Erdal Sağlam

Güçlü bankacılığın mimarından kriz için yeni kurtarma planı

27 Ekim 2008
HÜKÜMETİN küresel kriz konusunda "etkilenmeyiz" derken, "teğet geçecek" diye demeçler verirken dayandığı gerekçe "bankacılık sisteminin sağlamlığı" oluyor. 2001 krizinin ardından bankacılık sisteminde yaşanan konsolidasyon ve kurulan yeni sermayesi güçlü bankacılık sisteminin önlem alınmadan ilelebet bu sağlam yapısını koruması ise beklenmemeli. Çünkü reel sektör zor duruma düşerse, bankacılık sisteminin bundan zarar görmemesi mümkün değil. Batıklar bilançoları kapladığında bankacılık kımıldayacak yer bulamaz. Bunun çaresi elbette patronların bankalara yeni sermaye koyması ama ne yerli ne yabancı sahiplerin böyle bir ortamda bankalarına yeni sermaye koymalarını düşünmek, boş bir hayalden öteye geçemez.

Güçlü bankacılık sisteminin mimarı eski Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Engin Akçakoca’nın uzmanlığı tartışılmaz. IMF nerede bankacılık sistemi bozulan bir ülke varsa danışman olarak Engin Akçakoca’yı oraya gönderiyor, soruna çözüm bulmasını istiyor. Bildiğimiz kadarıyla yine böyle bir inceleme için daha yeni Belgrat’a gitti.

İşte Akçakoca bir süredir küresel krizin etkilerinin en aza indirilmesi için neler yapılabileceği üzerinde çalışıyor. Bugün Referans Gazetesinde bu çalışmanın detaylarını okuyabileceksiniz.

Özetle, Akçakoca şirketlerin etkilenmeye başladığını, bunun bankaları vurmasının kaçınılmaz olduğunu, biran önce önlem alınması gerektiğini söylüyor. Krizin etkilerini azaltmak için şirketlerin kullandıkları iç ve dış kredilerin zora girip üretimin etkilenmemesi için, önleyici nitelikte bir fon ya da varlık yönetim şirketi kurulması gerektiğini söylüyor.

Şirketlerin işletme sermayesi gereksinimlerinin büyük bölümünü banka kredileri ve tedarikçi kredilerden sağladığını hatırlatan Akçakoca, küresel krizin etkilerinin yayılması ile birlikte, bizde de şirketlerin kredi temininde güçlük çekmeye başladıklarını, bankaların yeni kredi vermemeleri, bazı kredileri geri çağırmaları konusunda herkesin şikayet ettiğini hatırlatıyor. Akçakoca, faizlerin hızla yükseldiğini, akreditif açma komisyonlarının yüzde 3-5’lere çıktığını kaydederek, bu gelişmelerin daha önce yaşadığımız sıkıntıları tekrar yaşamaya başladığımızın bir göstergesi olduğunu ifade ediyor.

Bunun ardından bankaların haciz ve icra aşamasında ön sıraya geçebilmek için, açık kredilerini ihtarname bile çekmeden geri çağırmalarının, vadesi gelmemiş kredileri bile geri çağırmalarının mümkün olabileceğini kaydeden Engin Akçakoca, "Bankalardan böyle bir aşamada ortak hareket etmelerinin beklenemeyeceğini" söylüyor.

FON YA DA VARLIK ŞİRKETİ KURULMALI

Mevcut gidişatın bu şekilde sürmesi halinde açılan kredilerin çoğunun sorunlu hale gelip bilançoları zora sokabileceğini kaydeden Engin Akçakoca, yeni bir bankacılık krizi yaşamamak için şimdiden önlem alınmasını gerektiğini söylüyor.

Ya hemen harekete geçilip bir "önleyici fon" kurulması, ya da geçmişti uygulanan "İstanbul Yaklaşımı"nın yeniden kurgulanıp deveye sokulması gerektiğini kaydeden Akçakoca, aksi takdirde geç kalınacağını, bankaları kurtarmak için fon kurulması gerekeceğini söylüyor. Fonun devlet, işçi ve işveren sendikaları, TOBB, Dünya Bankası ve IMF ile anlaşılıp oluşturulabileceğini kaydeden Akçakoca, işçi sendikaları katılırsa "işçi çıkarmama şartı" bile konulabileceği görüşünde. Bu takdirde kaynağın mevduatta ve tahvil alımında da kullanılabileceğini kaydeden Akçakoca, Fonun satın alma işlemlerinin ise uzun vadeli tahvil ile yapılabileceğini, Fonun bono ve tahvil ihraç edebileceğini kaydediyor.

Bu fonun asıl amacının şirketlerin vadesi gelen ve ödenemeyecek durumda olan yurt içi ve yurt dışı kredileri ile yeni alacakları nakdi ve gayri nakdi kredileri karşılamak olması gerektiğini söyleyen Akçakoca, kredilerin tahsis edildikleri tarihte verilmiş teminatlarının Fon’a devredilmesi, başka bir teminatı ile kullanılmadığının şirket ve krediyi veren tarafından tahahhüt edilmesi gerekeceğini, şirketin daha önce protestolu senedi, karşılıksız çeki ve bankalara ödenmemiş herhangi bir borç sorununun bulunmaması gerektiğini de kaydediyor.

