Herkes bu söylenenlere bakarak bundan sonrası için bir yorum yapmaya çalışıyor. Piyasa yorumcularının çoğu ise yine riskleri fazla dikkate almadan, çıkışın başladığı ve 2010 yılında büyümenin başlayacağı yorumu üzerinde duruyorlar. Türkiye için söylenenleri yorumlayan lar ise daha çok bankacılık sistemi sağlam olduğu için çıkışta öne çıkacak ülkelerden birinin Türkiye olacağı, yani yine olumlu yorumlar üzerinde durup bunu satın almaya çalışıyorlar.
IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn, genellikle, “çok erken bir çekilme”nin getireceği zararlar ile ülkelerin krizden çıkışta birlikte hareket etmekten vazgeçmelerinin getireceği riskler üzerinde durdu. Strauss-Kahn’ın işlerin iyi yolda olduğunu ama risklerin hâlâ ciddi olduğunu söylemesi dikkat çekiciydi. “Avrupa ve Orta Asya Ekonomik Güncelleştirmesi” konulu basın toplantısında konuşan Dünya Bankası Başekonomisti Indermit Gill’in söyledikleri ilginçti. Krizin bittiğini düşünmediklerini, Avrupa ve Orta Asya bölgesinde toparlanmanın prematüre durumda olduğunu kaydeden Gill, bölgede 350 milyardan fazla dış borcun vadesinin geldiğine dikkati çekti ve 2010 yılında bütün bunların nasıl finanse edileceğinin daha belli olmadığını belirtti. Gelişmekte olan ülkeler için çok fazla iyi bir durum olmadığını ifada eden Gill, dış borçların devletler için bir yerde “kara bulutlar” getirdiğini kaydederek, şunları söyledi: “Her sene orta sınıfta büyüme vardı bu sene durum tersine dönüyor. Yoksul olan insan sayısı 15 milyona çıkacak. Bu bölgede 145 milyon fakir insan var. Yoksulluk her yerde artacak aynı şey Rusya ve Türkiye’yi de etkileyecek. Orta sınıf da yoksulluktan etkileniyor. İşsizlik her yerde yükselmiş durumda. En fazla Baltık ülkeleri, Türkiye, Ukrayna’da... Türkiye’de işsizlik iki katına çıkmış durumda...”
Hemen her yetkili “ne zaman kriz bitmiş olur” diye sorulduğunda işsizliğin bitmesini, daha doğrusu işini kaybedenlerin yeniden işe girmelerini , krizin bittiği nokta olarak gösteriyor.
Henüz bu noktanın çok gerisinde olduğumuz ise kesin...
BAKANLARIN AYAKKABI TEPKİSİ
Dünya Bankası’ndan bir tanıdığım anlattı. İstanbul’da toplantılar için bulunan bir arkadaşı Taksim’de yürürken, bir genç yanına yaklaşıp boynundaki kimliğine bakıp IMF toplantıları için gelip gelmediğini sormuş. “Evet” yanıtı alınca İngilizce o meşhur küfürü basıvermiş.
“Küresel Finansal İstikrar Raporu”nu açıklayan Vinals, yaşanan 1 yıllık kriz sürecinde daha önce hiç görülmedik politika adımları atıldığını ve genel olarak ekonomik durumda iyileşme yaşandığını belirtti ancak, “İyileşme yolunda adım atıyoruz ancak bu risklerin ortadan kalktığı anlamına gelmiyor” demeyi de ihmal etmedi.
İstikrarın geri dönmesi sayesinde banka olan ve olmayan finansal kurumların piyasa değerlerindeki düşüşlerde çeşitli değişiklikler yaşandığını belirtenVinals, “Şu anda krizin faturasının 3.4 trilyon dolar olduğu düşünülüyor. Bu, geçen yılki global finansal istikrar raporunda belirtilen rakamdan 600 milyar daha düşük. Bunun temel nedeni menkul değerlerin değerlerindeki artış” diyor.
Vinals’ın söylediklerini bir başka açıdan okumaya kalkışırsak, kriz konusunda yaratılan iyimserlik ve piyasada beslenen olumlu hareket nedeniyle, krizin faturasının azaltıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani bilinçli olarak olumlu hava pompalanarak, krizin faturası küçültülmeye çalışılıyordu ve bu konuda başarı olduğu da söylenilebilir.
