29 Eylül 2005
<B>AVRUPA</B> Birliği (AB) ile 3 Ekim’de müzakerelere başlamadan önce çıkan tartışmalar dün iyice kızıştı. Avrupa Parlamentosu’nun <B>‘Biraz da bizi dikkate alın’</B> der gibi aldığı tavsiye niteliğindeki ama radikal kararlar, ortalığı iyice kızıştırdı. Yani Hıristiyan demokratların parlamentoda ağırlığını koymasıyla işler iyice arap saçına döndü.
Şimdi Avrupa Parlamentosu’nun aldığı tam üyelik için ‘Ermeni soykırımını tanıma’nın önşart olması ve protokolün önce TBMM tarafından onaylanmasına ilişkin kararları, uzun süre tartışacağız. Tabii ki bu kararları herkes kendi tarafından çekiştirecek.
Şurası açık ki; müzakerelerin başlamasına yaklaştıkça AB organları ne kadar sıkıntılı konu varsa hepsini ortaya koymaya, şimdiye kadar sözünü etmedikleri taşları eteklerinden dökmeye başladı. Aslında AB organlarındaki dağınıklık, tüm taşların dökülmesine neden oluyor.
Peki sıkıntı olur mu, bütün bu gelişmeler 3 Ekim’de müzakerelerin başlamasına engel olur mu derseniz, henüz o aşamada değiliz. Yani Avusturya’nın inatla dile getirdiği ’imtiyazlı üyelik’ gibi çok radikal maddeler gündeme gelmediği takdirde, hálá işin yürüyebileceğini söylemeliyiz. AB’nin o kadarına cesaret edebileceğini de sanmıyoruz.
Zaten imtiyazlı üyelik halinde AB ile müzakerelerin sürdürülmesi imkansız hale gelir. Ancak mevcut şartlarla da başlasa, müzakerelerin sağlıklı yürüyeceğini söylemek mümkün değil. AB kendi içinde kendini yeniden tartışmaz, bugünkü gibi kaos devam ederse zaten AB’den fazla hayır gelmeyeceği de ortada. Ancak böyle gidemeyeceği de açık.
Peki, hükümet bu şartları kabul edecek mi? Bizce imtiyazlı ortaklık maddesi metinlere girmediği takdirde, AKP Hükümeti 3 Ekim’de müzakerelere başlayacak.
Avrupa Parlamentosu’nun aldığı kararlar için Dışişleri çevreleri, ‘Zaten daha önce de Ermeni meselesi için Avrupa Parlamentosu böyle karar almıştı, bunun bir bağlayıcılığı yok’ diyor. Protokolün önce TBMM’de onaylanması konusunda ise zaten bunu daha önce hükümetin söylediğini Türkiye’nin karşı protokolüyle birlikte ek protokolün TBMM’ye getirileceğini, ne zaman konuşulacağına ise TBMM’nin karar vereceğini söylüyorlar.
AB, İÇ SİYASET MALZEMESİ
Hükümet ‘imtiyazlı ortaklık’ gibi hiç kabul edilemez maddeler olmadığı takdirde, tam üyelik müzakerelerine başlama eğiliminde. Ancak doğaldır ki; son ana kadar pazarlıkları sürdürecekler. Son ana kadar inişli çıkışlı bir süreç olacak ve sonuçta 3 Ekim’de bizce müzakereler başlayacak.
Başlayacak ama daha önceden de öngörüldüğü gibi 3 Ekim sonrası zor olacak süreç, son günlerde Avrupa organlarında alınan bu kararlarla giderek daha da zorlaştırılmış oluyor.
Her şeyden önce Avrupa bu hareketleriyle Türkiye’deki AB karşıtlarının eline yeni kozlar veriyor. Hükümet elbette, Ermeni meselesinde de Rumlar’a hava ve deniz limanlarının açılmasında da iç kamuoyundan büyük tepkiler alacak ama buna rağmen 3 Ekim’de müzakerelere başlayıp, daha sonra zaman içinde bu sorunları halletme eğiliminde.
