BDDK Kurul üyelerinin eksik gerekçeyle karar almaları halinde ileride yargılanabilmeleri ihtimalleri var. Kişisel sorumluluğu beraberinde getirdiği için, ‘Hükümet istedi diye karar almak’ da üyeler için çok zor.
ÖNCEKİ gece Katar ziyareti dönüşünde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Bank Asya’ya el konulması gerektiğini ima eden sözler edince, işler iyice karıştı. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) ‘bu kararı’ alması gerektiğini söylemesi, BDDK yönetiminin işini iyice zorlaştırdı.
Erdoğan, Bank Asya konusunda “BDDK kararını vermeli yoksa sorumlu olur. Taşıma suyu ile değirmen dönmez” ifadelerini kullandı. Bank Asya yönetimi ise dün sabah, “Bankanın ödenmiş sermayesinin, nakit ödemeyle, 900 milyon liradan 1 milyar 125 milyon liraya yükseltilmesine karar verildiğini” açıkladı. Yüzde 25 oranında artırım anlamına gelen bu karar, bir anlamda Erdoğan’a, “dökme su değil ödenmiş sermaye” yanıtı anlamına da geliyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sorumlu olur” dediği BDDK yönetiminin işi bu açıklamalarla birlikte iyice zorlaştı. Kurul toplantıları her hafta perşembe rutin olarak yapılıyor. Ancak böylesine önemli bir karar gerektiği zaman, rutin dışında istendiği zaman da toplanabiliyor. Olağanüstü bir toplantı haberi gelmediği için, konunun yarınki Kurul toplantısında konuşulması bekleniyor.
UZUN ZAMANDIR İSTİYOR
Büyüme oranlarında özellikle ikinci yarıda görülen yavaşlama göz önüne alındığında, bu yıl sonuna kadar işsizlik oranının çift haneyi bulması, yani yüzde 10 sınırını aşacağı yolunda beklentiler büyüyor.
Aslında sadece işsizlikte değil, özellikle enflasyon ve faiz oranlarında da bir süredir “çift hane korkusu” yaşanıyor. Bu korkunun da giderek arttığını söyleyebiliriz.
ABD Merkez Bankası FED’in açıklayacağı faiz artırım kararları ve bu konudaki haber ve yorumlar üzerine, likiditenin kısılmasından etkilenecek gelişmekte olan ülkelerin başında Türkiye geliyor. Bu takdirde zaten yüksek seyreden kurların daha hızlı yükselmesi beklenirken, bunun önce enflasyon oranlarına etki yapacağı tahmin ediliyor. Gıda fiyatlarındaki artışın da etkisiyle ağustos sonunda yüzde 9.5’e kadar çıkan yıllık enflasyon oranlarının, çift haneye çıkma ihtimalinin artacağı kaydediliyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, “çift haneye çıkması yüzde 1 ihtimal dahilinde bile değil” dedi ama piyasalar bu yıl içinde yeniden çift haneye çıkma ihtimalinin arttığını görüyorlar.
Kritik bir çift hane korkusu da faiz oranlarında yaşanıyor. Son dönemde yüzde 9.2-9.5 arasında dolaşan Hazine kağıtlarındaki faiz oranlarının, küresel gelişmeler ve içerideki jeostratejik risklere çok duyarlı hale geldiği açık. Bununla birlikte uluslararası rating kuruluşlarının puan indirimi tehlikesinin yeniden belirdiğini kaydeden piyasa uzmanları, puan indirimi halinde faiz oranlarında çift haneye çıkma ihtimalinin artacağı görüşündeler.
Özet olarak piyasalardaki “çift hane korkusu” nun giderek büyüdüğü gözleniyor. Rakamların yüzde 9,5 ya da 10 olmasının belki reel olarak çok farkı bulunmuyor ama çift hanenin özellikle psikolojik açıdan, piyasalardaki beklentileri bozması açısından kritik bir öneme sahip olduğu kabul ediliyor.
Çift haneli ekonomik verilerde bir başka etken de ekonomi yönetiminin alacağı kararlara olan güven. Örneğin Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın da uyardığı gibi; Merkez Bankası’nın faiz oranlarında siyasi baskı nedeniyle indirimleri devam ettirmesi halinde, faiz oranlarında çift hanenin kaçınılmaz olmasından korkuluyor.