Akçakoca, şirketin yüzde 51 oranındaki hisselerinin kefil olunan krediler tamamen geri ödenene kadar Fona rehin edilebileceğini, bu konuda detaylı çalışmalar yapılıp örneğin bu miktardaki hisse kadar, hisse senedi yoksa sermaye artışı yapılabileceğini ve Fonun aktaracağı miktarın bir kısmını bu yolla aktarılmış olabileceğini söylüyor. Akçakoca bu süre içerisinde şirkette temettü, ikramiye gibi ödemelerin yapılmaması gerektiğini, sermaye artırım şartı konulması gerektiğini kaydediyor. Bu süre içerisinde şirket varlıkları üzerinde hiçbir takdiyatın oluşturulamayacağını kaydeden Akçakoca, kefalet için Fonun yıllık yüzde 2-4 arası bir komisyon alabileceğini belirtiyor. Vade ise 1-2 yılı geri ödemesiz, 5-7 yıl olmalı.

Fonun yönetiminin mutlaka bağımsız olması gerektiğinin altını çizen Akçakoca, aksi takdirde böyle bir fonun yönetilemeyeceğini kaydediyor. Fonun işleyişinde mutlaka çıkış yollarının konulması gerektiğini kaydeden Akçakoca, fon hisselerinin halka veya özel yatırımcılara satılabileceğini söylüyor. Fon yerine aynı işlevi görecek bir "varlık yönetim şirketi" de kurulabileceğini kaydeden Akçakoca, "fonun kuruluşu ve işleyişinde bankaların bilançolarına yük getirilmesinden kaçınılmasının özel önem taşıdığı" görüşünde.

Bütün bu önlemlerle birlikte alınması gereken başka önlemler de olması gerektiğini kaydeden Akçakoca, bunların bazılarının ise Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi’nin (BSMV) sıfırlanması, ara yatırım malının vadeli ithalatında Kaynak Kullanım Destekleme Fonu (KKDF) kesintisinin düşürülmesi olacağını söylüyor. Akçakoca buna karşılık dövize endeksli kredilerde KKDF’nin artırılıp, BSMV’nin de kalkmaması gerektiğinin altını çiziyor. İşte size dört başı mamur reel sektörü ve bankaları krizden kurtarma planı...
Yazının Devamını Oku

1994 krizindeki gibi kötü yönetim

25 Ekim 2008
GENÇ yaşta aramızdan ayrılan arkadaşımız, eski merkez bankacı, TEB Baş İktisatçısı Emin Öztürk anısına düzenlenen bir toplantıda sunacağım bildiri için, daha yeni, 1994 ve 2001 krizlerini yeniden çalıştım. Bunu şunun için söylüyorum ki; yaşadığımız günler, farklılıklar çok olmakla birlikte, "yönetim becerisi" açısından 1994’deki kriz öncesini çok hatırlatıyor. 1994 yılında yaşadığımız kriz "kötü yönetim" nedeniyle yaşadığımız, büyük maliyetlere katlandığımız, daha sonrasındaki 2001 krizini hazırlayan kötülükleri besleyen bir krizdi. Şimdi yine kötü yönetim nedeniyle ciddi sonuçlar doğurabilecek bir krize doğru gidiyoruz.

Hem de bu kez 1994’e kıyasla rakamlar çok büyük, yani zarar da çok büyük olacak.

Bunu sadece ben söylemiyorum; AKP’nin bürokratları bile bunu söylüyor. Bürokratlar çok geç kalındığını, krizi yok saymanın moralleri iyice bozduğunu, parça parça herkesin kendi kafasına göre açıkladığı küçük önlemlerin koordinasyonsuzluğu gösterdiğini, Başbakan’ın krize yaklaşımının çok yanlış olduğunu, yani sürecin yönetilemediğini söylüyorlar.

Önceki gün Başbakan’ın faizlerle ilgili, bankalarla ilgi söylediklerini görünce artık kesin kanaat getirdim ki; çok ciddi bir beceriksizlik, vurdumduymazlık ve bilgisizlik söz konusu...

Her şeyden önce IMF’le anlaşma konusunda büyük hata yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Başbakan IMF’e kafa tutarcasına, "Bizi kimse yüzde 2-3’lük büyümelere zorunlu bırakamaz" diyor. Peki, gerekli önlemleri almadığınız zaman ülke krize gider de, yüzde 5-10’luk küçülmeler yaşanırsa ne olacak? Bu tavır eski milli görüşçü, IMF’e kafa tutma tavrı.

Bazıları "IMF’le anlaşma için geç kalınmış bile olabilir, yani IMF ile anlaşma yapılsa bile geri dönüşü olmayan bir yola girmiş olabiliriz" diyor ama bence hala bir umut var. Ama sadece IMF ile bir anlaşma yapılması artık yetmez, o noktayı aştık. Bununla birlikte IMF’le anlaşılıp özel sektörün finansmanını rahatlatmak için önemli bir fonun bulunması, dört başı mamur bir önlemler paketi getirilmesi lazım.

Maliye Bakanının açıkladığı son vergi affı da, IMF ile köprülerin atılmaya çalışıldığını gösteriyor. Ama yine söylüyorum; piyasa IMF ile anlaşmaya zorluyor, ne olursa olsun sonunda Hükümet, seve seve(!) IMF ile anlaşmak zorunda kalabilir...

Anlaşma olur da yüzde 2-3’lük büyüme hedefi açıklanırsa, Başbakan ne diyecek?

Kredi verilememesi çok doğal

BAŞBAKAN finans kesimini uyarıyormuş, bankaların kredi vadesi geldiğinde öde ya da faizini artır dememeleri lazımmış. Bunu önlemek için gerekirse önlem alacaklarmış...