Bu arada önümüzdeki pazar günü MHP’nin yapacağı mitingin bir AB karşıtı boy gösterisine dönme ihtimalinden sözediliyor. 500 bini aşacak kalabalığın garanti edildiği kaydedilirken, bu gösterinin ardından iç kamuoyunda AB’ye dönük eleştirilerin artacağı varsayılıyor.
Uzun lafın kısası; AKP Hükümeti başka bir yol olmadığını düşünerek, sonuna kadar dirense de, sakıncalı maddelere rağmen AB ile müzakerelere başlayacak. Muhalefet ise AB tarafından giderek artırılan sorunları kullanarak, yeni bir siyasi baskı hareketi başlatacak.
Yani önümüzdeki dönem iç siyasetteki çatışmaların ısınma ihtimali yüksek ve AB ile başlayacak müzakereler, iç siyasette yoğun olarak kullanılacak. Umarız bütün bu siyasi çalkantılar Türkiye’nin AB hedefinden uzaklaşmasını sağlayacak boyutlara varmaz.
Piyasaları ise yeni bir tartışmalı siyasi süreç, yani iniş çıkışlar bekliyor.
Yazının Devamını Oku 
27 Eylül 2005
CARİ açıkla ilgili kaygıları dile getirenler, bundan daha birkaç ay önce ‘karamsar’ olarak nitelendiriliyorlardı. Ama şimdi herkes cari açıkta aşırı büyümeyi kabul ediyor.Devlet Bakanı Ali Babacan, ABD’deki IMF Dünya Bankası yıllık toplantıları sırasında konuşurken, bu yıl cari açığın milli gelire oranının yüzde 6’ya çıkacağını söylemiş.Bizce bu oranın da üzerine çıkabilir...Çünkü Reuters anketinde Ağustos ayı beklenti düzeyi ihracatta 5 milyar 334 milyon dolar, ithalatta ise 10 milyar 230 milyon dolar olarak çıkmış. Yani Ağustos ayındaki dış ticaret açığı beklentisi 4 milyar 896 milyon dolar olarak gerçekleşmiş.Piyasalardaki beklenti aslında bu rakamın da üzerinde. Ağustos ayında dış ticaret açığının 5,5 hatta 6 milyar dolara kadar çıkabileceğini söyleyenler bile var.Piyasalarda cari açıktan hala korkulmaması gerektiğini düşünenlerin tahminleri, Eylül ayından itibaren ihracatın artacağı yolunda. Ancak unutuluyor ki; ihracat arttıkça ithalat, katıyla artıyor. Yani dış ticaret açığı, ihracat büyüdükçe daha da büyüyor.Banka iktisatçıları birkaç ay öncesine kadar yıllık cari açık rakamlarını revize etmişlerdi ama yine de 20 milyar doların altında gerçekleşeceğini söylüyorlardı. Şimdi bu tahmin çok daha büyümeye başladı. Piyasa iktisatçıları ve dealarlar şimdi ‘cari açık toto’ oynuyorlar. Şurası bir gerçek ki, piyasalar tahminlerini revize üzerine revize ediyorlar. Yılsonu yaklaştıkça her seferinde cari açık rakamı yukarı doğru gidiyor. Son sıralarda 20 milyar doların üzerinde cari açık kesin görülürken, tahminler 25 milyar doları bile bulabiliyor.Devlet Bakanı Ali Babacan yakından takip ettiklerini ama ‘cari açık için şimdilik önlem alınmasına gerek olmadığını’ söylemiş.Bizce artık bir şeyler de yapılması gerekiyor. ‘Açık mühim değil finanse edildikten sonra sıkıntı çıkmaz’ anlayışından çıkmak gerekiyor. Hakkını vermek gerekiyor; Babacan artık son sıralarda ‘finanse edildikten sonra sorun yok’ söyleminden vazgeçti. Şimdi artık çok daha dikkatli konuşmaya başladı.Bizce bunun bir adım ötesine geçilmesi ve yavaş yavaş, finans edilse bile cari açığın nasıl kısıtlanacağının araştırılması