Özetle; ekonomik istikrarda tehlike işareti veren verilerin bazılarında çift haneli rakamlara çıkılması, beklentileri daha da bozabilir.
Kim ne derse desin; kararın ardındaki gerçek “işadamlarını bile kendi memuru görmek isteyen zihniyet” tir.
İktidarın işadamları arasında ayrım yapıp, kendilerine bağlı bir işalemi yaratmak istediğini biliyoruz. İşadamlarının tümüyle biat etmesinin istendiği de açık.
DEİK’in kapatılma yöntemi; yani kimseye bir şey sormadan bir gece yarısı torbaya madde eklenip, birkaç gün içinde resmi gazetede yayımlanmasıyla kadük hale gelmesi, başlı başına bu buyurucu zihniyeti açıkça gösteriyor. Üstüne üstlük akıllı ve planlı bir buyuruculuk da değil; resmi gazetede yayımlanınca otomatik olarak kurum kapatıldı. Kurumsal olarak yurt dışı ve içindeki yürüyen ilişkiler bıçak gibi kesildi, Türkiye’nin uluslararası itibarına zarar verildi. Ankara’da büyükelçiliklerde şaşkınlık var; elçiler ya Türkiye’ye heyet getirmek, ya da buradan ülkelerine heyet götürmek için planlar yapmışlar, randevular almışlar, şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Koca koca işadamları, ilgili oldukları ülke ile Türkiye ilişkilerini geliştirsin, daha fazla yatırım çekelim daha fazla ihracat gerçekleştirelim diye uğraşırlarken, sabah kalkıyorlar gönüllü, ceplerinden para koyup yaptıkları uğraşılarının, bırakın sorulmasını haber bile verilmeden yok olduğunu görüyorlar...
Neymiş; DEİK kendisine sormadan yurt dışıyla ilişkilerde bulunuyormuş. DEİK yetkilileriyle konuşuyoruz; tüm toplantılar ve organizasyonlardan Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın haberi olduğunu, Genel Sekreterin eski müsteşarlık çalışanı olduğunu, sadece birkaç toplantının bu bakanlık değil Dışişleri Bakanlığı’nın isteğiyle yapıldığını söylüyorlar. Zaten otomatik bir ilişki sözkonusu imiş, “Belki bakan bunu bahane ediyor belki de bürokratları bilgi vermiyor” diyorlar.
Bunca yıldır ekonomiyi izlerim; TOBB ile TÜSİAD’ın arasının en bozuk olduğu dönemlerde bile, DEİK’in başına üzerinde uzlaşılan kişi atandı, TOBB’un hakimiyeti gözükse de konseylerin başına getirilenlere hangi kuruluştan diye bakılmadı... Ülke işi olduğu için orada rekabet ikinci plana atıldı. Başbakan imdi düşman olduğu TUSKON’u DEİK’e rakip çıkardı, kurum yine işini yaptı...
Zaten yurt dışında benzer kuruluşlar ya TÜSİAD ya TOBB benzeri kuruluşlar tarafından kurulup yürütülür, çünkü muhatapları da aynı kökenlidir. 42 özel sektör sivil toplum kuruluşunun kurduğu 118 iş konseyine sahip kuruluş, sözde sivil değilmiş de şimdi sivilleşecekmiş. Akıllarla dalga geçen bu zihniyet, acaba bazı ülkelerin resmi dış ticaret temsilcilerini de TOBB ve TÜSİAD gibi sivil kuruluşlar tarafından atandığını, bunun verimi nasıl artırdığını biliyor mu?
EKONOMİK SOSYAL KONSEY’İ HATIRLADINIZ MI?
Bu da ilk ağızdan iş kazalarının “mesleğin fıtratı” olmadığını, kader diye işin ucunun bırakılamayacağını, gerekli tedbir alınmadığı için işçi ölümlerinin yaşandığını kabulü anlamına geliyor.
Peki, neden iş kazalarında ve ölümlerde Çin’i bile geride bıraktık.
Soma’daki 301 işçinin ölümü, ardından İstanbul’daki gökdelen inşaatında 10 işçinin ölümü, artık konu ve anlayışın daha kapsamlı ele alınmasını gerektiriyor.
