Bak hiç endüstriyel futbol, milyon eurolar, transfer filan diye itiraz etmeyin rica ediyorum. Biliyoruz hepsini. Ne yazık ki ezbere biliyoruz. Tam da bunun dışına çıkan anlardan biri olduğu için yazıyorum bu yazıyı. Endüstri fikrini bi anlığına alt üst eden anlardan biri olduğu için. Endüstriden uzak, spora yakın bi yerden akan, sahici veda gözyaşlarını anlatmak istiyorum. Fabri’nin gözyaşlarını.
Tam adı Fabricio Martin Agosto Ramírez. Bizim için “Fabri”. Beşiktaş taraftarı için; onu selamlamak, bazen desteklemek, bazen “sil gözyaşlarını” demek için söyledikleri o tezahürattaki gibi “Fabriii Fabriii”.
1987 yılında İspanya’nın Vecindario kentinde doğar, futbola orada, Vecindario Jugend takımında başlar. 2005 yılında Deportivo’ya geçer. Önce altyapı, sonra B takımı filan derken A takıma yükselir ve fakat işler istediği gibi gitmez. O sezon kendisini pek gösteremez, kaleyi değil yedek kulübesini bekler ve bu tekrar B takımı yolları demektir.
Böyle böyle geçen yıllardan sonra kulüple sözleşmesi biter, Valladolid günleri başlar. Orada işlerin pek iyi gittiği söylenemez, forma şansı bulamadığı bir sezonun ardından Recreativo de Huelva’ya kiralanır. 2011-12 sezonunda Valladolid’le sözleşmesi biten Fabri, Real Betis ile sözleşme imzalar. 2013 yılında beş yıl sonra tekrar Deportivo’dadır.
Ben onu 5 Temmuz 2016 tarihinde Beşiktaş’a gelirken Deportivo’ya veda ettiği basın toplantısında tanıdım. Deportivo evi sayılırdı, orda yetişmişti, şimdi evinden ayrılıyordu hiç kolay değildi. Gözleri yaşlıydı. O zaman da çok sahici gelmişti Fabri’nin gözyaşları bana, bugün Beşiktaş’a veda ederken de çok sahici geliyor.
Çünkü bazıları; büyük paralar, dev rakamlar, transfer ücretleri filan söz konusu olsa da kâğıt tabak gibi kullanıp atamıyor yaşanmışlıklarını. Fabri o bazılarından biri. Gözünün yaşı şurasında duranlardan; üzüldüğünde, bazen sevindiğinde, yanlış bi şey yaptığını düşündüğünde gözyaşlarını tutamayanlardan.
Bizde biliyosunuz gözyaşı pek affedilmez. Çünkü bizde gözyaşına, zayıflıktan/acizlikten/beceriksizlikten başka bi şey atfedilmez. Ağlamak zayıflıktır, ağlayan zayıftır. Bu konuda mutabıkızdır. Gerçi öyle çok gülmek de hoş karşılanmaz. Öyle bi tuhafız.
Daha evvel bir Rizespor maçında, taraftarla tartışıp ağlayarak sahayı terk eden ve formasını giydiği Trabzonspor yönetiminin gözyaşlarını hiç hoş karşılamadığı “Aynı yolda yürümeyiz artık” dediği Volkan için yazmıştım:
68 ve 78 kuşağı ruhunun en billurlaşmış anlatımını Sezen Aksu’nun Son Sardunyalar şarkısındaki Yelda Karataş’ın dizelerinde bulmuşumdur hep:
“Ah ne kahraman ne cesur ne güzel çocuklardık. Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık. Ah kaldırımlar biliyor bir devir muhteşemdik. Güz güneşinden hüzünlü ilkyazdan şendik. Hem utangaç hem hevesli mektepli sevgililerdik. Pek kırılgan pek acemi bir söyler bir gülerdik.” Bu iki kuşağın doğallıkla taşıdığı; kahramanlık, güzellik, cesaret gibi hasletlerden söz etmek çok zor şimdi. O günlerin ümidinden ve ümitli olmayı hak etmek için sokaklarda olmaktan da. Ama bana burada en çok dokunan şey mahcubiyetin yitimi. Utangaçlık yok artık. Mahcup olmak yok. Utanmak filan zaten hiç yok.