gerekiyor. Belki panik gösterilerine gerek yok ama bu, önlem alınmaya gerek olmadığı anlamına gelmemeli. ENFLASYON HEDEFLEMESİ TEHLİKEDE Dün Babacan’ın yanısıra Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin yine ABD’den verdiği, ajans ve televizyonlara yansıyan demeçleri de dikkat çekici idi. Serdengeçti bu yılın enflasyon ve büyüme hedeflerinin gerçeklemesinde sıkıntı bulunmadığını ama gelecek yılın yani 2006’nın enflasyon hedefleri için kaygılı olduğunu söylemiş. Bunun kaygının nedenini de petrol fiyatlarındaki gelişmeler ile hizmet fiyatlarındaki katılık olarak göstermiş.Aslında Serdengeçi bir süredir bu uyarıları yapıyor. Zaten beklenen faiz indirimlerinin gelmemesinin en büyük nedeni de 2006 yılına ilişkin enflasyon hedeflerine ilişkin tedirginlik.Bizce bunlar biliniyordu ama Serdengeçti’nin yeni olarak 2006 yılı başında geçilmesi planlanan enflasyon hedeflemesi konusunda henüz koşulların oluşmadığını söylemiş. Yani korkulan oluyor ve yılbaşında enflasyon hedeflemesinin devreye girmesi tehlikeye giriyor.Düşünsenize, hala sosyal güvenlik reformu konusunda Hükümet ayak diriyor. Önümüzdeki yıllar buradan gelecek açık bilinemiyor. Bunun yanısıra mali disiplin sağlandı ama mali disiplinin kalitesi ve mali hesaplarda şeffaflık ciddi ciddi konuşulmaya başladı. Yani mali disiplinin kalitesi sağlanmaz, Hükümet hala o ödenekten bu ödeneğe aktarma yapmaya devam ederse, fiyat istikrarını sağlamak mümkün mü?Bizce AB hedefinin tehlikeye girmesi başlı başına bir çıpanın sürümesi anlamına geliyor. Ancak IMF çıpası da bir o kadar önemli. Yani IMF şartları yerine gelmeden, piyasalar yeniden önünü görmeden, ne enflasyon hedeflemesi yapılabilir ne de düşüş enflasyondaki başarılı düşüş trendi korunabilir. Artık çalan alarm zillerini duyup, ona göre harekete geçmeli.
button
Yazının Devamını Oku 
26 Eylül 2005
<B>ÖZELLEŞTİRME </B>İdaresi’nin yeni yönetimi, biraz da ilgili bakanın hemen değişmesi nedeniyle, ilk sıralar biraz bocaladı. Tekel özelleştirmesinde hem yapılan hatalar hem şanssızlıklar sonucu başarısız olununca, moralleri bozuldu. İdarede, siyasi nedenlerle görevden alınmalar da başarısızlıkta rol oynadı. Ancak İdare’nin yeni yönetimi bu sıkıntıyı çabuk atlattı.
20 yıl önce özelleştirmeye başlayıp, yarışın en gerisinde kalmış bir ülke olarak, zaten zor bir işin içindeydiler. Yanısıra onlarca düzenleme yapılmasına rağmen hala hukuki boşluklar vardı ve önce o boşlukları doldurmaya, bu yolla yatırımcıya güven vermeye çalıştılar.
Ancak önlerindeki en büyük engel, daha önce de olduğu gibi, kamuoyunda özelleştirmeye karşı varolan tepkiydi. ‘Devlet malını peşkeş çekiyorlar’ söylemi, İdaredeki herkesin karşısına dikiliyordu. Ancak artık; yıllarca yapılan bu tartışmalar sonucu kamuoyunda devletin asli görevlerinin dışına çıkması konusunda belirli bir bilinç oluşmuş, özelleştirmeye en çok iş yapmadan para alan, bu işletmelerden siyasi olarak iş alıp, bunun bedelini halka pahalıya ödetenlerin karşı çıkıp, ortalığı karıştırmaya çalıştıkları da görülmeye başlanmıştı.
