Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi ikinci turuna; daha son maç oynanmadan grup liderliğini garantileyerek, güle oynaya, elini kolunu sallaya sallaya çıktığı o akşamdan beri düşünüyorum.
Yeni Portolu, eski Beşiktaşlı Vincent Aboubakar’ın maçtan sonra tribünlere üçlü çektirdiği andan beri düşünüyorum.
Futbolcusuyla her şeyin ötesinde bambaşka ilişkiler kurabilmeyi başaran Beşiktaş taraftarının sırrını düşünüyorum.
Cevap, Vedat Okyar’ın şu cümlesinde gizli sanıyorum. “Beşiktaş taraftarı,” demişti Vedat Kaptan “futbolcusunu iç organı gibi görür”.
Gerçekten de öyle. Beşiktaş taraftarı, bazı futbolcularını böyle görüyor. Bu mide ağrısı gibi sevmeler, bağırsak düğümlenmesi gibi heyecanlanmalar, ciğerden üzülmeler filan başka türlü açıklanamaz. Bu şekilde sevilen, bu biçimde sahiplenilen bi futbolcu da sahiden Beşiktaş’ın iç organı gibi oluyor. O yüzden birbirlerinden öyle kolay kolay vazgeçemiyorlar.
Yeni bir şey değil. Beşiktaş’tan ayrıldıktan sonra Galatasaray formasıyla Beşiktaş maçına çıkan Recep Adanır’ın “Burada sadece top oynamak için varım, kalbim Beşiktaş’a ait” anlamına gelecek şekilde Beşiktaş tribününe kalbini, Galatasaray tribününe ayağını işaret ettiğini biliyoruz. Sergen Yalçın’ın Galatasaray formasıyla çıktığı bir Beşiktaş maçının sonunda Yasin’den aldığı forma sırtında Beşiktaş taraftarıyla nasıl hasret giderdiğini hatırlıyoruz. Daniel Amokaçi’nin yıllar sonra tee nerelerden kalkıp geldiği stat açılışında taraftarla kucaklaştığı o eşsiz anları gözümüzle gördük.
Öyle fazla da uzağa gitmeyelim. Beşiktaş taraftarının yaşamaya devam ettiği bir başka büyük aşka gün gün tanık olduk biz. Gözümüzün önünde tanıştılar. Aşklarına baştan sona şahidiz:
3 Ekim 2008 tarihinde oynanan maç, Beşiktaş-Porto maçı süsü verilmiş bir Beşiktaş-Quaresma maçıydı. Maç alenen Beşiktaş ile Quaresma arasında geçti. Beşiktaş tribünü o gün, ismini henüz öğrenmeyi başaramadığı kızdan “kız” diye söz eden âşık gibi “7 numara” dedi durdu: “Adamların 7 numarasına bak”, “Yedi numarayı gördün mü”, “Yedi numara çok fena çok”.
Hatta kendilerine, buza fırlayıp “Öyle değil be çocuğum, hoca ‘dizini kır’ diyo, böyle kıracaksın, bak şöyle şöyle kayacaksın benim gibi hadi” diye piste atlamamayı başardıkları için teşekkür ediyorum.
Ellerinde değilmiş çünkü dün anladım. Veli olmakla deli olmak arasındaki o ince çizgide yapılabiliyormuş bunlar. Velilik kendini tutabilme sanatıymış. Dün oğlumun antrenmanını izlerken saha kenarından “Hooop oğlum blokaj yaparken dirsekler yere baksın hoop” diye bağırırken anladım bunları.
Kalede durmayı seçti oğlum. Futbolla ilişkisini oradan kurdu. Atılan gollerden çok kurtarılan gollere meraklı. Araştırdık soruşturduk Gençlerbirliği bünyesinde sadece kaleciliğe yönelik bir eğitim bulduk. Gidiyor geliyor bir süredir.
