Venedikçe “capitán” yani “kumandan, özellikle gemi kumandanı” sözcüğünden geliyormuş. Venedikçe sözcük, Geç Latince “capitanus” veya “ capitaneus” yani “şef, önder, lider” sözcüğünden evrilmiş.
Türkçe sözlüğe bakınca “Gemi yönetimiyle ilgili en yüksek görevli” karşılığını görüyoruz. Sonra “Kaptan pilot”, sonra “Yolcu otobüsü sürücüsü”.
Neresinden bakarsak bakalım sorumluluk var kaptan sözcüğünün içinde. Güvenilir olmak var. Koca gemiyi, koca uçağı, onlarca insan taşıyan otobüsü birine emanet etmek var. O birinin bu emaneti alması var.
Sözlükte, “kaptan” sözcüğün bir başka bir karşılığı olarak da “Takım oyunlarında takımı temsil eden kimse” yazar. Temsil eden kimse.
Spor, gitmiş “kaptan” sözcüğünü devralmış, kendi sözlüğüne eklemiş.
Üstüne düşünmek lazım. Takım şefi dememiş, önderi, lideri, şusu busu dememmiş, kalkmış takım kaptanı demiş. Seçmiş bu sözcüğü.
Temsil mühim meseledir çünkü. Hele hele sana teslim edileni temsil ediyor olmak çok daha mühim meseledir. Bu, kaptan sözcüğünün spora özgü yanı işte. Uçağın kaptanı yolcuları temsil filan etmez mesela. Ama takım kaptanı, takımı eder.
Sporda kaptan dediğin; teslim aldığı emaneti aynı zamanda temsil edendir.
2002 yazı hep birlikte sevindiğimiz son yazdı. Sonra unuttuk; hep birlikte, ağız dolusu, omuz omuza sevinmeyi.
Belki de en çok bu yüzden, sadece Fenerbahçeliler değil pek çok başka takım taraftarı çok mutlu oldu Fenerbahçe basketbol takımının Eurolig şampiyonluğuna. Kutlama görüntülerinde formasını üstüne çekip gelmiş Beşiktaşlılar, Galatasaraylılar gördük. Hep birlikte sevindik.
Sadece ortak sevinçleri hatırlattığı için değil aynı zamanda ülkede futboldan başka bir sporu çocukların gönlüne düşürdüğü için de çok kıymetli Eurolig şampiyonluğu.
Sportif başarı açısından ayrı kıymetli. Öyle de kıymetli. Böyle de kıymetli. Neresinden bakarsan bak kıymetli. Çok emek dökülmüş. Hak edilmiş.
Şimdi bunun üstüne Fenerbahçe’nin Avrupa şampiyonluğunun üstünden bir hafta geçmişken daha, Türkiye futbol liginde kıymetli, çok emek dökülmüş ve hak edilmiş bir şampiyonluk kazanmış olan Beşiktaş’ın Başkanı çıkıyor, sakin sakin, ağzından filan kaçmış bir konuşma filan gibi de değil yani, çıkıyor ve “Ben Euroleague’e karşıyım hırsızlık organizasyonu. Takım gönderilmesine karşıyım. İspanyol şirket kurmuş, kulüplere yüzde vermiş. Büyük sponsorlar var. Fazla para vereni alıyorlar. O kadar para harcayacağım, para İspanyol şirketin cebine girecek. Maçları yöneten de şirketin para verdiği hakem. Darüşşafaka Doğuş’u Real Madrid karşısında yediler mesela. Real Madrid, CSKA para harcıyor oraya ama bence geri zekâlılık. Biz Real Madrid değiliz. Rus patron da nereden geldiği belli olmayan parayı harcıyor. Fenerbahçe’nin şampiyonluğu tabii ki çok değerlidir ama kulüp olarak tamamen zarar ediyorsunuz buna karşıyım. Takım şampiyon olsa da göndermem. Götür oraya, git buraya oyuncuların canı çıksın. Takımlar kur sonra para İspanyollara gitsin” diyor.
Sporseverler, spor ve endüstri arasına sıkışmış durumdalar zaten. Orayla hepimizin derdi var. Hepimiz biliyoruz. Konuşuyoruz. Yazıyoruz da. Oturur konuşuruz Eurolig’in bu tür açmazlarını.