Bunun da ötesinde genel olarak ekonomide piyasa kurallarının daha yaygın hale gelmesiyle, devletin elindeki işletmelerin çoğunun rekabet edemeyişi açığa çıkmıştı.
Özelleştirme İdaresi’nin yeni yönetimi artık işi öğrendi. Geçtiğimiz birbuçuk yıl içerisinde önemli özelleştirmelere imza atıldı. Tek parti iktidarının etkisiyle, şimdiye kadar yapılmamış hacimde iş yapıldı. Siyasi otorite demiyorum ama, bürokrasinin işlemlerinde şaibe çıkmadı.
Şimdi sırada Erdemir gibi çok önemli ve tartışmalı bir özelleştirme var. İdare yetkilileriyle konuştuğumuzda, daha önce yorgun ama büyük Telekom, Tüpraş gibi önemli özelleştirme ihalelerini kazasız belasız, hem de iyi fiyat oluşturarak başardıkları için keyifli görüyordum.
Ancak özellikle Galataport ihalesiyle birlikte konuşulanlar, İdare çalışanlarında burukluk yarattı. İdare yönetimi, gerek Ofer’e daha önceki hisse satışında, gerekse de Galataport ihalesinde herşeyin normal olduğunu söylüyor. Galataport ihalesinin kendi idarelerinin işi olmadığını hatırlattığımda ise kendilerine bağlı bir kuruluş olduğunu, kendileri yapmasa bile bütün özelleştirmelerin genelde özelleştirme hareketini etkilediğini söylüyorlar.
Bu arada en çok yakındıkları konunun başında ise, ‘yabancıların bu tartışmalar nedeniyle tedirgin olmaya başladıkları ve bundan sonraki özelleştirmelerin bundan olumsuz etkileneceği korkusu’ geliyor. Geçen hafta içinde ihalelere katılacak bazı büyük yabancı şirketlerin danışmanlarının, kendilerine bu tedirginliği açıkca dile getirmeye başladıklarını söylediler.
ŞAİBEYİ ŞEFFAFLIK ÖNLER
Bizce idare çalışanları da haklı, tedirginlik duyan yabancılar da...
Ancak burada özellikle siyasi otoritenin hatası çok büyük. Eğer siz sağlam durmaz, şaibeye imkan verecek hareketlere girerseniz, bu konular böyle tartışılır ve özelleştirme zarar görür. Eğer herkesin uçağına biner, her yere özel görüşmelere giderseniz, bu ziyaretlerinizi gizli tutarsanız söylenti gazetesini baskıya verirsiniz. Sabah ‘ben görüşmedim’ deyip akşam olunca ‘görüştüm ne olacak’ derseniz ve bunun üzerine kaç defa konuştuğunuz, nerede konuştuğunuz yazılıp çizilmeye başlarsa, doğal olarak kuşkuları da artırırsınız.
Üstüne üstlük hemen çarkedip, ‘ihaleyi yeniden konuşuruz’ diye açıklamalar yaparsanız, yaptığınız işin üzerindeki şaibeyi de artırırsınız, yabancıyı da tedirgin edersiniz...
Burada şaibeyi önlemenin tek yolu açıklık, şeffaflıktır. Eğer kendinize güveniyorsanız, bir sıkıntınız yoksa, kimle ne zaman görüştüğünüzü, ne için görüştüğünüzü açık açık söylersiniz. Siz gizli tutar ve sonradan bunlar öğrenilirse, bu tartışmaların olması da kaçınılmazdır.
Hem sonra neden İdare’nin veya TMSF’nin yaptığı ihaleler için bir şey söylenmiyor da, örneğin Ulaştırma Bakanlığının gerçekleştirdiği Havalimanı, Galataport gibi ihaleler için sürekli bu şaibeler ortaya çıkıyor. Neden bir-kaç bakanda bu şaibeler yoğunlaşıyor...