Birileri Başbakan’a, kurlar arttığı zaman, banka bilançolarındaki hazine kağıdının faizi arttığı zaman krediye verilecek paraların zorunlu olarak azalması gerektiğini anlatmalı. Bilanço tekniği gereği, eğer krediyi fazla verirlerse zaten sermaye yeterliliği kısıtına takılacaklar.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme kurumu (BDDK) sadece durumu seyrediyor, bunların bilançolaştırılmasında uygulanan tekniği güne uyarlama yoluna gitmiyor, Ona sorsunlar.

O zaman kredi verilmesini engelleyen bankalar değil bilançolardır, bunu bilmesi gerek..

2001 krizinde, özellikle krizden sonra yapılanlara bakıyorum da; AKP’nin gelir gelmez görevden aldığı, o zamanki bürokrasi işi o kadar iyi yönetmiş ki... Şimdi övündükleri "bankacılık sisteminin sağlamlığı" tümüyle o dönemde sağlandı, AKP’nin katkısı hiç yok.

AKP’nin göreve gelmesinin hemen ardından yaptığı kadrolaşmayı sık sık yazdığımda, IMF programı bittiğinde bu kadronun işi götüremeyeceğini söylediğimde, bu söylediklerim bankacılar tarafından bile abartılı bulunuyordu. Şimdi eski bürokrat, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz dışında inisiyatif alan, doğru teşhis yapan bürokrat görüyor musunuz?

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, iyileri atıp, kendi yetersiz kadrosunu kurup, faize müdahale etmiş, bankalara rest çekip ülkeyi durup dururken 1994 yılında krize götürmüş, daha sonra mecburen IMF’i çağırıp stand-by anlaşması imzalamıştı...

2001 krizinde, üçlü koalisyon döneminde bile kriz için daha akılcı, radikal kararlar alındı.

Tek parti iktidarının otomatik olarak işleri çözeceğini söyleyenler, bu duruma ne diyor acaba?
Yazının Devamını Oku

Yabancılar kur yerine IMF’yle anlaşmayı soruyor

23 Ekim 2008
KURLARDAKİ hızlı yükseliş, küresel krizin etkileri konusunda oluşan tedirginliğin iyice artmasına neden oldu. Neredeyse, sokakta karşılaşan herkes önce birbirine, "bu kurlar nereye kadar gidecek, daha da artar mı, düşer mi?" diye soruyor.

Bir de yüklü döviz borcu olan reel sektör şirketlerinin patronlarını, döviz kredisi kullanmış tüketicileri ve bankacıları düşünsenize...

İçerde kurlardaki artış sadece içeride değil dışarıda da gözlerin Türkiye’ye çevrilmesine neden oldu. Ancak dışarıdakiler "kur nereye gider?" diye sormuyor, dışardan gelen telefonlarda karşılaştığımız soru "IMF’le anlaşma konusunda ne olacak?" biçiminde oluyor.

Özetle, IMF’le kaynağa dayalı yeni bir anlaşma yapılmadığı takdirde, yabancıların beklediği, daha doğrusu Türkiye ile iş yapan yabancıların beklediği, kurların daha da artması...

Peki, IMF ile anlaşma konusunda ne olacak? Hükümet bu anlaşmayı yapacak mı?

Şahsen, hálá ne yapılacağı konusunda net bir görüşüm oluşmuş değil. Hükümette böyle bir görüş oluşturuldu mu, onu da bilemiyorum.

Doğrudan ekonomiyle ilgili olmayan bakanlarla, Başbakan’a yakın kişilerle konuştuğunuzda, IMF ile anlaşmaya karşı bir direnç olduğunu görüyorsunuz. AKP’deki bu kesim IMF ile anlaşma yapmayıp, muslukları iyice açarak krizin etkilerinin hafifletilmesini istiyor. Yani Kabinedeki bu bakanlar yatırımların hızlandırılmasını, harcamaların artırılmasını, içtalebin körüklenmesini, vergilerin düşürülmesini, Merkez Bankası’nın mutlaka faizleri düşürmesini, böylece reel sektörde hissedilecek kriz etkilerinin en aza indirilebileceğini söylüyor.

Tabi ki bu görüşün oluşmasında Mart’ta yapılacak yerel seçimlere ilişkin kaygılar bulunuyor ve bu seçimde mümkün olduğunca yüksek oy almak için her şeyin yapılmasını istiyorlar.

Buna karşılık, kesin bir şey söylemese de Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren’in IMF ile anlaşmaya sıcak baktığını biliyoruz. Kritik bakanlardan olan IMF ile ilişkileri götüren Devlet Bakanı Mehmet Şimşek ne istiyor diye sorulduğunda ise, benim yanıtım açık değil.

ŞİMŞEK: IMF’DEN BU PARAYI ALAMAYIZ

Şimşek
’in toplantılarda söylediklerinin çelişkili olduğunu biliyoruz. Geldiği iktisat geleneğine göre IMF ile anlaşmayı desteklemesi lazım ama belki de "Başbakan’ı ikna edemeyecği için" Şimşek, sürekli olarak IMF ile anlaşmanın kötülüklerinden sözediyor.

Bu hafta başında yapılan toplantıda ise bir yandan "anlaşma için çalışmalar sürüyor" derken, öte yandan vergilerin indirilmesini isteyen özel sektör temsilcilerine "Hem vergileri indirelim diyorsunuz, hem IMF ile anlaşma yapalım diyorsunuz. İkisi birbiriyle çelişir olmaz" dediğini öğrendik. Ayrıca özel sektör temsilcilerinin "20-25 milyar dolarlık bir kaynak sağlanmasını" istediklerinde ise IMF’in zaten tüm dünyada dağıtacağı kaynağın 120 milyar dolar olduğunu, herkesin bu paraya talip olduğunu, ayrıca Türkiye’nin limitlerini aşmış olduğunu, özetle anlaşma yapılsa da bu paranın alınamayacağını söylediğini öğrendik.