Dünya Kupası final maçından sonra, kupa Fransız oyuncuların ellerinde yükselirken o kareye uzaktan bakan Kante’yi gördüğümden beri bunu düşünüyorum. Kupaya dokunmak, yanına gitmek, eline almak için bekleyen Kante’yi düşünüyorum. Kariyerinin ilk basamaklarından beri büyük başarılarının hep baş mimarı olup da geride, gölgede, uzakta durmayı seçen mahcup Kante’yi.
N’Golo Kante 1991 yılında Paris’in kenar mahallerinde yaşayan Malili bir ailenin çocuğu olarak doğar. Futbola JS Suresnes takımında başlar, sonra Boulogne’da oynar, sonraki durağı Lique 2 takımı Caen olur. Hiçbir maç kaçırmaz, istikrar göbek adı gibidir, ne sakatlık ne performans düşüklüğü ne bi şey. Takımı Lique 1’e çıkarken başarının en büyük pay sahiplerinden biridir. Bir sonraki sezonda da takımı ligde kalmayı başarmışsa yine payın büyüğü Kante’nindir. Bu sıra dışı futbolcu Leicester City’nin futbolcu izleme ekibinin gözünden kaçmaz ve Kante’yi 2015’in Ağustos ayında transfer ederler. Bütün dünyanın gözü birden bire sürekli top çalan, deli gibi top çalan, leblebi gibi top çalan Kante’nin üzerindedir artık. Kanteli İngiliz ekibi o sezon Premier Lig kupası kaldırır. Yine katkısı, payı, başarısı çok büyüktür. Sonra Chelsea günleri başlar.
Kante, 2016’nın Mart ayında Fransa milli takımına çağrılır. Sonrasını biliyorsunuz işte. Kupaya giden yolun sessiz kahramanı. Takım arkadaşı Pogba’ya “Kante her yerde. On beş tane akciğeri var herhalde!” dedirtecek kadar güçlü, dayanıklı, istikrarlı. İnsanı çileden çıkaracak bir top hırsızı; top çalma onda, pas kesme onda ve tam zamanında tam yerinde müdahale onda, oyun disiplininden kopmamak onda, ayak basamadık yer bırakmayacak biçimde koşma onda. Büyük bir futbolcuda olması gereken her şeyi hatta fazlası var.
Ama işte Kante’nin endüstriyel futbolun ödüllerini toplaması, gazetelere son model uzay şeysi arabasının önünde çekilmiş boy boy fotoğraflarının çıkması, spor kamuoyunun sürekli kendisinden söz etmesi için gerekli olan bazı şeyleri yok.
Kante’de gösteriş yok, bencillik yok, şımarıklık yok. Ukalalık, kendini beğenmişlik, kendini öve öve bitirememe yok. Öne çıkmak için debelenmek, ha bire “ben ben” demek, şöhretin oyuncağı olmak yok. Tevazu var, mahcubiyet var, güler yüzlü bir sakinlik var. “Ben yapmadım, birlikte başardık var.” O yüzden takım arkadaşlarının da sevgilisi.
Büyücü gibi, sihirbaz gibi, usta bir dansçı gibi oynar topla. Dünyanın en şahane dansçısı Gene Kelly’nin o şahane Yağmurda Dans filminde uçuşan adımları gibi. Hem seyredenleri büyüler hem kendisi büyülenir topla buluştuğunda. Öyle bi bambaşkalık.
Bu başkalığın Hakkı Yeten’in dikkatini çekmesi hiç uzun sürmez. Baba Hakkı, 1962 yılına kadar gözünün önünden ayırmaz Tunaoğlu’nu. Artık vakit, o şahane filmde olduğu gibi başka oyuncuların devreden çıkmasıyla sahne alan oyuncuların vaktidir. Şenol Birol ve Birol Peker’in Fenerbahçe’ye transferiyle sahne ışıkları Yusuf Tunaoğlu ve Sanlı Sarıalioğlu’na döner. Baba Hakkı o meşhur cümlesini pat diye kurar: “Şenollar Birollar gider, Yusuflar Sanlılar” gelir. Beşiktaş’ın öz evlatları artık A takımdadır.