BANKALAR İÇİN ZORLU ENGELLER VAR
Vinals, bunun çok olumlu bir gelişme olduğunu ancak özellikle bankalar için hala önümüzde zorlu engeller bulunduğunu da söylüyor. Vinals, “Şu anda önümüzde 1,5 trilyon dolarlık değer kaybı olacağına dair tahminler var. Halbuki şimdiye kadar 1,3 trilyonluk bir defter değerinin piyasa değerine çekilmesi uygulaması yapıldı” şeklinde konuştu.
Bankaların sermaye pozisyonları ve kazançlarının, son raporun açıklanmasının ardından bu yana iyileştiğini kaydeden Vinals, “Düzenleyicilerin asgari olarak kabul ettiği sermaye oranına bakarak, genel olarak banka bilançolarının istikrarlı hale geldiğini söyleyebiliriz. Ancak eğer bankaların iyileşme sürecine destek verecek kadar yeterli sermayeye sahip olup olmadığını sorarsanız, yanıt hayır. Aslında yine ileriye yönelik sermaye ihtiyacı oldukça yüksek düzeyde devam ediyor ve ileride ortaya çıkabilecek şoklara karşı finansal sistemin çeşitli teminatlara ihtiyacı var” diyor.
Bence bu sözler de, pompalanan olumlu havanın kesilmesi halinde küresel finans sisteminde işlerin yeniden bozulma riskinin büyük olduğunu gösteriyor.
Özetle; krizden çıkış var ama bitmiş değil, yeni dalga riski hiç küçük değil.
O zamandan bu yana aynı konuda defalarca düzenleme yapıldı ve hemen hepsinde amaç, sosyal güvenlik açıklarının kapatılması, özellikle ileride devasa boyutlara ulaşacak açıkların frenlenmesi idi.
Emeklilik yaşı ile ilgili düzenleme bu sürecin en önemli ayağı idi ve koalisyon hükümeti döneminde asıl zor olan bu adım atılmıştı.
TOP YARGIYA ATILDI
Bunca sıkıntıya rağmen gelinen noktaya baktığımızda ise sosyal güvenlik açığının sürekli büyüdüğünü, işin kötüsü kapatılması konusunda bir umut olmadığı gözleniyor.
Bu süreci anlattıktan sonra, özellikle sağlıkta yap-boz’a dönen sistemi de hatırlatıp ,sosyal güvenlik açıklarının ne olacağını, geçen hafta sohbet etme imkanı bulduğum Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’e de yönelttim. Bakan Dinçer, bu görünümün daha çok yargı kararlarından kaynaklandığını belirterek, “Kendi idari tedbirlerimiz nedeniyle kararlarımızı değiştirmedik, mahkeme verdiğimiz kararlarla ilgili kararlar aldı” diyerek topu yargıya attı.
“Açığımız büyüyor”u da iyi tarif etmek gerektiğini kaydeden Bakan, şunları söyledi:
“Doğru büyüyor, ancak perspektif çok önemli. Türkiye’de şu ana kadar sağlık hizmetinin sunumunda, erişiminde zorluklar vardı, sınırlamalar vardı, hizmetlerde de yetersizlik vardı. Sağlık hizmetinin alımında engeller oluşturulmuştu. Bu açıdan bakıldığında sağlık ve sosyal güvenlik alanında yapılan reformlarla erişim kolaylaştırıldı, hizmet arzında önemli gelişmeler sağlandı. Sınırlamaların kalkmasıyla oluşmuş bir harcama artışından bahsetmek mümkün.”
AÇIKLARI KAPATMAK İÇİN
“İşin kötüsü; mevcut iktidar bu vergi cezaları ve uygulamalarıyla bir yol açmış oldu. Kendisi iktidardan gitse bile, gelecek olan partiler, bu yaşanan olayı örnek alıp, işalemini ve basını susturmak için ellerindeki mevcut yetkiyi bırakmak istemeyecek, bu olayı sürekli, Demokles’in kılıcı gibi, kullanmasalar bile sallandırarak, aykırı sesleri engellemek isteyeceklerdir”
Bu takdirde, sadece bugüne dönük değil ileriye dönük olarak da, ‘çarpıtılarak kullanılan bu güc’ün ne kadar tehlikeli olduğu iyice ortaya çıkıyor.