Bence artık içiboş ideolojik tepkilere kulak asan azalmıştı. ama siyasilerin tavırları bu işe zarar verdi. Ülkeye de yazık oluyor, İdare çalışanlarının samimi çabalarına da...
Yazının Devamını Oku 
24 Eylül 2005
<B>DEVLET</B> Bakanı <B>Ali Babacan</B>, ekonomideki sorunların farkında ve yapılması gerekenleri biliyor ama gördüğümüz kadarıyla bu yetmiyor. Daha önce TBMM’nin açılmasının hem Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener hem de Babacan tarafından istendiğini ama bunun kabul görüp görmeyeceğini bilmediğimizi söylemiştik. Görüldüğü gibi, bu ekonomiyle ilgili iki bakanın hassasiyeti yetmedi ve bizce hükümet, bu nedenle çok önemli zaman kaybına uğradı.
IMF- Dünya Bankası yıllık toplantılarına giderken dün basın açıklaması yapan Babacan, cari açık nedeniyle, faiz dışı fazla hedefini korumaya devam edeceklerini söylemiş. Aklın yolu bir; faiz dışı fazla hedefi, hele ki bu kadar yüksek bir cari açık varken, düşürülemez.
Babacan cari açık endişesi olmasa, yüzde 5.5’luk faiz dışı fazlanın yetebileceğini ama şimdi yetmeyeceğini, 2006 için de bu oranı korumak gerektiğini söylemiş. Bizce cari açık bu kadar yüksek olmasa bile 6.5’u düşürmek zor olurdu ama neyse... Sonuçta o da politikacı.
Babacan, şimdi de Meclis’in bir an önce çalışmaya başlayıp IMF için gereken yasaların hemen çıkmasını istiyor ama bu yetmiyor. Dün yine, Meclis açıldıktan sonra, en kısa zamanda bu reformların yasalaşmasını bekliyoruz. Zaten son ana komisyon olan Plan Bütçe Komisyonu’nda en ön sırada, buradan genel kurula iner ve mümkün olan en kısa sürede tamamlanır’ demiş, Umarız dediği gibi olur, aksi takdirde kendisi de biliyor ki, hele hele 2 gözden geçirme birleştirilecekse, IMF’yle askı dönemi 2006’ya kadar uzayabilir.
Bu arada Babacan, 2005 bütçesiyle ilgili, kesinlikle bir vergi arttırma ve gelir tedbirinin olmadığını anlatmış, ardından da ‘Ancak, bütçede kullanılamayacak ödeneklerle, bütçeden daha fazla gerçekleşecek ödenekler arasında dengelenme meydana gelebileceğini, ödenekler arası kaydırmaları, yeni bir sıkıntıymış gibi yansıtmanın ise son derece yanlış olduğunu’ söylemiş, Umarız bunu politikacılığı nedeniyle söylemiştir yoksa, giderek bu işi çok daha iyi kavradığına ilişkin görüşlerimizi gözden geçirmek zorunda kalacağız. Umarız ‘mali disiplinin kalitesi’ konusunda konuştuğundan çok daha hassas davranır. Çünkü, daha önce de ödenekler arası kaydırmalar bizim başımıza büyük işler açtı, popülizmin gerçekleşme kapısı oldu.
Duyduğumuza göre sosyal güvenlik reformu için bürokrasi ve politikacılardan yoğun direnç geliyormuş ve Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu hayli bunalmış. Umarız reform olacak düzenleme, bozulmadan geçer. Bu reform zamanında geçmez ya da sulandırılırsa, uzun zamandır IMF’yle yaşanan askı dönemi 2006’ya kadar uzar ve artık bu kadarı fazla olur...
VERGİ İNDİRİMİ İSTEYENLERE HAKARET
Babacan, ‘İmparatorluğun Çöküş Dönemi’nde Osmanlı Ermenileri Konferansı’nın mahkemece durdurulması kararı hakkındaki soruya da ‘Düşünce özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün daha da ilerlemesi gereken bir dönemde, ifade edilmemiş, ortaya konulmamış düşüncelerin baştan önüne geçmenin, demokratik bir anlayışla, Türkiye’nin yakalamaya çalıştığı insan hakları ve özgürlükler standartlarıyla bağdaştığını düşünmenin pek mümkün olmadığını’ söylemiş. Ki; bizce son derece haklı...