Yusuf Tunaoğlu, daha ilk maçında kendisini izleyenlerin aklını alır. “Uzun boylu, açık renk gözlü, esmer tenli gencecik bir oyuncu… Vücudunun üst kısmı bir jimnastikçi gibi gelişmiş; geniş omuzlu, kıvırcık saçlı, esmer tenli, yağız gencecik bir Kartal. Paslar atıyor, ortalar yapıyor, kaleyi uzaktan yokluyor. Hani gök mavili İtalyanların, Rivera’sı var ya, onun gibi bir şey. Topu her alışında tribünler ayağa kalkmaya başladı. Bir günde bir yıldız doğuyor” diye anlatır Cem Özmeral o günü.
O gün doğan yıldız bir daha uzun süre memleket futbolunun gündeminden düşmez. Beşiktaş’ta 2 Türkiye Ligi Şampiyonluğu görür. 1 Cumhurbaşkanlığı Kupası yaşar. 6 kere A, 3 kere ümit, 5 kere genç olmak üzere 14 kere milli olur. 1962-1976 yılları arasında 172 lig maçında 23 gol atar. Bir Göztepe maçında kaleciyi ters köşe yaparak attığı gol günlerce konuşulur.
Çocukluk arkadaşı, takım arkadaşı, yol arkadaşı Sanlı Sarıalioğlu ‘‘Onu, izleyenlere anlatmak komik bir çaba. Ancak gençlere tanıtmak gerekirse iki cümle yeterli olacaktır: ‘Başını hiç öne eğmeyen dünya iyisi bir insan. Bir futbol sihirbazı’” der onun için. Yıllarca birlikte futbol oynadığı, oda arkadaşı, sırdaşı Vedat Okyar, ‘‘Onunla aynı formayı giyerken bazen oyunu bırakır, yaptıklarını izlemeye dalar giderdim. Bu inanılmaz futbol yeteneği, herkesi hayretler içinde bırakırdı’’diye anlatır.
1965 yılında Belçika’da düzenlenen Dünya Ordular Arası Futbol Şampiyonası’nda Anderlechtli yöneticilerin de aklını alıverir. Yöneticiler Yusuf Tunaoğlu’ndan bile sık şafak sayar, tezkere günü bekler, ancak Tunaoğlu’nun çok da istekli olmadığı söylenir. Zaten o günlerde yaptığı bir trafik kazası konuyu kapatır. Yusuf evinde kalır.
Futboldan başka sevdiği şeyler de vardır Tunaoğlu’nun. Çok eleştirilir, çok uyarılır, akıl veren çok olur ama Yusuf Tunaoğlu yaşamaktan, eğlenmekten, uzun gecelerden vazgeçmez. Dev cüsseli kırılgan adama hiç iyi gelmez bu hayat. Sıkıntılı günler başlar. Kendisi zaman zaman bazı pişmanlıklarını dile getirdiği için yazıyorum, yoksa haddime değil benim. Öyle gelmiş o günlerde hayat ayağına, o da gelişine vurmuş diyebilirim ancak. Keşke gol olsaydı, keşke hiç “keşke” dememiş olsaydı diyebilirim.
O zor günlerde arkadaşı Yılmaz Güney
Rica ederim “Yoo bunun da lakabı vardı, yoo hayır ben şunun da posterini astıydım duvara” filan gibi itirazlarla gelmeyiniz. Genel bir duygudan bahsediyorum, genel bir tespit yapıyorum, tespitlerime bin beş yüz tespitle ateş açmayınız.
Hayır yapıyosunuz çünkü. Geçen gün sosyal medyada “Yayınevindeki asistanımın hayatında ilk kez bir zarf doldurması gerekmiş. ‘Alıcıyı tam nereye yazmam lazım, göndericiyi nereye?’ filan diye sordu. Zarfı evirip çevirip kıvranıyor, çok acayip değil mi?” gibi bi şey yazdım. Yazar yazmaz başıma geleceği anlayıp “Biliyoruz tamam devir değişti, boş sosyoloji yapmayın. Gözümle görmek çok çarpıcı geldi, onu diyorum” diyerek hemen önlem aldım aklım sıra. Nafile tabii. Onlarca tespit, aynı tespitin altını çizen onlarca tespit ve onlarca itirazla baş başa kaldım. Yapmayın, lütfen diyorum bak.
Anlaştıysak, İlhan Mansız’ın Şenol Hoca’nın yardımcılığına başlaması şerefine İlhan Mansız yazacağım acık. Guti’yi de Beşiktaşlılar yazsın, mevzu oluyor sonra.