Şimdi bir düşünün… Yabancı bir şirketsiniz, pazar olarak kâr ve gelecek görmüşsünüz Türkiye’ye gelip yatırım yapmak istiyorsunuz. Danışmanlarınızın önünüze koyduğu rapora bir bakıyorsunuz; getirip yatıracağınız milyonlarca dolar eğer bir sorun yaşarsanız, iki dudağın arasından çıkan bir kararla, çok kısa sürede yarı yarıya inebilir. Hatta milyonlarca dolarınızı birden kaybedebilirsiniz. Danışmanınız size bunun örnekleriyle dolu, Türkiye’de yatırımın ve işletmeyi yürütmenin ne kadar riskli olduğunu gösteren bir raporu koymak zorunda. O zaman yapılacak bellidir. Bu durum Türkiye’deki risk primini çok büyük ölçüde artırıyor demektir. Ya ilerisi belirsiz ve keyfi olduğu için yatıracağınız milyonlarca doları bir-iki yılda geri alacağınız bir işe girersiniz, ya da yatırımdan vazgeçersiniz. Bu yabancı şirketin yöneticisi, sizce, ne kadar kârlı görse de, sermaye sahibine ya da çok ortaklı bir yapıya hesap vermekte zorlanacağı bir iş için, gelip de yatırım yapma kararı alabilir mi?
Dediğimiz gibi; bir-iki yılda yapacağı kârla en azından anaparasını kazanacağı bir iş bulursa belki o zaman girebilir. Bu da ya birilerinin himayesinde, paylarını vererek, çok kaymak bir kamu işine girmesi demektir, ya da doğrudan tüketiciye yani halkın sırtına yükleye bileceği fahiş kârlı bir iş demektir. Özetle; her iki koşulda da fahiş kâr amacı öne çıkar, halkın doğrudan ya da Hazine kanalıyla soyulması, cebinden parasının alınması anlamına gelir.
Kurallı piyasa ekonomisi ve demokrasi dediğimiz de işte budur.
YERLİ SERMAYENİN HALİ
Yabancı gelmez de yerli sermaye çıkarıp parasını yeni işe yatırır mı?
Paranın yerlisi yabancısı olmaz, kimse çok riskli gördüğü bir ülkeye ya da alana, götürüp de normal karlarla yatırım yapmaz…
Mali planla birlikte artık kesin olarak belli oldu ki; 2010 yılında harcamalarda bir kısıntı yapılmayacak, buna karşılık sadece öngörülen büyümenin getireceği bir gelir artışı iyileşmesi planlanıyor. Yani 2010 yılı içinde herhangi bir mali disiplin ya da tasarruf sözkonusu değil.
Aslında bu durumun işalemi tarafından memnuniyetle karşılandığını da söylememiz gerek. Zaten daha çok bu nedenle, yani 2010 yılında harcamalarının kesil emeyecek olması nedeniyle, açıklanan program işalemi ve piyasalar tarafından “gerçekçi ve ayakları yere basan” bir program olarak nitelendirildi.
İşalemi böyle düşünüyor da, IMF farklı mı düşünüyor?
Bence IMF’nin de 2010 yılında mali disiplin sizlikten kaynaklanan bir rahatsızlığı bulunmuyor. IMF’ye yakın bir kaynak geçen gün “Hükümet IMF anlaşmayı imzalasın diye ABD üzerinden baskı yapar mı acaba?” diye sorduğumda şunları söylemişti:
“IMF’yi ikna edemedikten sonra ABD ya da AB’yi ikna etmek mümkün değil. Şu anda en esnek IMF, diğerleri çok daha sert ve katı tedbirlerin alınması gerektiği görüşünde.”
Dolayısıyla, eğer IMF ile anlaşma imzalanmazsa bunun nedeni daha çok “cidden anlaşma istenmediğindendir” diyebiliriz. Bunun içinde tabi ki, “hiçbir şey yapmayarak aslında anlaşma istenmediğinin gösterilmesi” de yeralır.