Benzer bir tepkiyi Başbakan Tayyip Erdoğan da, kararı duyunca vermişti, o da haklıydı.
Ama aynı Tayyip Erdoğan, son dönemde iş aleminden hatta primler için işçi kesiminden yükselen ‘vergilerin ve sosyal güvenlik primlerinin indirilmesi’ talebine ise, sanki bu düşünceyi, görüşü bile duymak istemez gibi, sert davranıp önceden kestirip atmak için, ‘Alışmış kudurmuştan beterdir’ demiş. Yani demek istiyor ki ‘böyle talepleri getirmeyin’
Aynı Başbakan ABD’deki Katrina Kasırgası’ndan sonra, ABD medyasında haberler fotoğraflar çıkmadığını örnek verip, ‘bizim medyanın toplumsal olaylarda aynı biçimde davranmasını’ istemiş ve bunu da ‘medyanın sorumlu davranması’ biçiminde lanse etmişti.
Bu açıklamanın hemen ardından gittiğimiz ABD’deki gazete ve dergilerde, Katrina’da ölenler ve ABD yönetimi için öyle yazı ve fotoğraflar gördük ki, bizde yayımlansa, Başbakan herhalde çıldırırdı. Bizce bu söylem ‘susturma’ çabası yani düşüncelerin engellenmesidir.
Demek istiyorum ki; çifte standart yapmayın, eleştiriye tahammüllü ve samimi olun...
Yazının Devamını Oku 
22 Eylül 2005
<B>ÖNCEKİ </B>gün <B>Rahmi Koç</B>’un, Ankara’da Çengelhan’ın açılışı nedeniyle verdiği yemekte, cari açıkla ilgili soruya verdiği yanıt, bence çok basit ve çarpıcıydı. Koç, bu konunun herkes tarafından tartışıldığını, kimisinin cari açığı tehlikeli bulmadığını belirtirken, kendisinin tehlikeli ve dikkat edilmesi gereken bir unsur olarak gördüğünü söyledi. Koç, ‘Aile bütçesinde de, şirket bütçesinde de, devlet bütçesinde de o kadar açılmak tehlikelidir, riskin de bir sınırı vardır, dikkat edilmesi lazım’ dedi.
Piyasalar, uzun zamandır dış ticaret ve ödemeler dengesi rakamlarına bakıp, ‘hava bozulmasın’ diye, giderek büyüyen açıkları görmemezlikten geliyorlar. Mızrak çuvala sığmaz durumdayken gözlerini kapamayı tercih ediyorlar. Bahane açık: ‘Finanse edildikten sonra cari açık sorun değil’
Öyle değil işte... Bu ülkenin başına cari açık her zaman bela olmuştur, yine bela olma tehlikesi var. Bu tehlike sadece ‘cari açık büyüdü diye kriz olur’ anlamına gelmiyor. Sizin elinizde olmayan öyle dış şoklar olur ki; siz daha küçük cari açıklarla yakalanırsanız bir şey olmaz ama devasa açıkla yakalanırsanız, başınıza bela gelmesi kaçınılmaz olur.
Zaten hassas bir denge üzerinde gidilirken, riski artıracak, tehlikeyi büyütecek bu kaleme mutlaka dikkat edilmesi gerekiyor. Ne olursa olsun, gelinen iyimserlikte şansın, özellikle de dış piyasalardan kaynaklanan şansın varolduğunu kimse inkar edemez. Ya dış şartlar tam tersine dönerse.
IMF de şimdiye kadar cari açık konusunda piyasa kadar olmasa da, benzer bir tutum içindeydi. Bunun sıkıntı olmayacağını söyleyip durdu. Ancak şimdi IMF mızrağın çuvala sığmadığını, hatta çuvalı yırtabileceğini görmeye başladı.