Bana sorarsanız İlhan Mansız, Türkiye futbol tarihinin James Dean’idir. Çünkü futbolumuzun gördüğü en kısa rüyalardan biridir. Çok kısa denebilecek bir süre oynamasına rağmen Beşiktaş tarihinin en sevilen futbolcularından biri olmuştur. Popüler bir ikon olacak her şeye sahiptir ama bir yandan sahici bir olma biçimi vardır.
İlhan Mansız’ın 2002 Dünya Kupası çeyrek finalinde Senegal’'e attığı o altın golü unutmamıza imkân yok. Ama benim asla unutmadığım bir golü daha var, onu anlatacağım.
2001 yılının Ekim ayında Denizlispor- Beşiktaş maçı. Denizlispor karşısında Fevzi’nin yediği iki hatalı golden sonra tribünler çileden çıkmış vaziyettedir. Fevzi’ye olan öfke yuh seslerine karışır. Fevzi perişandır. Kafasını kale direklerine vuracak kadar üzgündür.
Maçın ikinci yarısında golü bulan İlhan Mansız, golden sonra kendi formasını çıkarır, içinden Fevzi’nin forması çıkar. Devre arasında bi şekilde almış içine giymiştir. Formayı tribünlere, kameralara ve sanırım en çok Fevzi’nin kalbine göstererek yapar bunu.
Ben Survivor filan bilmem, oralarda görmedim, alanım olduğu için arada baktığım Buzda Dans yarışmasında görmüştüm İlhan Mansız’ı futbolu bıraktıktan sonra. Belli ki buzu çok sevmişti ama esas mesele şuydu; buz da onu çok çok sevmişti. Sevmezse sevmez çünkü biliyorum. Ayağını kaydırıverir insanın. Buz, sadece gerçek bir aşka aşkla karşılık verir.
Emilio Escobar’ı değil.
Andres Escobar’ı.
Hatırlamayanlar için ufak bi hatırlatma, hatırlayanlar için bi anma vesilesi olsun o halde bu yazı. “Futbolun beyefendisi”ne ölüm yıldönümünde bir saygı duruşu olsun.
Andres Escobar, 1967 yılında Kolombiya’nın Medellin şehrinde doğar. Babası Dario Escobar, gençlerin suç şebekelerinin ağına düşmemesi için çabalayan, bu amaçla futbol organizasyonlarında çalışan bir bankacıdır.
Escobar, 1985 yılında Atletico Nacional’in genç takımında forma giymeye başlar. 1987 yılında, yirmi yaşındayken A takıma yükselir. Defansın ortasında oynayan genç Escobar ilk sene çoğunlukla yedek kulübesinde otursa da bir sene sonra hem Nacional’in hem Kolombiya milli takımın kilit oyuncularından biri olur. 1989 yılında Young Boys’a transfer olur ama ayrılık fazla sürmez, bir sene sonra tekrar eski takımına döner ve o berbat tarihe, 1994’e kadar Atletico Nacional forması giyer.
1994 Dünya Kupası elemeleri Kolombiya milli takımı için müthiş geçer. Bir önceki kupada playoff maçlarıyla ite kaka kupaya gitmeye hak kazanan Kolombiya, bu defa tarih yazar. Maradona’lı Arjantin’i 5-0 yenerek kupaya güle oynaya giden bir takım için gönül rahatlığıyla kullanıyorum tarih yazma klişesini.
Kolombiya milli takımı; Escobar’lı, Valderrama’lı, Apsprilla’lı kadrosuyla bütün gözler üzerinde gider 1994 Dünya Kupası’na. Pele’nin bile favorilerinden biridir. Dünya futbol kamuoyu heyecanla bekler Kolombiya maçlarını. Fakat işler yolunda gitmez. İlk maçı Romanya’ya karşı oynarlar ve 3-1 kaybederler. Moraller fena halde bozulur. Buraya kupayı almaya gelmişlerdir, dolayısıyla ABD’yle yapılacak ikinci maç büyük önem kazanır. Maalesef “hayati önem taşıyan maç”, “ölüm kalım maçı” gibi klişeler bu maçtan sonra yan anlamından sıyrılıp korkunç biçimde gerçek olacaktır.