Elbette söylediklerinde haklılık payı var. Ancak öğrendiğimiz kadarıyla özel sektör de vergilerin indirilmesini isterken, mali disiplinden vazgeçilmesini istemiyor. Buna karşılık cari harcamaların, yatırım harcamalarının bir süre için kısılması gerektiğini yani dengenin böyle korunması gerektiğini söylüyor. Buna IMF razı olur mu derseniz, bence sağlam bir yeni denge kurduğunuz zaman, böyle bir dönemde IMF’yi ikna etmek o kadar zor olmayacaktır.

Ama belki de Şimşek, kendisinin bir Kemal Derviş olamadığını bildiği için, yani IMF’yi ikna konusunda yetersiz kalabileceğini gördüğü için, böyle bir yolu şimdiden kesmek istiyor.

Peki IMF’yle geç mi kaldık derseniz, evet geç kaldık. Ama bugünlerde karar verilmezse çok ama çok geç kalmış olacağız...

Piyasanın Hükümeti daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ı IMF’le anlaşma konusunda zorladığını daha önce söylemiştik, kurlarla bu baskı iyice arttı. Bakalım ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Maliye yurtdışından 10-15 milyar dolar giriş bekliyor

21 Ekim 2008
<b>TRİPOLİ-ANKARA </b><br>ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım, "Küresel kriz Türkiye’yi etkiler mi, etkilemez mi?" tartışmasının saçma bir tartışma olduğunu, herkes gibi bizim de etkileneceğimizi, bu konuda gerekli önlemlerin de hazırlandığını söyledi. Bakan Yıldırım, "Varlık Barışı Yasası" hazırlıkları konusunda bilgi verirken, Maliye Bakanlığı’nın bu kapsamda yurtdışından 10-15 milyar dolar gelmesini beklediğini söyledi. Bunun çok temkinli bir tahmin olduğunu kaydeden Yıldırım, kendisinin çok daha iyimser olduğunu, daha fazla paranın gelmesini beklediğini belirtti. Yıldırım, "10 milyar dolar gelse bile büyük bir kaynak aslında..." dedi.

Yıldırım, tasarıya son şeklinin verildiğini, önce farklı vergi oranları düşünülürken, son taslakta gelen paraların tümünden yüzde 2 vergi alınması görüşünün benimsendiğini kaydetti. Kendi kişisel fikrinin "Hiçbir şekilde vergi almamak olduğunu" belirten Yıldırım, ancak Maliye’nin bu yönde bir görüşü bulunduğunu söyledi. Yıldırım, "Paranın karası olmaz" derken, bu düzenlemenin uluslararası camiada kara paranın aklanması konusundaki mevzuat nedeniyle tepki göreceğinin hatırlatılması üzerine, "Kriz var herkes kendine göre önlem alıyor, böyle bir dönemde buna bakılmaması lazım" diye konuştu.

İÇERİDEKİ PARALAR ALINABİLİR

Bu arada Binali Yıldırım, son günlerde sadece yurtdışından gelecek paralar için değil içerisi için de benzer bir uygulamaya gidilip, yurtiçinde bulunan paraların da aynı kapsamda sisteme sokulması konusunda öneriler geldiğini vurguladı. Bu uygulamanın üç aylığına getirilip, içerideki paraların sisteme alınması halinde yüzde 5 vergi alınmasının düşünüldüğünü söyledi.

Yıldırım, hem vergi oranına son şeklinin verilmesi, hem de içerideki paralar için de uygulamaya sokulması konusunda çalışmaların hálá sürdüğünü kaydederken, "Tüm bu konuların komisyonda netleşeceğini" ifade etti.

Bu yöndeki taleplerin muhalefetten de geldiğini kaydeden Bakan Yıldırım, "Böyle öneriler muhalefetten de geliyor ama muhalefet tabii ki görüşmeler sırasında eleştiri getirecektir, doğaldır. Hep böyle oluyor" diye konuştu.

Yıldırım, Zekeriya Temizel döneminde gidilen aynı uygulamada başarı sağlanamamasının nedeninin diğer yasalardaki kontrollerin kaldırılmaması olduğunu kaydederken, yeni düzenleme ile Türk Parasının Kıymetini Koruma, Ceza Yasası ve diğer yasalardaki yükümlülüklerin de kaldırılacağını söyledi. Bu kez başarı beklediklerini kaydeden Yıldırım, bu konuda parasını getirebilecek olan kesimlerle diyaloğa girip, ne kadar paranın gelebileceği konusunda sinyal alınması gerektiğini, başka sorunlar varsa onların da giderilmesine çalışılması gerektiğini ifade etti.

Yıldırım, bu işlerin kendi işi olmadığını, ekonomiyle ilgili bakanların çalıştığını kaydederken, sonuçta yaşanacak sıkıntıların kendi alanındaki işleri de etkileyeceği için bu konuları yakından takip etmeye çalıştıklarını söyledi.

’I-M-F’ diyenler şimdi ’I-M-OF’ diyor

LİBYA’da iki gün boyunca temaslar yapan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Ankara’ya dönüşte temasları hakkında ve ekonomik kriz hakkındaki sorularımızı yanıtladı. Yıldırım, Libya ziyareti öncesi müteahhitlerle yaptığı sohbet toplantısında küresel kriz için "Herkes I-M-F, I-M-F derken şimdi artık I-M-OF diyor" diyerek, bize akıl veren ülkelerin ve kuruluşların büyük sıkıntı içine girdiklerini, şimdi akıl verenlerin akıl aradıklarını kaydetmişti.