IMF Heyetinin Ankara’daki temaslarında, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar, cari açık, nedenleri ve nasıl sınırlanacağı konularına girdiğini biliyorduk. Dün kamuoyuna açıklanan IMF’in Eylül 2005 tarihli Dünya Ekonomik Görünüm Raporunda da Türkiye’yi ilişkin cari açık ve enflasyon hedeflerini revize ettiğini görüyoruz. Raporda açık açık, ‘Havadaki değişimin cari açığın finansmanında risk yaratacağı’ belirtiliyor.
FAİZ DIŞI FAZLA HEDEFİ
2005 için milli gelirin yüzde 4.5’i düzeyinde olan cari açık tahminini yüzde 5.6’ya çıkaran IMF, 2006 için de yüzde 3.7 olan hedefi 5.3’e yükseltti.
Önceki gün Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, 2006 yılı için faiz dışı fazla (FDF) rakamını henüz tartışmadıklarını, 6.5’luk rakamın düşürülebileceğini söylemiş.
Bizce bu mümkün değil. Zaten mümkün olamayacağı, daha doğrusu IMF’in buna razı olmayacağı da raporda açıkca yazıyor. Türkiye’deki ekonomi politikalarının dış açığı azaltmaya ve piyasa güvenliğini korumaya yönelmesi gerektiği belirtilen bu raporda, sermaye akışlarının yüksek düzeyini sürdürmesine ve bu yılın dış finansman ihtiyacının büyük bir kısmı karşılanmış olmasına rağmen, borsada esen havada beklenmedik değişikliklerin büyük cari işlemler açığının finansmanı için risk oluşturacağı uyarısı yer alıyor. Bu nedenle Hükümetin reform programını uygulamaya sokmak ve devam ettirmek için güven vermesi gerektiği belirtilerek, ‘Özellikle GSMH’nin yüzde 6.5’i düzeyindeki faiz dışı fazla hedefine rahatça erişilmesinin sağlanması yoluyla, politikalar dış açığı azaltmaya ve piyasa güvenliğini korumaya odaklanmalı’ deniyor.
Raporda, milli gelirdeki büyüme yavaşlarken, cari açığın giderek büyüdüğüne dikkat çekilip, ‘ekonomik programın uygulamasını sağlamlaştırma’ gerekliliği belirtiliyor.
Yani, Koç’un deyimiyle ‘sınırı olan cari açık riski’nde, artık sınıra gelmiş bulunuyoruz.
Cari açık başta olmak üzere, bozulan dengelerin sorun çıkmadan çözülmesi için ise FDF hedefinin düşürülmemesi gerekiyor. Bir yandan cari açık rakamının milli gelire oranını düşürmeye çalışırken, program için daha fazla güven verme ihtiyacı da artık açıkca ortada...
Yazının Devamını Oku 
20 Eylül 2005
<B>TÜRK-</B>İş Başkanı<B> Salih Kılıç</B>, AB yetkilileriyle temaslarda bulunmak üzere bugün Brüksel’e gidecek. Kılıç’ın beraberindeki heyetle birlikte AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Oli Rehn başta olmak üzere, 2 gün boyunca yapacağı temaslarda, Türk-iş olarak Türkiye’nin AB üyeliği konusunda verdiği desteği tekrarlayacağı öğrenildi.
Bu anlamda Türk-İş’in ziyareti, 3 Ekim öncesi sivil toplum kuruluşlarının AB nezdinde yapacakları temaslar içinde sayılabilirken, Kılıç’ın, ‘AB’den talepleri’nin de yeraldığı 15 sayfalık bir rapor sunacağı öğrenildi.
Edindiğimiz raporda ‘Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde Türkiye hükümetleri tarafından gerçekleştirilen düzenlemelerin çağdaş demokrasi anlayışının bir gereği olduğunu düşünen ve reformların Türk halkı için kazanım olduğunun bilincinde olan Konfederasyonumuz, ülkemizin Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecini sonuna kadar desteklemektedir’ deniyor.