Demek istediğim o ki; IMF şimdiye kadar hiç olmadığı kadar esnek davranıyor, stand-by anlaşması için çok büyük talepleri yok. Ancak belli ki Hükümetin de hiçbir şey yapmaya niyeti yok... “Esnek IMF”yi bile anlaşma yapmak için ikna edemedikten sonra, Hükümetin ekonomide ciddi bir adım atma niyetinde olmadığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Biraz da bu nedenle, sadece Hükümete kalan bir programın başarısı düşük görünüyor.
Gazete ve TV’lerin genel yayın müdürlerine söyledikten sonra, il başkanları toplantısında “Bunu söylediğimde çok şaşırdılar” diyerek aynı görüşlerini tekrarladı. Bu arada, Yardımcısı Ali Babacan’ın Merkez Bankası bağımsızlığının uygulanan ekonomik programın temeli olduğunu hatırlatmasına karşılık da, “Partide başka arkadaşlar farklı düşünebilir ama ben bunu düşünüyorum” diyerek üzerine basa basa görüşlerini tekrarladı.
Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki; Başbakan’ın bu görüşlerinin temel çerçevesi; Merkez Bankası bağımsızlığına, diğer bağımsız kuruluşlara karşı olan, hükümet isteyince para bas ılması gerektiğini düşünen, faizlerin devlet tarafından belirlenmese de devlet gözetiminde seyretmesini öngören, devletin ekonominin her alanında olması gerektiğini düşünen eski devletçi görüştür. Bir başka deyişle de “milli görüş”ün ekonomi politikaları anlamına gelir.
Şimdi bir düşünün; bir iktidar, bir Başbakan, ekonomide devletçi görüşlere sahipken, siyasi anlamda liberal, demokratik görüşlere sahip olabilir mi?Merkez Bankası’nın bağımsızlığı çok uzun zamandır, piyasa ekonomilerinin , çağdaş demokratik sistemlerin temel taşı iken...
Başbakanın Merkez Bankası bağımsızlığı için söylediklerinde samimi olduğuna şahsen inanıyorum. O zaman da şu soru karşımıza çıkıyor; Başbakan o zaman siyasi açılımlar konusunda “demokratik açılımlar” konusunda ne kadar samimi olabilir?
Bence 7 yıldır bu konuda hiçbir şey yapmayan bir iktidarın, küresel konjonktür nedeniyle şimdi konuyu gündeme getirmesi bile, tek başına, samimiyetini zaten gösteriyor.
O nedenle şu anda yapılanlara iktidarın samimi olarak ortaya attığı açılımlar olarak bakmak yerine, “küresel gerçeklerin dayatması nedeniyle zorunlu girilen açılımlar” ya da “kamuoyuna açıklanmayan daha önce verilen sözlerin artık sıkışıldığı için yerine getirilmesi” olarak bakmakta bence yarar var.
Bunları yapılmak istenenlerin doğruluğu veya yanlışlığından bağımsız olarak söylüyorum.
BAĞIMSIZLIĞA DOKUNAMAZ
Toplantıdan çıkışta yaptığımız kısa sohbette 3 aydır bu program üzerinde çalıştıklarını söyledi. “Peki sizin içinize sindi mi” diye sorduğumda ise kesin bir şey söylemekten kaçınıp, “Sen nasıl değerlendirirsen...” yanıtı vermekle yetindi.
Bence dün açıklanan orta vadeli program Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın içine tam olarak sinmiş bir program değildir. Elbette bunu kamuoyuna söylemeyecektir, elbette bu programın hedeflerinin gerçekleşebilir hedefler olduğunu, herkesin buna göre davranması gerektiğini söyleyecektir.
Ancak bence Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, kesin olarak IMF’nin desteğini alacak bir programı, yani mali uyumu daha kısa sürede sağlayacak, yapısal tedbirleri daha yoğun, finansman ayağı daha sağlam bir programı tercih ederdi.
CİDDİ KAYNAK İHTİYACI VAR
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan sorular üzerine IMF ile anlaşmaların devam ettiğini belirtip umutlu olduğunu gösterirken, program hedeflerinin gerçekleşmesi için varsayımlar içinde IMF kaynağının olup olmadığı sorularına ise net yanıt vermeden, “Olsa iyi olur, olmazsa da gerçekleşmesi için çalışılacak” demeye getirdi.