Yaklaşık 94 bin kişinin izlediği Kolombiya- ABD maçına Kolombiya biraz daha hızlı başlar. Ancak ABD’nin kontratağından gelen bir ortayı uzaklaştırmak için topa müdahale eden Escobar, kalecisi Oscar Cordoba’yı kontrpiyede bırakır. Tribündeki ve ekran başındaki Kolombiya taraftarlarının dehşet içindeki bakışları arasında Escobar golü kendi kalesine atar. Ama esas dehşet bundan sonra başlayacaktır.
Dönemin FIFA Başkanı’nın 1921’de kurmaya başladığı Dünya Kupası hayali, 1930 yılında Uruguay’da gerçek olur. Kupaya katılacak Avrupa takımları organizasyon için seçilen ülkenin uzaklığından yakınırlar ama kendilerini kupa yolunda gemi güvertesinde hazırlık antrenmanları yaparken bulurlar. Bu kupanın bence en şahane detayı final maçının hakemi John Langenus’un maçı takım elbise ve kravatla yönetmesidir. Ben bugün Türkiye’nin kupa yollarındaki maceralarını anlatmak istiyorum. Çok güzel hikâyeler çünkü. Acayip hikâyeler.
Türkiye’de Dünya Kupası’na katılma rüzgârının esmesi 1950 yılında Brezilya’da düzenlenen kupaya rastlar. Türkiye elemelerde her iki maçta da Avusturya’ya yenilir. Ancak Avusturya kupadan çekilme kararı alınca FIFA Türkiye için yeni bir rakip belirler: Suriye. Türkiye, Suriye’yi 7-0 gibi bir skorla devre dışarı bırakıp kupa biletini alır ama maddi imkânsızlıklar yüzünden Brezilya’ya gidemez. O sene hak ettiği halde kupada olmayan bir takım daha vardır: Maçlara çıplak ayak çıkma isteği reddedilen Hindistan.
1954’te İsviçre’de düzenlenen Dünya Kupası, Türkiye’nin katıldığı ilk kupa olarak tarihe geçer. Tahmin edersiniz ki memleket futbolu söz konusu olunca mesele öyle kolay olmaz, iş muhakkak son dakikaya, şansa ya da başka bir faktöre bağlıdır. Bu defa da öyle olur. Eleme maçlarının ilkinde İspanya’ya 4-1 yenilen Türkiye, ikinci maçı 1-0 kazanır. O yıllarda averaj uygulaması diye bir şey olmadığından üçüncü karşılaşma tarafsız bir saha olarak belirlenen Roma’da oynanır.
Maç 2-2 biter. İş kuraya kalır. Franco Bianco isimli bir İtalyan çocuğun çektiği kura, Türkiye’yi İsviçre’ye, ilk Dünya Kupası macerasına taşır. İsmine inat İspanyolları kupa dışına iten çocuk, yıllar sonra çektiği kurayı Reha Erus’a şöyle anlatacaktır: “Evimiz stada yakındı ve biz maçlara hep bedava girerdik. Goller atıldı, maç bitti. Stattan çıkarken iki polis memuru peşime düştü. Ben koştum onlar kovaladı ve sonunda yakalandım. Maça para vermeden girdiğim için yakalandım sandım, bırakmaları için yalvardım. Bırakmadılar, gözlerimi beyaz bir mendille bağlayıp, bir kupanın içindeki iki kâğıt parçasından birini çekmemi istediler. Korkarak elimi götürdüm parmaklarıma çarpan ilk kâğıdı çıkarttım. Elimden kâğıdı alan kişi ‘Turchia!’ diye bağırdı.” Franco Bianco’nun uğuruyla katıldığımız ilk Dünya Kupası’nda milli takımımız; Batı Almanya, Macaristan ve Güney Kore’nin yer aldığı grupta mücadele eder.
İlk maçta Batı Almanya’ya 4-1 yenilir. Türkiye’nin o maçtaki Suat Mamat’a ait tek golü, Dünya Kupası tarihindeki de ilk golüdür aynı zamanda. Türkiye kupadaki ikinci maçında Güney Kore’yi 7-0 yener. İlk gol yine Suat Mamat’tan, ikinci gol Lefter’den, üçüncüsü yine Suat Mamat’tan, dört beş ve altıncı goller Burhan Sargun’dan, yedinci golse Erol Keskin’den gelir. Batı Almanya’yla bir kez daha karşı karşıya gelen Türkiye, maçı 7-2 kaybedip, kupadan elenir. Kupa sonunda “Şampiyona elendik” tesellisi futbol sözlüğümüze girecektir. Türkiye, katıldığı ilk Dünya Kupası’nda oynadığı 3 maçta 1 galibiyet, 2 mağlubiyet alır.