Gençlerbirliği, kurduğu Futbol Okulu’nu “kelimenin tam anlamıyla bir okuldur” diye tarif ediyor. Eğitimcilerinin, futbolun her şeyden önce bir spor olduğu ilkesini unutmadıklarını ve çocukların da bu oyunu oynarken eğlenmeleri için her şeyi yaptıklarını söylüyor. Bundan sonrasını olduğu gibi alıntılamak istiyorum çünkü çok önemli:
“Futbol Okulu’nda çocuklarımıza öğretilen, bu oyunun nasıl oynanacağıdır. Bu yüzden onların hırsla değil cıvıl cıvıl koşmalarını isteriz. Tercihimiz onları tedirgin ve gergin sporcular haline getirmektense, çocuklarımızın futboldan mutluluk ve heyecan duymalarıdır. (…) Burası öncelikli olarak bir okuldur. Bu yüzden eğitimcilerimiz rekabetten çok dayanışmayı önemser ve bu ilke doğrultusunda çocuklarımızı eğitmeyi amaçlar. Futbolun bir takım oyunu olduğu prensibinden hareketle çocuklarımıza verdiğimiz eğitim onlarda işbölümü, paylaşma ve becerileri yüksek ve kültürlü gençler yetiştirmek için kişisel gelişim programları hazırlar ve yürütür.”
Futbolumuz için altın değerinde cümleler. Oradaki çocuklar spora devam eder, futbolcu olur olmaz bilemem. Ama bu cümlelere çarpan çocukların spor kültürü almış olarak oradan ayrılacakları muhakkak.
Tedirginlik ve gerginliği değil mutluluk ve heyecanı beslemek. Rekabetin yerine dayanışmayı koymak. Takım oyununun en önemli yanları olan işbölümü ve paylaşmayı yücelterek bir sistem inşa etmek. Çok kıymetli. Eğitim sisteminin çocuklara yaptığını düşününce bu yaklaşım bin kere daha kıymetli oluyor.
Bu anlamda Gençlerbirliği Spor Okulu’nun aynı zamanda bir taraftar okulu olduğunu da söyleyebilirim. Sporu; sadece kazanmak, ne olursa olsun başarmak, mutlaka galip gelmek, rekabet etmek, gözü dönmüş bir hırsla yaşamak, bitmeyen bir gerginliğin esiri olmak zannetmeyen taraftarlar yetiştirmek büyük iş.
Hep aynı aşk şarkısı.
Hep aynı olmazı oldurma çabası.
Hep aynı futbol oynayabilme kavgası.
Hayal etmek, emek vermek, gerçekleştirmek.
Her bir kulübümüzün kuruluş hikâyesi çok önemli. Biricik. Kıymetli.
Ama bugün Karşıyaka’nınkinden söz etme vakti.
Karşıyaka kurucularından Kadızade Zühtü Işıl “Aramızda ilk defa bir topluluk kurmaya beş-altı arkadaş o günlerde bu arsada karar verdik. Ağabeyim Kadızade Raşit, teyzezadem Süreyya İplikçi, ben, Refil Civelek, Osman Nuri, Örnekköylü Hüseyin, bir zeytin ağacının altında hafif yağmurlu bir günde bir kulüp kurmayı tasarlamıştık” diye başlıyor hikâyeye.
“Zeytin ağacının altında” diyor. “Hafif yağmurlu bir günde” diyor. Ne muazzam.
Türkiye futbol tarihinin en muazzam fotoğraflarından biridir.
Soyunma odasıdır herhalde. Öyle olmalı. Öyle görünüyor. Bir milli maç öncesi ya da sonrası. Metin Oktay ve Lefter yan yana oturuyorlar. Yan yana dedim ama yan yana oturmaktan filan başka bi şey bu. Omuz omuza oturuyorlar desem o da değil, ondan bile ötesi.
İkisinin de yüzünde huzurlu, mutlu, insanın içine işleyen derin bir ifade var. Metin Oktay’ın elinde bir krampon, Lefter’le birlikte krampona bakıyorlar. Kim bilir hangisinin? Kim bilir hikâye ne? Kim bilir ne oluyor?
Krampon Lefter’in, Metin Oktay kramponun bağlarını Lefter için çözüyor, bağlayıp, hazırlayıp ona verecek desem olur.
1950’ler. Öyle elini attığın yerde krampon bulunmaz, Metin Oktay yeni krampon almış, hevesle onu gösteriyor Lefter’e, anlatıyor desem olur.
Kramponu Lefter’e hediye almış, tam ona verecekken çekilmiş bu fotoğraf desem o da olur.
Ne arasan var bu fotoğrafta. Birbirinin kıymetini bilmek var, elindekinin kıymetini bilmek var, yan yana durmanın kıymetini bilmek var. Yüzlerinden belli. Gülüşlerinden, duruşlarından belli. Güzelliklerinden belli. Bu fotoğraftan beş perde oyun yazılır. Öyle müthiş.