Ama Fikret Orman’ın demesi bu değil zaten. Üstelik zamanlaması, üslubu ve seçtiği sözcükler son derece tehlikeli. Lüzumsuz ve ayarsız. Hatta neredeyse mesele çıksın diye söylenmiş sözler. “Geri zekâlılık” diyor Fikret Orman. Basbayağı “geri zekâlılık” diyor. Hakikaten akıl almaz.
Beşiktaş Başkanına yakışan konuşma şöyle bir şey olurdu.
Beşiktaş’ın üç babasından biri.
Memleket futbolunda çok az futbolcuya nasip olmuş “Baba” lakabının en baba sahibinin, Baba Hakkı’nın veliahdı.
Bütün baba futbolcular gibi babalığı centilmenliğinden gelen bir büyük kaptan.
1929 Ankara doğumludur. 1930’lu yılları Ankara sokaklarında, sokak demeyelim, arsalarında bez bir topun peşinde koşarak geçirir. Ankaragücü’nün önüne koyduğu meşin topla yaptıkları onu kısa zamanda takımın gözde oyuncusu haline getirir. Artık sadece başkentli taraftarların değil memleket futbolunun gözü Recep Adanır’dadır.
Tam o yıllarda, Baba Hakkı, İnönü Stadyumu’nun açılış maçının devre arasında takımı soyunma odasında etrafına toplar. Vâlâ Somalı’nın nefis aktarımından biliyoruz ki şöyle der: Arkadaşlar, artık bana bacak arası yapabiliyorlar. Anladım ki, futbolu rezil olmadan bırakma zamanı gelmiş. Bu maçtan sonra kaptanınız olarak değil, bir ağabeyiniz olarak sizlere her zaman destek olacağım. Şüpheniz olmasın”.
Dediğini yapar. Topu bırakır, Beşiktaş’ı asla bırakmaz. Kaptan değil genel kaptandır artık. Ama Beşiktaş’ta yarattığı boşluk öyle kolay dolacak gibi değildir. Gerçi takım çok iyidir. Şimdi şurada savunma hattını saysam ayrı hücum hattını saysam ayrı ağlarsınız. Ama bi şey eksiktir Baba Hakkı’ya göre. Bi şey eksik.
O eksik, bi telefon konuşmasıyla dolar: “İstediğin futbolcu burada, Ankaragücü’nde oynuyor. Hemen gerekeni yap ve onu Beşiktaş’a kazandır.”
Baba Hakkı, arkadaşının dediği gibi hemen gereğini yapar. Böylece Beşiktaş efsane kaptanına, Baba Hakkı, Baba Hüsnü’den devraldığı lakabını devredeceği veliahdına, Recep Adanır da Beşiktaş’ına kavuşur.
Okuduğum en şahane mektuptur.
Ahmed Arif’in, Leyla Erbil’e yazdığı “Leylim” diye başlayan, “Sana doymak, korkunç ahmaklık olur” diye biten mektubu gibi olağanüstü.
Beşiktaş’ın “Kibar Feyzo”su Feyyaz Uçar’ın, hastanede tedavi gören Süleyman Seba’ya yazdığı “Ve biliyorum ki sen de bu başına buyruk, inatçı evladını seviyorsun... Gitme büyük başkan sakın gitme... Çünkü ben sana gelemedim...” diye biten mektubu gibi muazzam.
Üç mektubu da çok yazdım, bin defa daha yazarım ayrı. Ama bugün demem başka. Bugün aklımı alan o ilk mektubun sahibini anacağım. Gündüz Kılıç ve Metin Oktay’ın başka bi anısını yazacağım. Gündüz Kılıç’ın o enfes cümlesine bir daha bakacağım.
28 Ekim 1960, sekiz gün eksik askerlik yaptığı gerekçesiyle Toptaşı Cezaevi’nde 45 gün hapis yatan Metin Oktay için tahliye günüdür.
Cezaevi kapısı açıldığında ben Metin Oktay’ı; üzerinde ince balıkçı yaka bir kazak, elinde küçük bir valiz, çenesinde bir, Turgan Ece, Rüçhan Adlı ve Kamil Altan’ın görünce yanaklarında beliren iki olmak üzere yüzünde üç gamze ile hayal ederim. Kucaklaşır, öpüşür, ağlaşırlar.