Bu söylediklerini hatırlatıp, IMF ile bir anlaşma olup olmayacağını sorduğumuzda, Yıldırım Türkiye’nin kendi programını yapıp, her ülke gibi krizden nasıl daha az etkileneceğine kendisinin karar vermesi gerektiğini söyledi. Açıkça söylemedi ama Binalı Yıldırım’ın IMF’yle anlaşmadan yana olmadığı izlenimini edindik.

Yıldırım, gerekli hazırlıkların yapıldığını yakında kriz konusunda alınacak önlemlerin açıklanmaya başlanacağını, telaşa gerek olmadığını da söyledi.
Yazının Devamını Oku

Libya’dan daha çok iş almak Başbakan’ın ziyaretine bağlı

20 Ekim 2008
<b>TRİPOLİ</b><br>HER ne kadar Hükümet ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan inkar etse de, Türkiye küresel krizin etkilerini hissetmeye başladı. Her sektörün kendine göre bir çıkış yolu bulması gerekiyor ve Türkiye Müteahhitler Birliği bu çıkış yollarından birini Libya’da daha fazla iş almak olarak görüyor. İşte bu nedenle Türkiye Müteahhitler Birliği organizasyonunda Libya’ya bir iş gezisi gerçekleşti. Bu geziye, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da katıldı ve dün Başbakan dahil üst düzey temaslar gerçekleştirdi.

Müteahhitler son 3 yılda Libya pazarının kendileri için yeniden açıldığını, toplam 19.5 milyar dolarlık yeni yurtdışı iş aldıklarını bunun 4.9 milyar dolarının Libya’da olduğunu söylüyorlar. Buna karşılık Libya’nın uzun zamandır ambargo nedeniyle iş yapmadığını, son yıllardaki petrol fiyatlarının yüksekliğinin de etkisiyle Libya’nın çok büyük birikim sağladığını, şimdi altyapı yatırımlarına yeniden ağırlık verdiğini, buradan alınacak çok iş olduğunu söylüyorlar.

RESMİ TEMAS ŞART

Yani şu andaki iş hacimlerini 4-5 kat artırmalarını mümkün görüyorlar. Ama mutlaka en azından Başbakan düzeyinde Libya’yla resmi temas kurulması gerektiğinin altını çiziyorlar. Ama 1996 yılında dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın ziyaretinde ortayı çıkan fiyasko, Türkiye’nin Libya ile daha üst düzey temas kurmasını engelliyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün o dönem meşhur Bedevi Çadırı’nda yeraldığını, o nedenle gelmesinin pek mümkün olmadığını kaydeden müteahhitler "Ama artık Başbakan Libya’ya gelebilir" diyorlar. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldım’ın ziyaretini bu girişimin ilk adımı olarak görmek istediklerini çünkü Başbakan buraya gelip Libya Lideri Kaddafi ile görüşmesi halinde alacakları işlerin katlanacağını belirtiyorlar.

İŞLER ZORLAŞIYOR

Müteahhitler Türkiye’de işlerin giderek zora girdiğini, Libya gibi ülkelerden aldıkları işleri büyütmenin, krizi daha az etkiyle atlatmamız için gerektiğini kaydettiler.

Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da, müteahhitler ile yaptığı sohbet toplantısında küresel kriz nedeniyle buradan alınacak işlerin daha da önem kazandığının altını çizerek, "Geçmişe takılı kalmamız lazım" şeklinde konuştu. Bu sözler bir anlamda, geçmişte bozulan ilişkilerin yeniden kurulması gerektiğinin, en azından Bakan Yıldırım’ın böyle düşündüğünün bir işareti gibiydi.

Çin ve İtalya’nın Libya’da bu ilişkiler nedeniyle çok büyük işler aldıklarını, İtalya Başbakanı Berlusconi’nin gelip geçmişteki sömürgecilik dönemleri için özür dilediğini, tazminat ödeyeceklerini söylediğini,bundan sonra İtalyan müteahhitlerine çok büyük işler verildiğini hatırlatıyorlar. Özetle; müteahhitler başka ülke yönetimlerinin yaptığı gibi, siyasi ilişkilerin kullanılıp, kendi önlerinin açılmasını istiyorlar.

THY Tripoli’ye her gün uçacak

ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım’ın temaslarından çıkan en somut sonuç, Türk Hava Yolları’nın (THY) her gün Tripoli’ye sefer düzenlemesi konusunda yapılan anlaşma idi. İki taraf arasında sivil havacılık anlaşması imzalandı. THY Genel Müdürü Temel Kotil, müteahhitlerin isteği üzerine 26 Ekim’den itibaren Tripoli’ye her gün uçuş olacağını, istek üzerine Bingazi’ye uçuş için de çalışacaklarını söyledi. Bu arada Kotil, müteahhitlerin bilet fiyatlarının yüksekliğinden şikayet etmeleri üzerine, daha önce daha az sefer düzenlendiği için fiyatların yüksek olduğunu belirtip, artık ucuzlayacağının müjdesini verdi.

Önceki gece Bakan Yıldırım ile sohbet yemeğinde konuşan Türkiye Müteahhitler Birliği Başkanı Erdal Eren ve söz alan müteahhitler de hem Libya’daki sıkıntılarını hem de genel sorunlarını aktardılar. Müteahhitler vize sorunundan, buradaki temsilcilikler için her yıl yenileme istenmesinden şikayetçiler. En büyük şikayetleri ise yine teminat mektubu temini.