Anlayış derken; gökdelenin sahibinin “işçilerin gerekli tedbirleri uygulamadığı” gibi sudan gerekçesi, sorumluluğu üstünden atma çabasından söz etmiyorum. Tabi ki işçi kendi güvenliğini savsaklamış olabilir ama asıl sorumlu kim?
Siz devlet olarak işçinin sağlığını ve güvenliğini yeterince koruyacak kuralları koydunuz mu, bu kurallara uyumu denetlediniz mi, kurallara uymayan işvereni yeterince ağır cezalarla caydırıcı kıldınız mı, iktidara yakın diye bazı işverenlerin ihmallerini gözardı edip, göstermelik cezalarla geçiştirdiniz mi, ayrım yapmadan gerekli kuralları uygulayıp devlet olarak gerçekten insanınızı düşündüğünüzü ispatladınız mı, önce bu soruların sorulması gerekmiyor mu?
Peki, işverene dönüp senin bunca karları elde etmeni sağlayan işçilerin sağlığı ve güvenliği için yeterince özen gösterdin mi, kuralları işçi istemese de zorla uyguladın mı, fazla çalıştırma yaptırarak emeğini hakkını gasp ettin mi, taşerona topu atıp sorumluluğu üstünden atmaya çalıştın mı, taşeronun kurallara uyup uymadığını denetledin mi, inşaata kural olmasa bile işçinin güvenliğini korumak için gördüğün eksikleri tamamladın mı, ihmalini rüşvet ya da siyasi erk kullanıp örtbas ettin mi diye sorulması gerekmiyor mu?
Bakandan en küçük memuruna, hatta açılan davaları gören hakimlere kadar, bu işle görevli olanlara; uluslararası standartlarda kurallar koydunuz mu, işverenin karı yerine bir insanın hayatını tercih eden kuralları koyduğunuza emin misiniz, koyduğunuz kurallara uyumu samimi olarak denetlediniz mi, üstlerinize ya da siyasi iktidara yaranacağım ya da maddi çıkar için ihmalleri gözardı ettiniz mi, vicdanınız hiç mi sızlamıyor diye sormak gerekmiyor mu?
ADI ÖNEMLİ DEĞİL; BU SİSTEM ÇAĞDIŞI
Halbuki bu uyarıların ciddiye alınp incelenmesi, hatta önlem alınması gerekiyor.
Unutmayalım ki; Türkiye ekonomisi için yeniden rating korkusu başladı. Seçim öncesi diye açıklanmayan yeni puanlar, ilki 3 Ekim’de Fitch açıklamasıyla, belli olmaya başlayacak. Hemen not indirimi bekleyenler de var, biraz daha beklenip, yılsonunda işin renginin belli olacağını düşünenler de...
Fitch daha önce siyasi ve jeopolitik risklerin Türkiye ekonomisinin rating puanı için tehlike oluşturduğunu söylemişti. Geçen hafta da bankacılın hızlı kredi büyümesi ve yüksek dış borç nedeniyle risk altına girdiğini söyledi. Hala sermaye yapısı güçlü ama bu hızla gidilirse bankaların da risk altında diyor.
Unutmayalım ki; Türkiye ekonomisindeki istikrarda, küresel krize rağmen büyümenin devam etmesinde, 2000’li yıllarda konsolide olan Türk bankacılık sisteminin payı çok yüksek. Güçlendirilen sistem, AKP’nin ekonomik başarısı için şanstı ve bu şansı kullanan iktidar, sürekli seçim kazanmaya devam etti.
Bir başka deyişle AKP iktidarının siyasi başarısı için, kendisinden önce reforme edilip, güçlendirilen bankalara çok şey borçlu olduğunu unutmaması lazım. Peki AKP iktidarı bu gerçeği görüyor mu derseniz; “kerhen” görüyor diyebiliriz.
AKP içinde Erdoğan’ın da başını çektiği güçlü bir damar bankaların, yükselen enflasyon şartlarında, hem mevduatı olan halka yüksek faiz verip hem kredileri bol ve çok ucuz vermesini, hem az kar edip hem de güçlü özkaynağı olmasını istiyor. Bu da yetmiyor; devasa altyapı projelerini, dışardan kaynak gelmediği için Türk bankalarına finanse ettiriyor. Kaynak kısa vadeli iken, yapımı bile 5 yıl sürecek10 milyarlarca dolarlık işlere, bankalardan uzun vadeli kredi istiyor.