Mustafa Denizli de o gülüşle ilgili açıklamalar yapmış: “Arda protesto edildi oyundan çıkarken. Bana göre son derece insani bir tepki vererek gülümsedi. Ama bu gülümseme gündeme oturdu. Arda yanlış mı yaptı? Gülmek başka bir şeydir, acı acı gülmekse ağlamaktan beterdir. Ben Arda’nın ikincisini yaşadığını düşünüyorum. Esasında bence Arda’nın çıkışı son derece dramatik bir çıkış. Arda’nın hissettiği de o. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu pozisyondaki bir futbolcu bu tepkilere bizim anladığımız manada gülmez, gülemez. O acı bir tebessüm, gülme değil. O bir ağlama...” demiş.
Mustafa Denizli haklı, haklı da, insanlar zaten Arda’nın protesto edilmekten çok mutlu olduğu için, ıslıklanmaktan yuhalanmaktan çok hoşlandığı için, maçın skoruna bayıldığı için güldüğünü düşünmüyorlar ki. O gülüşe tepkinin sebebi başka Mustafa Hocam.
İnsanların öfkesi, o gülüşün temsil ettiği bir anlayışa. Arda Turan etrafında gelişen ve artık herkesi bıktıran tavırlara. Olma biçimine. İnsanların öfkesi; kibre, kabadayılığa, şımarıklığa. Yoksa elbette biliyoruz, bazen sevinçten deli deli ağlarsın bazen kederden acı acı gülersin.
Kimsenin Arda Turan’la durduk yere başlayan bir meselesi yok. Hatta bir zamanlar kalenin arkasından gol sevincini kocaman bir gülüşle yaşayan o çocuğu herkes çok sevmişti. Ama Arda o gülüşten bu gülüşe kendisi geldi, kimseyi suçlamasın.
Spor kamuoyunu aylarca primdi, kavgaydı, huzursuzluktu meşgul ettiği unutulmadı. Yetmedi “‘Aaa her yerde Arda var’ diyorlar. Tabii ki de ben olacağım. Yüzyıllık tarihe baksınlar. Kaç tane Arda Turan var!” demeçleri vererek ortalarda dolaştı. Yüzyıllık tarihlerinde koskoca Baba Hakkılar, Lefterler, Metin Oktaylar olan taraftarlar bu saygısızlığı yok sayarlar mı?
YAPTIKLARINI MARİFETMİŞ GİBİ SUNMASI...
Hadi bunu yok saysalar, hadi gençliğine verseler, hadi “Geldiği yeri taşıyamıyor herhalde” diye düşünseler bile “Ben buralardan gidince göreceğiz Barcelona’ya, Atletico Madrid’e kaç tane oyuncumuz gelecek! Bizim küçükken, ‘Çok büyük oyuncu’ dediklerimizin kaç tanesi buralara gelip oynamış!” diye devam etmesini kaldırırlar mı? “Sen kimsin?” demezler mi? “Ne bu havalar” demezler mi? “Bu ne şımarıklık, bu ne kibir, n’oluyosun?” demezler mi? Derler.
Bunların üstüne bir de Milli Takım kafilesinde gidip bir gazetecinin boğazına sarılması atlanabilir, es geçilebilir mi? Olaydan sonra kameraların karşısında görünce, insanlar “Özür dileyecek galiba” diye beklerken yaptığı “Kuş gibi hafifim, pişman değilim” minvalindeki açıklamaları, yaptıklarını marifetmiş gibi savunması, “Adamlık çok önemli, Adamım ben, Adamlığımı kimse sorgulayamaz” lafları bıkkınlık getirmez mi? Getirir.
Yanlış anlama olmasın. Soyunma odasının mahremiyeti, soyunmaktan giyinmekten filan gelmez. Sporcunun; sporla, kendisiyle, hocasıyla, sporuna göre takım arkadaşıyla baş başa kaldığı yer olmasından gelir. Müsabaka öncesinde, arasında, sonrasında kendine kızdığı, kendini beğendiği, kendiyle kavga ettiği yer olmasından gelir. Sporcunun stattaki on binlerden, televizyon karşısındaki milyonlardan uzakta; gerçek sevincini, gerçek öfkesini, gerçek üzüntüsünü yaşadığı, harcadığı eforu dengelemeye çalıştığı özgür kaldığı tek yer olmasından gelir.