2 puan toplayıp, grupta 3. olur. 10 gol atar, 11 gol yer. İtalyan Sandro Puppo’nun teknik direktörlüğünü yaptığı Türkiye’nin 1954 Dünya Kupası’ndaki kadrosu şöyledir: Turgay Şeren, Rıdvan Bolatlı, Basri Dirimlili, Mustafa Ertan, Çetin Zeybek, Rober Eryol, Erol Keskin, Suat Mamat, İsmail Feridun, Burhan Sargun, Lefter Küçükandonyadis, Şükrü Ersoy, Bülent Eken, Ali Beratlıgil, Mehmet Dinçer, Nedim Doğan, Naci Erdem, Akgün Kaçmaz, Ahmet Berman, Necmi Onarıcı, Kadri Aytaç ve Coşkun Taş.
Türkiye, 1958 yılında İsveç’te düzenlenecek Dünya Kupası’nın elemelerine bile katılmaz. Çünkü FIFA Türkiye’yi Asya grubunda oynatmak ister ve fakat Türkiye Avrupa grubunda yer almak için ısrarlı davranır. Mesele Türkiye’nin FIFA’yı protesto ederek kupaya katılmamasıyla sonuçlanır. 1950 yılında Avusturya’nın çekilmesiyle kupaya gitme şansı yakalayan ancak maddi olanaksızlıklar yüzünden kupaya katılamayan Türkiye yarım asır sonra, 2002 yılında Avusturya’dan kupa biletini bu defa bileğinin hakkıyla alır. Avusturya’yı 1-0 ve 5-0 gibi net skorlarla yener. Bu, Güney Kore ve Japonya’nın ev sahipliği yaptığı 17. Dünya Kupası finallerine katılma hakkını kazandığı anlamına gelir. Kupa tarihinde ikinci kez.
Gerisini biliyorsunuz. Ülkecek kök sarmaşıklar gibi sarıldık o yaz. Sokaklarda hep birlikte sevindik, Şenol Güneş’in dediği gibi futbolumuzla “keyif aldık keyif verdik” ve katıldığımız ilk Dünya Kupası’nda olduğu gibi orada da şampiyona kaybettik. Türkiye’nin katıldığı iki güzel kupa, bize kalan güzel hikâyeler. O iki kupada olan ama şimdi aramızda olmayanların ruhu şad, yaşayanların ömrü bol, bir trafik kazasında hayatını kaybeden Franco Bianco’nun da toprağı bol olsun.
Neyse ki Olimpiyatlarla birlikte dünyanın en şahane spor organizasyonu olan Dünya Kupası var bu yaz. Yazın en güzel tarafı. Yazın tek güzel tarafı. Bakın buradan yetkililere sesleniyorum, bu derdimizi çözsünler artık: Dört sene çok uzun süre; Avrupa Kupası her sene olsun, Dünya Kupası iki senede bir. Ne var organize oluversinler efendim; koca FIFA, koca UEFA, işlerinin adı ne.
Benim için futbolsuzluğun tek güzel tarafı var, başka sporların başka sporcularının hikâyelerini yazmama izin veren zamanlar olması. Bu gün öyle yapacağım. Sıra dışı bir sporcuyu anacağım, Mersinli Ahmet’i.
Ahmet Kireççi, 1914 yılında Mersin’in Kiremithane Mahallesi’nde doğar. Önce duvarcı ustası olan babasına yardım ederken koca koca taşları ikişer ikişer, sonra fırıncı çıraklığı yaparken yüz okkalık un çuvallarını iki kolunun altında taşıyabilen güçlü bir çocuktur. Şöyle demek elbette daha doğru; yoksulluk içinde büyüyen bütün çocuklar gibi sırtında taşıdıklarıyla mecburen güçlenen bir çocuk.