Bence dün açıklanan orta vadeli programın arkasında IMF’den önemli bir kaynak beklentisi yeralıyor. Ama IMF ile anlaşma olmazsa, bence “özelleştirme” başta olmak üzere başka kaynaklar bulunacağı söylenecek.
Babacan, sürekli olarak büyümeyi sağlamak için kamunun mevcut kaynaklar üzerindeki baskısının azalmasını, kaynakların özel sektöre aktarılıp özel sektör odaklı büyümenin sağlanması gerektiğini, programın buna dayandığını söylüyor.
Ancak bakıldığı zaman programda Hazine’nin borçlanmasının 2010 yılında azalmadığı, borç stokunun da artmaya devam ettiği görülüyor. Buna karşılık ise bu yıl yüzde 6 küçülürken, gelecek yıl yüzde 3.5 büyüyeceğimiz öngörülüyor. Bu kadar yüksek bir değişimi sadece baz etkisi ile açıklamak mümkün değil ve o nedenle ciddi bir kaynağa ihtiyacımız var. Babacan, IMF’den kaynak gelirse bunun Hazine borçlanmasını azaltıp, kaynakların özel sektöre akmasını sağlayacağını söylüyor. Buradan da yola çıkarak; açıkça söylemese de Babacan’ın IMF ile anlaşma ve buradan gelecek kaynağı göz önüne aldığını düşünüyorum. Babacan bence şimdi de bu anlaşmayı yapmaya çalışacak.
Açıklamada “Maliye Bakanlığımızın bütün mensupları, görevlerini, geçmişten gelen sağlam gelenekleri doğrultusunda, kanunların emrettiği ölçüler içerisinde yürütmektedirler. Bakanlığımız mensuplarının sahip olduğu bu geleneklerin temelinde adalet ve vicdan ölçüsü yatmakta, tüm personelimiz sadece ülkemizin ve milletimizin menfaati için çalışmaktadır” deniyor.
İşte tam da bu nedenle, yılların köklü kuruluşu Maliye Bakanlığı bu kadar hatalı uygulamalara girdiği için bunlar yazılıyor. Adalet ve vicdan duygusu zedelendiği için bu kadar yazı yazılmak zorunda kalınıyor. O nedenle tüm Maliye mensuplarının suçlanmadığını, Maliye Bakanlığı’nın bir süredir gördüğümüz bu yanlış uygulamalar nedeniyle eleştirildiğini söylemek gerek. Yok, eğer Maliye yönetimi, bilerek ya da bilmeyerek, kendini belirli grupların ve kişilerin etkisinde kalmak zorunda hissediyorsa, bu da yönetim zaafıdır...
AÇIK KAPI BIRAKILIYOR
“Tarafsız, bağımsız ve vergi kanunları çerçevesinde yapılan denetimler” ile bir şirket üzerine 40 denetim elemanının birden kesintisiz denetime gönderilmesi çeliştiği için bunlar yazılıyor. “Vergi kanunları çerçevesinde denetim yapıldığı” söylenirken, kanun ve tebliğler çok açık biçimde denetçiler tarafından ihlal edildiği iddiaları nedeniyle bu yorumlar yapılıyor. Zaten açıklamada da, tartışılan KDV konusuna ilişkin hiçbir şey söylenmediği dikkat çekiyor...
Sadece Doğan Grubu’nun incelenmediği, sektörün çoğunluğunun incelemeye tabi tutulduğu ve tutulacağı söyleniyor. “Tutulacak” derken herhalde, bundan sonra birkaç denetçi göndermek için açık kapı bırakılmış. Çünkü Doğan Grubu ve Cumhuriyet gazetesi dışında, yani yandaş olmayan medya dışında bir medya şirketine denetim elemanı gönderildiğini duymadık.
Özetle; birilerinin hatası nedeniyle tüm Maliye’nin suçlanmasının doğru olmadığını herkes biliyor. Bu konuda özellikle hassas davranıldığı da gözleniyor. Ancak siyasi ve mesleki ikbal nedeniyle Maliye’nin itibarını zedeleyenlerin de kararlara hakim olmaması gerekiyor.
Maliye’nin içine düştüğü durumdan yönetimdekiler dahil birçok Maliyecinin samimi olarak rahatsız olduğunu da biliyoruz.
BİR MALİYECİNİN MEKTUBU