Soyunma odası dengesiz bir yerdir. Yerinden oynayan dengelerin yeniden yerli yerine oturtulmaya çalışıldığı bir yer. Sporcu; kalp ritmini, sinir katsayısını, geride bıraktığı fiziki mücadelenin bedeninde ve ruhunda yarattığı değişiklilikleri orada normale çevirmeye çabalar.
Soyunma odasında her şey olur. Sarılıp ağlamak da küfürleşip kavga etmek de soyunma odası sevdasına dâhildir. Orada olan orada kalır. Soyunma odası defterleri habire habire açılmaz. Dengeler yerine oturunca olanlar unutulur gider, büyütülmez, sündürülmez, uzatılmaz.
Ha bundan zamanında Ergin Ataman’ın gencecik bir sporcuya tokat atıp sonra da “Soyunma odası nedir? Bir takımın yatak odasıdır. Orası bizim özel alanımız” demesi gibi bir şey dediğim anlamı çıkmasın sakın. Hayır, beni tanıyorsunuz çıkarmazsınız da ben yine de önlemimi alayım. Ona soyunma odasının mahremiyetinin arkasına saklanıp şiddet uygulamak deniyor, bin kere yazdıydım uzatmayayım şimdi burada.
Soyunma odası eşiktir. Ara bir zamanın ara bir mekânıdır. O yüzden oraya öyle el kol sallanarak girilmez. Bakmayın bizim devlet erkânında âdettir, müsabaka biter, bunlar sporcuları kutlamak için dalar çat kapı soyunma odasına. Dalınmaz hâlbuki. Olmaz. Beklersin sporcu dengesini bulur, duşunu alır, ara zamandan ara mekândan çıkar gelir tebriğini kabul eder.
Soyunma odasının doğasında orada geçen zamanın sahiciliğine inanmak vardır. Dünyanın en önemli işini yaptığını düşünmek vardır. O an ve o mekân için öyledir de zaten. Halı saha takımının kadim kaptanıyla, kalede duracak kimse olmadığından çorapla kaleye geçip topu ileri şişirmesi tembihlenen adamın soyunma odasında nasıl kavga ettiklerine, nasıl sevindiklerine, dünya futbolunu nasıl kurtardıklarına gidin bi bakın. Bakın göreceksiniz.
Soyunma odasındaki itiş kakış, sanmayın ki sadece futbol için geçerlidir. “Vay teknikle estetiğin mükemmel karışımı”, “Vay efendim müziğin de eklenmesiyle dünyanın en zarif sporu” diye ortalarda dolaşan buz pateni sporcularını soyunma odasında bir görün bakalım. Estetiği mumla arıyor musunuz aramıyor musunuz. Katerina Witt’ten soğursunuz yemin ediyorum.
Demem şu: Soyunma odalarında olan biteni büyütmeyin, uzatmayın, sündürmeyin. Evet, biliyorum şahane malzeme, sansasyondan beslenen damarlar için bulunmaz kan ama yapmayın. Uçan tekmeydi kamçıyla dürtmekti filan abartmayın. Mahremiyete çok düşkün riyakâr reflekslerinizi devreye sokun, soyunma odalarından huzursuzluk yaymayın.
Yasemin gözyaşları içinde başarısını kutlarken kenardan birinin mindere fırladığını gördük. Elinde bir buket çiçekle Yasemin’in önünde diz çöktü, ona bir yüzük uzattı. Öyle güzel, öyle içten, öyle karmakarışık duygularla birbirlerine sarıldılar ki Yasemin’in “Evet” dediğini anladık. Bizim de gözlerimiz doldu, onlarla bi fasıl da biz ağladık.
