Öğrenci, hepi topu dört kilometrelik yolu aşabilmek için her gün mücadele halinde.
Aktarma süresinin yetmediği şikayetlerinin yanında ucu sonu gözükmeyen kuyruklar da ‘mini-harb’in bir parçası.
EGO yönetimi, metrodan indikten sonra aynı anda kapıya yığılan en az 10 bin öğrencinin ringlerle taşınması konusunda hesap hatası yapmış gözüküyor.
Üç beş otobüsle de bu sıkıntının çözülemeyeceği aşikar.
Üniversite yönetimi ise sorunu gidermek adına, servis ihalesi hazırlığında.
Peki, motorlu araçtan başka bir çıkış yolumuz yok mu? Sadece otomobil mi çözer, Hacettepelinin derdini?
Cesedini zar zor buldular.
Dava açıldı, bütün sanıklar beraat etti. Zaten, suçlu da Kadir Sevim’di.
“Olayın nedeni, kaldırım altındaki zeminin suyla teması ve zeminin kendi içinde oturması, çökmesi sonucu bu olayın kaldırım altında olması, olay anında maktulün aksi tesadüf ile kaldırımın tam çökme anında üzerinde oluşu. Buna göre olayda önemli oranda kaçınılmazlık ve aksi tesadüf olduğu, eylemlerin bilinçli taksir olmadığı...” demişti bilirkişi.
Sonunda bir tek “Ne işi vardı o kaldırımın üstünde” demediyse de, biz anlamıştık öyle demek istediğini.
Mahkeme de öyle anladı ki, sanıkları beraat ettirdi.
* * *
Ölen öldüğüyle kalırken ve ortaya çıkan ibret durumundan herkes kendi payına düşeni almıştır diye düşünürken, “İkinci Sevim” vakası patladı.
Bu sözler, 21 Mayıs günü manşetimize taşıdığımız hırsızlık mağduru
Turgay Değirmenci’ye ait.
Söz konusu vakayı, diğer hırsızlık olaylarından ayıran ve manşete çıkmasına sebep olansa, hırsızlık zanlısının farkında olmadan kendini deşifre etmiş olmasıydı.
* * *
Şöyle ki, Değirmenci tabletine yedekleme yazılımı yüklemiş ve bu sayede bilgisayara yüklenen her dosya, Değirmenci’nin internetten ulaşabildiği bir hesapta saklanıyordu. İki kişi oldukları anlaşılan zanlılardan biri de diğerinin kamyonet içinde fotoğrafını çekmişti.
Bu kişi, her gün aynı kamyonetle 100. Yıl Mahallesi civarında dolaştığı söylenmesine rağmen bir türlü yakalanamıyordu.
* * *
Kaç gündür karşılıklı açıklamalar, iddialar birbirini izliyor.
Ancak, bu söz düellolarının hiçbiri “Çeşme suyunu gönül rahatlığıyla tüketebilir miyim?” endişesini bir damla dahi hafifletmiyor.
* * *
Ankaralı, o sitedeki deponun temiz ya da kirli olup olmadığından çok, ‘güvenilir kaynaktan’ kendi evindeki suyun akıbetini öğrenmek istiyor.
Klorür, sülfat, koliform bakteri hesaplarından ziyade çeşmesinden akan kokuyu duyuyor, rengine bakıyor.
* * *
Ankaralı, Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin, bir sitenin deposuyla uğraşmaktansa aynı gayretkeş mesaiyi, kentin suyuna harcamasını istiyor. Diğer yandan sağlık konusundaki en yetkili ağız olan Sağlık Bakanı’nın, “Sorun yok ama ben içmiyorum” sözlerinin yarattığı tedirginliğin giderilmesini bekliyor.
* * *
Suların koktuğu şikayetlerini ve ishal salgınının yaşandığı noktasında yoğunlaşan iddiaları ileten her okurun sorduğu tek soru da, “Kızılırmak suyunu mu kullanıyoruz?” şeklindeydi. İnsan sağlığını ilgilendiren böylesine önemli bir konuda, vatandaş doğru bilgilenmek istiyordu.