Türk bankalarının teminat mektuplarının Libya’da kabul edilmediğini hatırlatan Erdal Eren, artık mutlaka Türk bankacılık sisteminin ne kadar sağlam olduğunu bu ülkelere anlatılması gerektiğini, bankacılığımızın birçok ülkeden daha iyi olduğunun anlatılıp teminat mektuplarının kabul edilmesinin sağlanmasının gerektiğini söylüyor.

Türk bankalarının başka bankalar aracılığıyla teminat mektubu vermek konusunda çekimser davranmalarından şikayet eden Eren, Libya’da olduğu gibi her ülkede bu sorunun olduğunu, son 2-3 hafta içinde sorunun daha da büyüdüğünü söyledi. Eren, kamu bankalarının kendilerine teminat mektubu vermesi konusunda Başbakanla 2-3 kez görüşme yaptıklarını, verilen talimatlara rağmen bu işin çözülemediğini hatırlattı.

Özetle; küresel krizin etkileri, Başbakan her ne kadar "Hamdolsun iyiyiz" dese de, artık hissedilmeye başladı, çare bulmak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Piyasa hareketleri IMF ile anlaşmayı zorluyor

18 Ekim 2008
ULUSLARARASI Para Fonu (IMF) Türkiye Masası İstanbul’a geldi ve dün özel sektör temsilcileriyle temaslarına başladı. Hafta sonunda Ankara’ya geçecek ve resmi temaslar başlayacak.

Türkiye’nin bu yılın başlarında biten stand-by anlaşmasından sonra IMF ile ilişkilerini nasıl düzenleyeceği konusu hala belirsiz. Zaten borçlu olduğumuz için bir süre daha IMF’in izlemesi altında olacağız. Ancak bir yandan da ihtiyati stand-by anlaşması için uzun süredir görüşmeler yapıldığı halde bu konuya netlik kazandırılamadı.

Stand-by anlaşmasından sonra AKP hükümeti harcamalarda biraz gaza bastı. Özellikle ulaştırma yatırımları konusunda yatırım ödenekleri bir hayli aşılmış durumda. İşte IMF’in bu tür yatırımlardaki aşırı artışı frenlemek gerektiğini söyleyip, işsizlik fonundan yapılan aktarmalar gibi mali disiplini bozucu kararları geri almasını istediğini biliyoruz.

AKP Hükümeti ise önümüzdeki mart ayındaki seçimleri de düşünerek, harcamaları kısmaya yanaşmayıp, "olabiliyorsa IMF’le anlaşma olmadan bu işi götürmek" istiyor.

AKP Hükümetinin bu ikircikli tutumunu biran önce netleştirip, artık "IMF’yle anlaşma yapıyoruz" ya da "yapmıyoruz" diyeceği bir noktaya geliyoruz. Verilecek karar küresel krizin etkilerinin en yoğun hissedileceği dönemde, Türkiye ekonomisi için hayati önem taşıyor.

AKP hükümeti bir süre daha küresel kriz etkilerinin görülmemesi halinde "IMF ile yeni anlaşmaya girmeyip, bütçeye mali kural maddeleri koyarak işi götürme" noktasındaydı. Ancak son günlerde yaşananların özellikle de kurlardaki aşırı hareketlerin giderek AKP Hükümetini anlaşma konusunda zorladığını düşünüyorum. Daha doğrusu tek karar verici olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı piyasaların zorladığını düşünüyorum.

İSTEMEYE İSTEMEYE

Bu nedenle önümüzdeki bir hafta-on gün içinde IMF ile ihtiyati stand-by anlaşması yapılacağı açıklanırsa, artık benim için sürpriz olmaz.

Özetle; AKP Hükümeti istemeye istemeye IMF ile yeni anlaşmaya doğru yol alıyor.

Ekonomi bürokratları uzun zamandır IMF ile yeni anlaşma yapmak istiyordu, son yaşanan hareketler bu konudaki eğilimlerini iyice güçlendirdi. İşalemi zaten "çıpaların kaybolmaması" için, verilemeyen güvenin bu yolla sağlanması için IMF ile yeni bir anlaşmayı destekliyor.

Son dönemde piyasalar da zorladığı için bence AKP hükümeti çaresiz bu yola girecek gibi gözüküyor. En azından aksi takdirde doğacak sonuçlardan kurtulmak için yapacaklar...

TÜSİAD’dan Başbakan’a usturuplu yanıt geldi

TÜSİAD üyelerinin, krizle ilgili eleştirilerine karşı Başbakan’ın geçen haftaki sert çıkışına çok kızdıklarını biliyorum. O nedenle ne yanıt vereceklerini merakla bekliyordum.

Beklediğim yanıt dün geldi. Türkiye’de güven duygusunu artırmak gerektiğini, bunun için küresel krizin boyutları ve Türkiye’nin riskleriyle ilgili ciddi bir farkındalık içinde olunduğunun gösterilmesi gerektiğini kaydeden TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ, "Devir, devletin özel sektörün bir arada olma devridir. Önerilere kulak verme devridir. Konuşanı susturma, ’biz gerekeni yaparız’ diyerek tartışmaları bastırma, yatırım yapan, istihdam yaratan, elini taşın altına koyan, sırtında yumurta küfesi taşıyan özel sektörü suçlama devri değildir.Evet, Türkiye’de görünen bir yangın yok, ama yön değiştiren ve kuvvetini artıran bir rüzgarın tehdidi altındayız" dedi.