Sonra duyduk ki, Güreş Federasyonu Başkanı Musa Aydın, Erdem Yiğit’in mindere çiçek ve yüzükle çıkarak Yasemin Adar’a evlilik teklifinde bulunmasına onay vermediğinin altını çizen açıklamalar yapmış:
“Orası dünya şampiyonası, biz 80 milyon Türk insanını temsil ediyoruz. Orası magazin yeri değil. Bizim örf, âdet ve geleneklerimiz var. Biz Avrupalı değiliz. Evlilik dinimizde mukaddes bir durum. Aile gider tanışır, sonra istenir. Bir geleneğimiz var. Karşı çıkmama rağmen bu olay oldu. Bu çocuk oyuncağı değil. Milletimiz bizden İstiklal Marşı’nı okutmamızı bekliyor diye uyardım. Buna rağmen maalesef oldu. Benimle Erdem görüştü. Sporcumuz görüştüğü halde yapsaydı bir cezai yaptırım uygulardık. Paris’te yaptıkları tamamen magazin. Yasemin’i uyardım. Yasemin aklı başında bir kızımız. Kendisinin dışında geliştiğini anlatı” diyesiymiş.
İlk sorulacak soruyla başlayayım: Size ne sayın başkan? Size ne?
Gencecik iki insanın, ömürlerini adadıkları yer olan minderde, hem de böyle bir başarıyı kutlarken evlenme kararı almalarında sizi bu kadar rahatsız eden ne? İster önce aileler tanışır, ister gençler başka türlü tercih eder, ister önce evlenme teklif eder sonra gider ister, istemez, isterlerse evlenirler, isterlerse boşanırlar. Size ne?
Size insanların evlenme teklif etme/evlenme teklifi alma yerine, zamanına ve biçimine karışma hakkını kim veriyor? Kimden alıyorsunuz bu hakkı? Federasyon Başkanı olarak böyle bir hakkınız olduğunu mu sanıyorsunuz? Hemen söyleyeyim yok. Hatta inanmayacaksınız ama kimsenin insanların nasıl davranacağına, ne yiyip ne içip ne giyeceğine, nasıl evleneceğine karışma hakkı yok.
Siz federasyon başkanı olarak göreviniz dâhilinde kafilenin başında şampiyonaya gider, görevinizi yapar, ülkenizi temsil edersiniz, ötesine karışamazsınız. Kimseye örf, âdet, gelenek hatırlatması yapamazsınız. Bu kadar ince, sevgi dolu, coşku dolu bir evlenme teklifi için Erdem’i de Yasemin’i de üzemezsiniz. Böyle bir tartışmanın odağında adlarını geçiremezsiniz. Yazık değil mi olmadık suçlamalarla hem koskoca dünya şampiyonluğunu hem de çocukların mutluklularını gölgeliyorsunuz.
Yaptıklarında spor kültürüne, spor ahlakına, şampiyona kurallarına aykırı bir şey mi var? Olsaydı siz hiç merak etmeyin, FILA hemen müdahale eder, gerekeni yapardı ama yok. Birbirini seven, bu şekilde evlenme kararı almayı uygun bulmuş iki spor insanının, tam da o anda bu kararı almak istemelerinde “cezai yaptırım laflarınızı” filan gerektirecek zerrece bi durum yok. Siz kimsiniz de
Ne kadar çok şey söylüyor; ne kadar uzun, ne kadar engebeli, ne kadar zorlu yollardan geliyor bu cümle.
Bunu söylemek için onları tanımaya gerek yok. Büşra o kupa için, annesi o kupanın salondaki yeri için çok mücadele etmişler, o kadar belli ki.
Bu ülkede, özellikle bireysel sporlardaki başarıların altını kazıyın, sporcu ailelerinin akıl almaz çabalarına çarparsınız. Vakti de emeği de imkânları da onlar sunar çocuklarına. Ellerinden geleni de gelmeyeni de yaparlar. Yoktan var ederler. Olmazı oldururlar sonra gözyaşları içinde yer açıp çocuklarının kupalarını salonlara doldururlar.
Büşra Ün web sitesinin tepesinde “Hayatta hiçbir şey başarıya engel değildir. Yeter ki siz başaracağınıza inanın” yazmış.
Sporcu olmak için doğmuş gibi. Doğum günü 19 Mayıs. 1994’ün 19 Mayıs’ı. Ailesi, Büşra altı buçuk aylıkken ayaklarını hissetmediğini fark etmiş. Yapılan tetkikler sonucunda kötü huylu bir tümör tespit edilmiş. Bir buçuk yıllık kemoterapi, iki ameliyat sonrasında tümör yok edilmiş.
Ancak tümör öylece çekip gitmemiş, giderken sinirlere verdiği hasar Büşra’yı tekerlekli sandalye ile tanıştırmış.
“Tekerlekli sandalye ile yaşamımı sürdürüyorum” yazmış oraya Büşra.
“