Görevi kamu adına, gerçekleri yazmak olan biz gazeteciler de, vatandaşın endişelerini giderecek, tereddüte yer bırakmayacak doğru habere ulaşmak istiyorduk.
* * *
Bu konuda birinci muhatap olan Büyükşehir Belediyesi’ne net bir şekilde “Kızılırmak suyu şebeke suyuna veriliyor mu?” diye soruyor ancak, çok net bir biçimde “İddialar kesinlikle manipülasyon” yanıtını alıyorduk.
Ancak, bu yanıt tereddütümüzü gidermiyordu, çünkü 2008 yılında da benzer bir sahneye şahit olmuş ve Kızılırmak suyunu kullandığımızı tam 21 gün sonra öğrenmiştik.
* * *
Çoğu zaman ilk bakışta köşebaşlarını tutmuş olanların her birinin, birer şebeke üyesi aynı zamanda bu işin ‘meslek erbabı’ olduklarını kolayca anlarsınız.
En çok da çocuklara üzülürüm.
Çünkü bu hayattan kurtarılmaya muhtaçtırlar.
Meseleye, kendi penceremin yanı sıra, gerçekten dilenmek zorunda kalanın, dilenmek zorunda bırakılan çocuğun ve bir de sokakta can güvenliği endişesi taşıyan vatandaşın gözünden bakarım.
* * *
Ama, bunları düşünürken bugüne kadar aklıma hiç ‘şehir kalitesi’ diye bir kavram gelmemişti.
Ta ki, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, ‘dilenci tezattır şehir kalitesi’ önermesini gündemimize sokana kadar...
Program bitmişti ve beni alacak araç biraz geciktiğinden Eryılmaz’la ayak üstü laflıyorduk. Bu sırada yanımıza 4-5 yaşlarında yalınayak bir kız çocuğu gelerek para istedi.
* * *
Başkan, eğilip “Senin annen baban yok mu? Burada tek başına ne yapıyorsun?” diye sorunca, küçük kız “Var” dedi. Başkan da Zabıta Müdürü’ne “Kızın evini bulun, ailesinin durumuna bakın” talimatı verdi.
Ben de meraktan ekibin peşine takıldım.
Küçük kız, bizi Çukurambar’ın ortasında her gün önünden gelip geçtiğimiz tek göz bir gecekonduya götürdü.
İçeri girince ne görelim? Onlarca kişi tek odada yaşıyor. Yaşlısı, hastası, çocuğu üst üste...
* * *
Saydım, 50 metrekarede 25’i çocuk 52 kişi.
Evine giderken ısırılan, ısırılma korkusu yaşayan, çocuğu için endişe duyan ve bu hassasiyetini ön planda tutanlar da, barınakların köpekler için sokaklardan daha tehlikeli olduğunu savunan hayvanseverler de sonuna kadar haklı.
* * *
Bu girizgâh, “Sen de haklısın” diyaloğunu anımsatsa da, bir bir tüm bu endişelere mercek tutttuğumuzda siz de bana ‘hak’ vereceksiniz.
Önce, üç gün evvel mahalle parkında yaşanan bir olaya bakalım.
Yer, daha önce de sözünü ettiğimiz gibi sokak köpeği sorununu en fazla hisseden bölgelerden olan Çiğdem Mahallesi’ndeki Meral-Yaman Okay Parkı. Pazartesi günü gündüz saatlerinde yaşlı bir kadın, beş yaşındaki torunu Defne’yi parka götürüyor.
* * *
Bu sırada, yeni doğmuş yavrularıyla birlikte parkı yaşam haline getirmiş olan anne köpek, birden Defne’ye saldırıyor ve ısırıyor. Yaşlı kadın panik halde çevredekilerin de yardımıyla küçük çocuğu, kuduz aşısı için Ankara Hastanesi’ne yetiştiriyor. Aile, gece yarısına doğru ancak hastaneden çıkabiliyor. Hemen her gün sokaklarda yaşanan ısırılma vakalarından sadece bir tanesi ama, olayın parkta yaşanması ve saldırıya uğrayanın küçük bir çocuk olması vakayı daha da vahim hale getiriyor.
* * *