HERKES ÇİZGİME GELSİN

IMF ile anlaşma konusunda "gereksiz biçimde gecikildiğini" kaydeden Yalçındağ, yapısal olarak ciddi bir sorun oluşturan cari açığın, küresel likiditenin daraldığı bu dönemde de finansman açısından bizi sıkıntıya sokabileceğini söyledi. Yalçındağ, "Demokrasi kültürünü içine sindirememeyi, ’herkes benim çizgime gelsin’ düşüncesini, ülkeyi yolundan saptıran suni gündem konuları ortaya atarak siyasetin ve bürokrasinin ulusal hedeflere kilitlenmesine engel olmayı siyasal istikrar anlayışıyla bağdaştıramıyoruz" şeklinde de konuştu.

Bazılarına sert gelebilir ama bildiğim kızgınlıklarıyla kıyasladığımda, TÜSİAD’ın Başbakan’a çok üsturuplu bir yanıt verdiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Belli ki Başbakan’ın ortalığı geren sertliğine uymamak, yani sorumlu davranma gereği duydukları için bu yolu seçtiler...
Yazının Devamını Oku

Yurtdışındaki paralar böyle gelmez

16 Ekim 2008
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan yurtdışındaki paraların ülkeye çekilmesine imkan verecek düzenleme yapılacağını, "tüm riski alacaklarını" söyledi. Her şeyden önce şunu söyleyelim ki; Maliye Bakanlığı’ndaki bu çalışma 1 yıl öncesine dayanıyor. Yani lanse etmeye çalıştıkları gibi "krize karşı bir önlem" olarak gündeme getirmiş değiller.

Peki bu para gelir mi?

Bence gelse bile o kadar fazla bir para gelmez. Yani gelecek para, yapılacak bu düzenleme ile uğranılacak itibar kaybına değmeyebilir.

Bu düzenlemeden itibar kaybına uğrarız çünkü kara paraya izin veren bir yasal düzenleme yapmamız gerekiyor. Kara parayla ilgili uluslar arası standartlardan sapma gerektirecek düzenlemelere imza atmamız gerekiyor.

Bu konu dünya kamuoyunun çok hassasiyetle üzerinde durduğu bir konu.

Ne düzenleme yaparsanız yapın, önemli miktarda para gelmeyeceğine neden inandığıma gelince... Çünkü yüklü miktardaki paraların Türkiye’ye gelişlerine hem o paraların bulunduğu ülkelerin öyle kolay kolay izin vereceğine inanmıyorum, hem de paralarını dışarıda tutanları tavır değişikliğine itecek bir nedenin olmadığı kanısındayım.

O paraları yurt dışında tutanlar ya oradaki işleri için, bu paralara orada ihtiyaçları olduğu için tutuyorlardır ya, Türkiye’ye güven duymadıkları için yurt dışında tutmayı tercih ediyorlardır. Ya da uyuşturucu-silah ticareti yapıp kazandıkları paraları yani kara paraları yurt içine getirdikleri zaman hesap sorulacağı için, "bu adam bu parayı nereden kazanmış" denileceği için cesaret edip getiremiyorlar.

Peki bu paranın kaynağını sormayıp, vergi koymazsanız bu paralar gelir mi?

Bence bu yeterince özendirici bir düzenleme değil. Yani daha genel amaçlar olmadan, yurt içine getirecekleri paraları kar getirecek yeni alanlara yatırma amacı olmadan, sadece vergi istenmeyecek diye kimse parasını Türkiye’ye getirmez.

BÜYÜK PROGRAMIN PARÇASI

Bu paralar ne zaman gelir biliyor musunuz?

Tümüyle bir ekonomik seferberlik ilan edersiniz, elinizde dört başı mamur bir ekonomik program vardır, bütün detayları bellidir, hangi sektöre ne kadar teşvik vereceksiniz bu belli olmuştur, adamlara, "getirip paralarınızı şuraya yatırın, şu kadar vergi muafiyeti, şu kadar teşvik" dersiniz, işte o zaman gelir. İşte o zaman ben senden vergi almıyorum, kaynağını sormuyorum derseniz, bu paralar ülkeye gelir ve üstüne üstlük ülkeye yarar getirir.

Şimdi Almanya’da çalışan işçilerin parasını çekeceğim diyorsunuz ama "kaynak paketleri" gibi çok paket gördük, çok yüksek faizler verildi ama bu paralar ülkeye gelmedi.

Hem de böylesine sıkışık bir dönemde Almanya’nın bu paraların kendi ülkesinden çıkmasına izin vereceğini tahmin edebiliyor musunuz?

Yurtdışında parası olan ve oradaki işleri için kullananlar, zaten bu parayı getirmezler.

Örneğin İsviçre’de parası olan bir kişi ise bu küresel krizde mevduatın tümüne güvence veren Avrupa ülkelerine mi güvenecek, yoksa krizden etkilenmesi kaçınılmaz olan, mevduata sınırlı güvence veren Türkiye’ye mi?

Ama bir yıl önceden başlatılan bu çalışmaların asıl amacı, AKP’ye yakın hatta AKP’lilerin kendileri ise, bu paralar gelmek için hazırlandıysa, o zaman başka...

Ya da Putin gibi yapıp, tek tek isimlere "ya paranı getir, ya da bu ülkede artık çalışamazsın" diye tehditler savurur, santaj yaparsanız, belki...