Buna karşılık Ali Babacan ve ekibi güçlü bankacılık sistemini sürdürebilmek için, bu ekonomik ve siyasi zorluklara karşı, sektöre hassas olmayı sürdürüyor.
Sadece piyasa beklentilerinin üzerinde çıkmadı; aynı zamanda Haziran’dan itibaren yıllık enflasyon oranlarında düşüş bekleyen Merkez Bankası’nın faiz indirimlerine gerekçe gösterdiği “yüksek enflasyon kalıcı olmaz, geriye dönecek” beklentisinin gerçekleşemeyeceği de ortaya çıktı.
Dünkü enflasyon rakamları, Merkez Bankası’nın bunu tahmin ederek, geçen ay faiz indirimlerine son verdiğini de göstermiş oldu. Böylece aynı zamanda bundan sonra bu enflasyon oranlarıyla artık faiz indirimlerinin kolay kolay zorlanamayacağı da anlaşıldı. Zaten Merkez Bankası dün açıkladığı 27 Ağustos’taki Para Politikası Kurulu özetinde, Temmuz ayı enflasyonundan yola çıkarak, üstü kapalı olsa da önümüzdeki dönem faiz indirimlerinin olamayacağının sinyallerini verdi.
Ağustos ayında beklentilerin üzerinde çıkan enflasyon rakamlarında sadece gıda fiyatlarındaki yüksekliğin belirleyici olmadığı, fiyatlama davranışlarında genelde bir bozulma olduğu ve bunun sürdüğü anlaşılıyor.
Piyasa yüzde 0.1’lik düşüş beklerken, Ağustos ayında tüketici fiyatları yüzde 0.1 oranında arttı. Yıllık enflasyon Temmuz’da yüzde 9.3 iken Ağustos sonunda yüzde 9.5’e çıktı. Bu artışta geçen yılın Ağustos ayındaki baz etkisinin eksi 0.1 olması etkiliydi. Geçen yıl TÜFE oranları Eylül’de 0.77 oranında yükselirken, Ekim’de yüzde 1.80, Kasım’da yüzde 0.01, Aralık ayında yüzde 0.76 oranında artmıştı. Dolayısıyla, belki Eylül ve Ekim aylarında yıllık oranlar bir miktar gerileyebilir ama Merkez’in yüzde 5’lik hedefe karşılık revize ettiği yüzde 7.6’lık yıl sonu enflasyon oranlarına ulaşmak artık imkansız hale geldi.
Enflasyon tablosu ortada iken, zaten şu anda negatif olan Merkez Bankası faizlerinin daha da düşürülmesi neredeyse imkansız. Piyasa oyuncuları bundan sonra faiz indirimlerinin devam edemeyeceğini artık kesin olarak söylemeye başladılar. Buna rağmen, özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın zorlamasıyla, bu enflasyon oranlarına rağmen yeni faiz indirimlerinin gündeme gelmesi halinde ise istikrarın tehlikeye gireceği artık açık.
HÂLÂ ÇİFT HANE RİSKİ VAR
Sadece veriler güncellenirken, ekonomik anlayış konusunda Erdoğan hükümetlerininkinden önemli bir fark görünmedi.
Bir başka deyişle yeni hükümet gibi programı da eskinin devamı niteliğinde.
Dün bir gazetede yeralan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın hazırlanan Hükümet programının ekonomi bölümünde “dalgalı kur devam edecektir” ibaresini çıkardığı haberi piyasaları heyecanlandırdı. Bu ibarenin çıkarılması ile birlikte “güdümlü bir ekonomi politikasına mı dönülüyor” tedirginliği oluştu. Ancak, hem de Ali Babacan’ın ekonomik sorumluluğunun korunduğu bir hükümetin, böyle riskli bir yola gideceğine de pek ihtimal verilmedi. Hükümet programının açıklanmasıyla, kur sistemi için de “dalgalı kur devam edecektir” sözünün yer almasıyla piyasaların, küçük de olsa varolan kuşkuları giderildi.