Atladıkları araba, ertesi günkü Karagümrük maçına hazırlanan Galatasaray kampının önünde durur. Metin Oktay Galatasaray’ına, Galatasaray Metin Oktay’ına kavuşur. Akşam yemeği için büyük bir sofra kurulur, takım erken ayrılır yemekten, maç için otele dinlenmeye çekilir. Gündüz Kılıç ve Metin Oktay kalırlar. Kim bilir nasıl güzel dertleşirler.
Gece otele döndüklerinde Gündüz Kılıç kim varsa tembihler:
Ben demem gerçi. Benim kişisel futbol tarihi kitabımın Brezilya sayfasında koca koca harflerle “Sokrates” yazar. Futbol benim için onunla başlar. Ben “Brezilya” dendi mi “Sokrates” derim.
Bi kere babama da demiştim. Gözlüğünün üstünden şöyle bakıp “Sokrates çok büyük adam evet, ama ondan evveli var, ‘Brezilya’ dendi mi önce ‘Didi’ diyeceksin. Dünya futbolunun gelmiş geçmiş en büyük oyun kurucularından biridir” demişti.
Benim bugün anacağım Didi o Didi.
1928’de doğmuştur. Adı Valdir Pereira’dır. Biz Didi diye biliriz. Çocukluğu sokaklarda geçer. Geçim mücadelesi ve futbolla. Ama mücadelenin büyüğüne on dört yaşındayken başlar. Babam “sakatlık” demişti, şimdi “enfeksiyon” diye okudum bi yerlerde, neyse bi şekilde sağ bacağındaki sıkıntı karşısında tıp çaresiz kalır. Doktorlar keseceklerini söylerler. Didi herhalde içinden “Ben bu sağ bacakla üç Dünya Kupası oynayacağım, ikisini de kaldıracağım doktor, saçmala” der.
Çok çabalar; yatak, tekerlekli sandalye, tedavi medavi derken kesilecek denen bacağını iyileştirir. Önce ayağa kalkar sonra antrenmanlara başlar. Sonrasıysa Galeano’nun dediği gibi “Sahanın her tarafına zehirli oklardan farksız şutlar gönderen” muazzam bir futbolcuya dönüşme hikâyesi.
Didi, 1955-1963 arasında 79 kez milli forma giyer. Brezilya, 1958 ve 1962’de iki kez üst üste Dünya Kupası’nı kaldırdıysa, birçok kişi bu başarıda Didi’nin payının büyüklüğünü anlatır. Zaten 1958’de “Dünya Kupası’nın en iyi oyuncusu” seçilir. Americano’da başladığı profesyonel kariyerinde yolu Real Madrid’e de düşer, Botofogo’da futbolu bırakır.
Teknik direktörlüğe başlar. 1970 Dünya Kupası’nda başında olduğu Peru Milli Takımı’nı çeyrek finale kadar getirir. Peru’yu eleyen, Didi’nin baba ocağı Brezilya’dır.
Sonra Fenerbahçe yılları.
Haber peşinde koşarken özürleri kabahatlerinden berbat futbolculardan dayak yiyen spor basını emekçileri için yazılmış cümleler.
Buyrun:
Meslekleri sporculuk olan; göz önünde olmayan, büyük paralar kazanmayan, çoğu zaman kulüplerinin dayattığı şartlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan, kötü çalışma koşullarına mahkûm bırakılan sporcular,
Tek taraflı çıkar anlayışıyla düzenlenmiş sözleşmelerinin bile, koşulları zamanında yerine getirilmeyenler,
Alt liglerde oynayan; kulüplerine karşı haklarını arayamayan, özlük hakları korunmayan, şöhretsiz, güvencesiz sporcular,
Statlara reklam panoları konduğu için pistleri ellerinden alınanlar,
Doğru dürüst tedavi edilmedikleri için aktif spor yaşamlarını bırakmak zorunda kalanlar,
Futbola Barcelona’nın altyapısında başlar. 1988’de B takımda profesyonel olur, yıllar içinde Figueres, Celta Vigo, Badajoz, Mallorca, Lleida, Elche takımlarında oynar. Son durağı Gramenet’tir. 2002’de futbolculuğu bırakır.