Ancak bunun ardından Türkiye’de demokratikleşmenin önkoşulu olan sosyal devletin kurulmasının yolunun, büyük ölçüde çalışanların haklarının korunmasından, onlara insanca yaşam hakkının tanınmasından, onların örgütlü güç niteliğinin korunmasından geçmekte olduğu belirtilerek, şu görüşlere yer veriliyor:
‘Avrupa Birliği yetkilileri, Türkiye ile yürüttükleri müzakerelerde, Türk işçilerinin sorunlarını göz ardı etmemelidir. Türkiye’nin demokratik, hukuka bağlı ve sosyal devlet olmasının, emekçilerin varlığı, hakları ve örgütlenmeleri olmadan olamayacağını bilmelidir. Avrupa Birliği, üyesi olan ülkelerde işçilerin örgütlenmesine, işyerlerinde endüstriyel demokrasinin yaşama geçirilmesine, işçi hak ve özgürlüklerinin tam anlamıyla kullanılmasına gösterdiği özeni, Türk işçileri için de göstermelidir. Uyumun sağlanması amacıyla ülkemizden talep edilen reformların en başında sendikal hak ve özgürlükler gelmelidir.’
6 Ekim 2004 tarihli İlerleme Raporu ve bu Raporda yapılan tespitlerin, Türkiye’de sendikal hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi için bir fırsat olması gerektiği belirtilen raporda, bu fırsatın değerlendirilmesinde ve Avrupa Birliği’ne tam üyelikle ilgili her girişimde, tüm kesimler gibi, Türk-İş’in de üzerine düşenleri yapmaya hazır olduğu kaydedildi.
TALEPLER OLDUKÇA FAZLA
Türk-İş’in talepleri başlığı altında ilk sayılan unsur ise ‘AB’nin serbest dolaşım hakkını kısıtlamaya yönelik yaklaşımını kabul etmemiz mümkün değildir’ oldu.
2004 yılı İlerleme Raporunda, Türkiye’nin ekonomik açıdan ilerleme kaydetmesinin yollarından biri olarak, yeralan ‘özelleştirme uygulamalarının hızlandırılması’ görüşüne katılmadıkları belirtilen Türk-iş raporunda, bu görüşün ‘sosyal koruma’ kavramı ile çatıştığı iddia edildi. Aynı ilerleme Raporunda ‘Sosyal diyalog konusunda Türkiye acilen sendikal hakları tam olarak yerleştirmelidir’ ve ‘Ekonomik sosyal konsey (ESK) de sosyal taraflara danışılması işlevini iyileştirmek amacıyla, hükümet temsilcilerinin ağırlıklı rolünün azaltılması da dahil olmak üzere, bazı yapısal reformlar uygulamaya konulmalıdır’ denildiği hatırlatılarak, AB’nin bunun takipçisi olması istendi.
Anayasada yapılması gereken değişiklikler ile İş Kanunundaki değişiklik önerilerinin de yeraldığı raporda, Türkiye’de sendikal hareketin en önemli sorunlarından birinin üye kaybı, diğerinin ise yeni üye kazanmakta karşılaşılan güçlükler olduğu, 9.7 milyon ücretli olmasına rağmen, resmi kayıtlarda 3,1 milyon çalışanın sendikalı gözüktüğü belirtildi. Buna karşılık bu rakamın bile gerçek olmadığı, ‘gerçekte toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısının 1 milyonun biraz üzerinde olduğu’ belirtileek, örgütlenme önündeki engellerin temizlenmesi istendi. 2004 yılında örgütlenme nedeniyle yaklaşık 12 bin işçinin işten çıkarıldığı belirtilen raporda, devam eden iade davalarının bitiminde, örgütlenme nedeniyle işten çıkarılan işçi sayısının daha da artmasının beklendiği kaydedildi.
Sendikaların, IMF, AB gibi kuruluşların taleplerine ‘dış güç’ diye karşı çıktıkları hep bilinir. ‘AB dış gücü’nün işçilere getireceği faydaları mı görmeye başladık, acaba?
Yazının Devamını Oku 