Bununla birlikte yeni programda da Merkez Bankası’nın bağımsızlığına güçlü vurgu yapılması, önceliğin fiyat istikrarında olacağı ama büyümeyi gözeterek bir bir para politikası güdüleceği sözleri de yine piyasaları rahatlatan sözlerdi.
Cari açığı düşürmek için alınan tedbirlerin sonuç verdiği belirtilerek, “bu eğilimin 62. Hükümet döneminde de devam etmesi yönünde gerekli yapısal tedbirler alınmaya devam edilecektir” denildi. 2014 yılı içerisinde gerçekleştirilen yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine rağmen kamu maliyesine yük getirecek herhangi bir popülist politika devreye sokulmadığı belirtilerek 2015 yılındaki genel seçimlerde de bu anlayışın süreceğinin altı çizildi.
2014 yılında da ekonominin istikrarlı büyüdüğü belirtilerek ilk çeyrekteki yüzde 4,3’lük büyüme referans verildi. Yurtiçi ve yurtdışı talebin 2014 yılında büyümeye pozitif yönde katkı vermesinin beklendiği, bu yıl oluşacak söz konusu dengeli yapının bundan sonraki süreçte de aynı şekilde sürdürülmesinin ekonomi politikasının esası olacağının altı çizildi.
Hükümet programının ekonomi bölümünde, özellikle piyasaların duyarlılığı olan piyasa ekonomisinin devamı niteliğindeki hususlarda güvence verilmeye çalışıldığı, hassas konular için özel vurguların yapıldığı dikkat çekiyor.
Küresel finansın değişim sürecinde, ekonomide gerekenin yapılacağı konusunda, artık endişeleri kalmadı.
Babacan’ın varlığı bu kritik süreçte istikrarı korumak için yeterli olacak mı, onu göreceğiz. FED’in faiz artırımına ne zaman gideceği,yabancı sermaye akışının ne kadar etkileneceği, Avrupa’daki ekonomik durgunluğun etkisi, bölgesel sorunların ülkeye getireceği sorunlar, henüz netleşmiş değil. O nedenle sadece Babacan’ın varlığının istikrar için yeteceğini söylemek için henüz erken.
Sadece dış etkenler değil, içerideki siyasi gelişmeler, AKP içinde yaşanacaklar de ekonominin performansını etkileyecek.
Bence Ali Babacan’ın ekonomiyi yönetirken tercih ettiği bürokratlarla çalışıp çalışamayacağı da, performansını etkileyecek. Yeni Başbakan Davutoğlu’nun, dışarının da nabzını tutarak, Babacan’ın görevini sürdürmesi konusunda ısrarlı olduğunu biliyoruz. Davutoğlu bence siyasi olarak ne yaparsa yapsın, ekonomideki istikrarı korumadıktan sonra işlerin sarpa saracağını, istikrar için Babacan’ın varlığının önemini gördü ve bu nedenle ekonomi yönetiminin görevde kalması için elinden geleni yaptı. Bu arada Babacan’la neler konuşuldu, hangi konularda mutabakata varıldı, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bu konuşulanlardan ne kadar haberdar ve eğer varsa bir pazarlık varsa, bunun ne kadarını bilip kabul etti, perde arkasını görmek şu anda mümkün değil.
Şahsen; Babacan’ın görevini sürdürmek için, adı böyle konmasa da, bir pazarlık yaptığını düşünüyorum. Bence bunun en büyük kanıtı da Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in de görevini sürdürmesi. Tayyip Erdoğan’ın bu göreve, bir önceki Kabinede Abdullah Gül’ün istemediği Nurettin Canikli’yi düşündüğünü, herkes biliyor. Zaten Maliye ile parti ilişkisinin bürokratlar kanalıyla yürüdüğü de herkesin malumu. O nedenle Şimşek’in görevini koruması, Canikli’nin başka bir bakanlığa atanması da, bence Babacan’ın pazarlığının bir sonucuydu.
Kabine öncesi kulislerde dolaşan “Babacan’ın yolsuzlukla mücadele yasası çıkarılmasını şart koşuyor” söylentisinin doğru olup olmadığını ise göreceğiz.
BÜROKRASİDEKİ TASFİYE GÖSTERGE OLACAK