Ama futbolu bırakacak gibi görünmüyordur. Önce yöneticilik yılları başlar. Bir süre Terrassa’da yönetici olarak görev yapar. Sonra her şeyin başladığı yere, yuvasına, Barcelona’ya döner. B takımda yardımcı teknik direktör olarak.
Sanki “En iyi yardımcı oyuncu ödülü” için yaratılmıştır. Yan roller için. B takımlar için. Yardımcı teknik direktörlük için. Tuncel Kurtiz bir keresinde bir “Başrolde oynuyorum, yine yardımcı erkek oyuncu ödülü veriyorlar, yine yardımcı erkek oyuncu ödülü veriyorlar, anlamadım ki arkadaş!” demişti. Futbol sinemasının jürisi de sanki Tito Vilanova’ya bi türlü “En iyi oyuncu ödülü”nü vermeyecek gibidir.
2008 yılı, futbolcu olarak oynayamadığı Barcelona A takımıyla hoca olarak tanıştığı yıl olur. Hep yan rollerin oyuncusu olduğu bu filmde kurgu yine değişmez. Vilanova, teknik direktör değil yardımcı teknik direktör rolündedir. Guardiola’nın yardımcısı rolünde.
Barcelona’nın ortalığı hallaç pamuğu gibi attığı yıllardır. Arka arkaya şampiyonluklar gelir, kupa, ödül mödül ne var ne yoksa toplar. Filmin esas oğlanı bellidir. Vilanova’nın payınaysa hep o ödül düşer.
Guardiola’nın “Tamam bırakıyorum” dediği gün başrol sırası nihayet ona gelir. 2012-2013 sezonunda Barcelona’nın teknik direktörü olur. 11 Mayıs 2013’te Real Madrid, Espanyol ile berabere kalınca Barcelona lig tarihindeki 22. şampiyonluğunu ilan eder. Vilanova takımın başındadır.
Yardımcı rollerin usta oyuncusuyken kameranın gözü çarptığında ara sıra gördüğümüz Vilanova artık hep göz önündedir. Ne yazık ki her şey gözümüzün önünde olur. Villanova hastadır. Ağır bir tedavi görüyordur. Çok bekleyerek, çok çalışarak, çok hak ederek kazandığı “En iyi oyuncu ödülü”nün tadını çıkaramaz.
2013’ün Temmuz’unda Barcelona yönetimi, kısacık süren rüyanın bittiğini açıklar
Bir günlüğüne futbol hala onun bıraktığı gibi bir oyun sanacağım.
Bir kere daha o büyük kaptanların; Baba Hakkı’nın, Lefter’in, Metin Oktay’ın, Dozer Cemil’in oynadıkları futbolla centilmenlikleri arasında kurdukları bağa kanacağım.
Hakkı Yeten, 1910 Vodina doğumludur.
Ailesi, o bir yaşındayken İstanbul’a gelir. Baba askerdir. Binbaşı Mahut Nedim Bey. Çanakkale Savaşı’na gider. Bir daha dönmez. Arkasında altı çocuk bırakır. Beş kardeşiyle birlikte İstanbul’da hayatta kalmak zorundadır. Askeri okula yazılır.
Sonra futbol oynamaya başlar. Çeşitli takımlarda oynadıktan sonra Şeref Bey onu Beşiktaş’a alır. Derler ki, isteyeni çoktur ama Şeref Bey hızlı davranmıştır.
Futbolu bırakana kadar, bir Türkiye Birinciliği, iki Milli Küme, bir Başbakanlık Kupası, yedi İstanbul Ligi, bir İstanbul Şildi, iki İstanbul Kupası şampiyonluğu yaşar. 17 yıl formasını giydiği Beşiktaş’ta 439 maçta 382 gol atar.
Tüm bunları yaparken Hukuk Fakültesi’ni bitirir, avukat olur. Galatasaray ve Fenerbahçe’ye 30’ar gol atarak tarihe geçer. Beşiktaş’ta teknik direktörlük, Futbol Federasyonu’nda Asbaşkanlık yapar. Beşiktaş’ın üç dönem başkanı olur.
Cemal Süreya onun için