Çocuğun bu gücünü fark eden Mersin İtfaiye Komutanı Memduh Bey der ki “İstanbul’a gider misin?” “Giderim de ne yapacağım?” der Ahmet. “Güreş” der Memduh Bey. “Güreş?” diye sorar Ahmet bu defa. Memduh Bey “Pehlivanlık” diyince “Tamam o zaman! Giderim!” der.
İstanbul’daki antrenman günlerinde ünü hemen yayılmaya başlar. Artık Mersinli Ahmet’tir. On sekiz yaşında milli takıma girer, 1933 yılında Balkan Şampiyonu olur. 1936 yılında Berlin Olimpiyatları’nda aldığı üçüncülük madalyası Türkiye’nin oyunlarda kazandığı ilk madalya olarak tarihe geçer.
Bu başarısının ardından Atatürk’ün Florya’daki köşküne davet edilir, Atatürk’le şahane bir limonata içme hikâyesi vardır, ben anlatsam hakkını veremem, kendisinin anlattığı videolar var, açın izleyin derim.
Bir şahane hikâyesi de rakibini iki kere tuş yaptığı bir maçta, üçüncü tuşun yine nizami sayılmayacağı korkusuyla düdük çalmasına rağmen rakibinin üstünden kalkmama hikâyesidir. Hakem bi daha düdük çalar, Mersinli Ahmet kalkmaz. Kalk der kalkmaz. Bu defa kolundan tutarak kaldırmak ister yine kalkmaz. “Başkan kalk demeden mümkünü yok kalkmam” der. Kafile başkanı “Tamam pehlivan tamam, tuş oldu!” diye seslenince kalkmaya razı olur.
Mersinli Ahmet 1937’de Dünya üçüncüsü, 1940’ta Balkan Şampiyonu, 1948 Londra Olimpiyatları’nda Olimpiyat Şampiyonu olur. İki Olimpiyat Oyunları’nda madalya kazanan ilk Türk sporcudur artık. Bütün sahiciliğiyle bütün sempatisi ve tevazuuyla Olimpiyat Köyü’ndeki yabancı sporcuları “Hello!” diye selamladığından adı “Mr. Hello” oluverir. Dünya spor basını, bu çok sevilen sporcunun sempatikliğini günlerce haberlerine konu eder. Final maçında her branştan onlarca yabancı sporcu onu desteklemek için tribündedir. Bu sevgi çemberiyle uğurlanır, on binlerce İstanbullunun sevgi gösterisiyle karşılanır. Devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün önerisiyle soyadı “Mersinli” olarak değişir. İnönü, Mersin seyahatlerinde her defasında muhakkak onu ziyaret eder.
Fenerbahçe’nin doğum günü 3 Mayıs 1907 olarak kabul edilir.
3 Mayıs’larda Fenerbahçelilerin Anıtkabir ziyareti, esasında her sene tekrarlanan bir iade-i ziyarettir. Şu ziyaretin iadesidir:
Savaşın soğuk rüzgârını bir nebze de olsa dağıtan güneşli bir İstanbul günü olarak anlatılır 3 Mayıs 1918. O gün Fenerbahçeliler, Çanakkale Cephesi’nden namını duydukları, çok önemsedikleri bir misafiri; Mirliva Mustafa Kemal Paşa’yı ağırlamaya hazırlanıyordur.
Misafirin, Moda’dan Kuşdili Lokali’ne doğru yürüyüşü bittiğinde yorgunluk kahveleri çoktan hazırdır. Sohbete eşlik eden kahveler içildikten sonra, hep birlikte Fenerbahçe’nin kazandığı kupaların olduğu kat gezilir. Sonra Mustafa Kemal’den kulübün hatıra defterini imzalaması rica edilir.
O defterin o sayfasında şunlar yazar:
“Fenerbahçe Kulübü’nün her tarafa mazhar-i takdir olmuş bulunan asari mesaisini işitmiş ve bu Kulübü ziyaret ve erbab-i himmeti tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatimi buraya kayd ile mübahiyim.”
İki saat kadar kulüpte misafir olan Mustafa Kemal, Kurbağalıdere kenarındaki iskeleden Fenerbahçe Kürek Şubesi’nin yarış teknesine binerken “Fenerbahçe’ye sonsuz muvaffakiyetler dilerim. Allahaısmarladık” diyerek veda eder Fenerbahçelilere.
Tam yüz yıl önce bugün.