Bu arada Avrupa’daki kriz sırasında orada paraları olan Türklerin epey parasının battığı da söyleniyor. Belki gelecek para da epey azalmıştır, kimbilir...
Yazının Devamını Oku

IMF treni kaçmış olabilir

13 Ekim 2008
İŞ ALEMİ tek bir ses halinde, geç kalmış IMF anlaşmasının hemen yapılmasını istiyor. Buna karşılık AKP Hükümeti, bu konuda geçtiğimiz Mart ayından buyana sürdürdüğü "oyalama" taktiğini hala devam ettiriyor. Son olarak da Başbakan Erdoğan, Devlet Bakanı Mehmet Şimşek’in Washington dönüşünde anlaşmaya karar verileceğini söyledi. Referans Gazetesi’nden Begüm Gürsoy, Bakan Şimşek’in katıldığı, Washington’da JP Morgan’ın düzenlediği yatırımcılar toplantısına girmiş ve Şimşek’i dinlemiş. Şimşek bu toplantıda Türkiye’nin 2001’de yaşadığı mali krizi anlatarak, bu dönemde özellikle bankacılık sektöründe ciddi bir mali kriz yaşandığını ancak "IMF ile anlaşma olmasına rağmen bunun krizi engellemediğini " belirtmiş. Ardından da IMF ile yeni anlaşma yapılsa da yapılmasa da mali disiplinin sağlanması ve reformlara devam edilmesi gerekeceğini belirterek, bu nedenle 2009 bütçesini güçlendireceklerini kaydetmiş.

Şimşek’in 2001’de neden krize girildiği konusunda demek ki önemli bir fikri yok ama bunu bir kenara bırakalım... Bu konuşma bence "IMF’le yeni bir anlaşma konusunda trenin kaçmış olduğuna işaret edebilecek" bir konuşma,. Yani Bakan, yatırımcılara "Biz IMF’le anlaşma yapmayabiliriz ama mali olarak sıkı duracağız" mesajı vermeye çalışıyor.

Bir süredir IMF’le anlaşma konusunda Hükümetin piyasaları oyaladığını tahmin ettiğimi yazıyordum. Bence Şimşek’in basına kapalı olan bu toplantıda söyledikleri, hükümetin IMF ile yeni bir anlaşma konusunda hala mutabakata varamadığını söylüyor.

Ya da IMF’in anlaşma için ileri sürdüğü şartlar bayağı ağırlaştı ki; Şimşek, Hükümetin daha doğrusu Başbakanın bu şartları kabul edemeyeceğini görüp şimdiden yolunu yapıyor.

Bu yıl Mart ayında anlaşmanın biteceği belliydi, Türkiye’nin hala çıpalara ihtiyacı olduğunu küresel krizin geldiğini, bu nedenle AB ve IMF çıpalarınıkorumaya devam edip, Türkiye’ yi sakin sularda yüzdürmek gerektiğini, fırtınadan ancak böyle korunabileceğimizi söyledik.

KRİZ ETKİSİ HÜKÜMETİN SUÇU OLACAK

Ancak Hükümet "IMF’siz götürürüm, 2009 Mart yerel seçimlerine IMF kısıtlarıyla girmeyip harcamaları artırmalıyım" yaklaşımındaydı. Bu nedenle geçen Mart’ta beri harcama artırdılar, yatırımlar ödenekleri iki kat aştı, işsizlik fonuna bile el attılar, kalem oyunları bile yaptılar.

Daha küresel kriz bu kadar ağırlaşmamışken, 2-3 ay öncesinde IMF’in, özellikle işsizlik fonu gibi popülist kararlar geri alınıp, GAP dışındaki yatırımlara aşırı harcama kesilirse, yeni bir anlaşmanın yapılabileceğini ekonomi yönetimine iletti ama Hükümet bunu kabul etmedi.

Şimdi gelinen aşamada bence IMF’in Türkiye ile, eski şartlarla bile, bir anlaşma yapması çok zorlaştı. Küresel kriz bu boyutlara ulaşmışken, IMF ileriye dönük görevleri konusunda bile bir belirsizlik içinde bulunuyor.Şimdi daha ağır şartlar ileri sürüyorsa, benim için sürpriz olmaz.

Özetle Hükümet geç kaldı, Mart’ta ya da 2 ay öncesine kadar bile IMF’le anlaşma yapmış olsaydı, şimdi küresel krizin etkilerinden bu kadar korkmuyor olacaktık.

Zaten ülkeyi yönetmek ekonomiyi yönetmek demek, olabilecekleri erkenden görüp kendi ülkenizi ona göre hazırlamanız demek değil mi? Yaklaşan tehlikeleri iyi yönetip, halkınıza daha fazla zarar gelmesini engellemek değil mi, yöneticinin, Hükümetin görevi?

Bu ülke hem siyasi, hem ekonomik açıdan kötü yönetiliyor, artık bu açık...

Türkiye’nin bu krizden etkilenmesi kaçınılmaz. Her ne kadar hep bir ağızdan "ağır şekilde etkilenmeyiz" dense de, konuştuğumuz yabancılar hiç de böyle düşünmüyor. Mutlaka etkileneceğimizi, hem de bu etkinin ağır olabileceğini belirtiyorlar, "Türkiye bu krize önceden IMF’le anlaşma yapıp girseydi, etkisini çok aza indirebilirdi" diyorlar.

Tekrar söylüyoruz; olacaklardan tümüyle Hükümet sorumludur. "Bizim dışımızda, ağır şekilde etkilensek bile Hükümetin suçu değil" diyerek kimse işin içinden çıkamaz.

Göstere göstere, alarm zilleri çalarak gelen krizi göremediler, seçimde fazla harcama yapıp, oyumuzu artıracağız diye ülkenin kaderiyle oynadılar. Kriz yoksullaşma demek, gelir dağılımının daha da bozulması demek. Artık "kömür vererek" de bu işi çözemezler.
Yazının Devamını Oku