yönetiminin ihtiyaç duyduğu finansmanı sağlamak için çabalıyor. Bunun için bulunacak yöntemin kamuoyuna detaylı açıklanacağını ise sanmıyorum.
Kürdistan ilanı zor
Bu hafta TBMM Genel Kuruluna gelecek olan yasaya, burada da maddeler eklenmesi halinde kapsamı daha da genişleyecek. Birbirinden farklı konularda düzenlemelerin bir araya getirilmesi nedeniyle, belki de çorba denilemediği için, torba adı verilen düzenleme, bence yasa yapma biçiminden içindeki maddelere kadar, hiç gelmese çok daha iyi olacaktı. Soma faciasına denk gelince, belki de vahşi kapitalizm koşullarındaki çalışma koşulları iyileştirilir diye umut edildi ama tam tersi oldu. Madenciler için göstermelik ücret maddeleri kondu, facianın nedenlerinden taşeronluk sistemi bile tam olarak önlenmediği gibi, maden ocaklarında “yaşam odaları artı” maddesi bile, AKP’lilerin oylarıyla reddedildi.
Geriye ne kaldı derseniz; tümüyle popülist, yasa ve kurallara uymayan vatandaşlar, işadamları ve devlete af getiren maddeler yeraldı. Başından beri belli ki Hükümetin amaçladığı buydu. Bu arada Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle popülizm had safhaya ulaştığı için, çeşitli kesimlerin desteğini almak için pürüzlü konular gündeme girdi, yeni aflar, imtiyazlar getirildi.
Özet olarak, devletin, kendisi dahil, koyduğu kurallara uymayanlara kıyak çektiği bir torba düzenleme oldu. Bir başka deyişle devletin koyduğu kurallara uyan dürüst vatandaşlar ve işadamları cezalandırılmış oldu.
Düşünün; Maliye Bakanı bile “bu kadar da olmaz” deyip, “kasa affı” denilen af maddesine karşı çıktı ama buna rağmen torbanın içine kondu. Bu madde Reza Zarrab maddesi olarak da kayıtlara geçti, yani parasının hesabını veremeyen birilerine af getirilmiş oldu. Ondan sonra da Maliye çıkıp, normal faaliyetlerle kazanılmış paraların hesabını soracak, sizce olabilir mi?
Hükümet kendine de kıyak çekti ve yasalara aykırı olduğu için durdurulma kararı çıkan 5 büyük özelleştirme projesine af getirildi. O zaman “acaba yasadışı verilip af gelen bu özelleştirmelerin altında ne vardı?” diye düşünülmez mi?
Yine Hükümet kendi belediyelerinin projeleri arasında yer alan teleferik projeleri için kendine af getirdi. Yani mağdur edeceği vatandaşın hakkını yedi. Evinin üstünden teleferik geçen vatandaş belediyeye hesap soramayacak.
VAHŞİ KAPİTALİZM MADDELERİ
Türkiye daha önce de bu tehlikeli faiz oyunlarını oynadı ve hepsinin sonu hüsranla bitti ama özellikle politikacıların verdiği demeçler, bunlardan ders almadıklarını gösteriyor.
Aslına bakacak olursak 1994 krizine neden olan “piyasaya zorla faiz oranı dikte etmek” ısrarından bile tehlikeli bir oyunun içindeyiz u anda ama görülmüyor...
Cumhurbaşkanı adayı Başbakan Tayyip Erdoğan, bu hafta bir konuşmasında halka, yine faizi yeterince indirmediği için Merkez Bankası yönetimini şikayet etti. Aslında şikayet ettiği; son dönem Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’la simgeleşen bilimsel ve gerçekçi ekonomik anlayış, bunu herkes görüyor...
İşte böyle bir noktada, bir hafta sonra Merkez Bankası’nın yeni faiz kararı gelecek. Haziran ayı enflasyon rakamları, bu rakam açıklanmadan hemen önce tekrar faiz indirimi yapan Merkez Bankası yönetimini de şaşırttı. Faiz indirirken gerekçesini “belirgin bir düşüş” olarak açıklayan Merkez Bankası yönetimi yanıldı. Baz etkisi nedeniyle, yılın sonuna kadar belirgin bir düşüş beklenmiyor.
Bu arada Merkez Bankası araştırmacılarının hazırladığı bir rapor, faiz düşürüldükçe enflasyonun yükseldiğini de ortaya koydu. Başbakanın faiz konusunda “ben bunlara anlatamadım” dediği Merkez Bankası bilimsel yöntemlerle, bir veri seti kullanarak bu gerçekliği özetledi. Bu gerçeğin görülmesi için yeniden bir araştırmaya da gerek yoktu ama buna rağmen Başbakanın “faiz indikçe enflasyon iner” demeye devam edeceği de açık.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan önceki gün yaptığı bir konuşmada “siyasette popülizmin doğal bir hastalık olduğunu” ama bu tuzağa düşmemek gerektiğini söylemiş. Başbakanın tavrını bence bu noktada değerlendirmek gerekiyor.
Babacan, aynı konuşmasında kısa vadeye bakarak uzun vadeyi tehlikeye atmamak gerektiğini, güven inşasının zor, yıkmasının kolay olduğunu, yılların itibarını birkaç yanlış adımın sarsabileceğini de hatırlatmış. Babacan’ın bu söylediklerini duyunca daha önceki faiz oyunlarını ve hüsranları hatırladım.