Elif Çongur

Baba Hakkı

17 Nisan 2018
Her sene yaptığım gibi bugün de, ölüm yıl dönümünde yine Baba Hakkı’yı anacağım.

Bir günlüğüne futbol hâlâ onun bıraktığı gibi bir oyun sanacağım.

Bir kere daha o büyük kaptanların; Baba Hakkı’nın, Lefter’in, Metin Oktay’ın, Dozer Cemil’in oynadıkları futbolla centilmenlikleri arasında kurdukları bağa kanacağım.

Hakkı Yeten, 1910 Vodina doğumludur.

Ailesi, o bir yaşındayken İstanbul’a gelir. Baba askerdir. Binbaşı Mahut Nedim Bey. Çanakkale Savaşı’na gider. Bir daha dönmez. Arkasında altı çocuk bırakır. Beş kardeşiyle birlikte İstanbul’da hayatta kalmak zorundadır. Askeri okula yazılır.

Sonra futbol oynamaya başlar. Çeşitli takımlarda oynadıktan sonra Şeref Bey onu Beşiktaş’a alır. Derler ki, isteyeni çoktur ama Şeref Bey hızlı davranmıştır.

Futbolu bırakana kadar, bir Türkiye Birinciliği, iki Milli Küme, bir Başbakanlık Kupası, yedi İstanbul Ligi, bir İstanbul Şildi, iki İstanbul Kupası şampiyonluğu yaşar. 17 yıl formasını giydiği Beşiktaş’ta 439 maçta 382 gol atar.

Tüm bunları yaparken Hukuk Fakültesi’ni bitirir, avukat olur. Galatasaray ve Fenerbahçe’ye 30’ar gol atarak tarihe geçer. Beşiktaş’ta teknik direktörlük, Futbol Federasyonu’nda Asbaşkanlık yapar. Beşiktaş’ın üç dönem başkanı olur.

Cemal Süreya onun için “Tehlikeli melek. Altın yürekli ve çıkarsız haydut. Yenilmez Armada’nın azıcık boydan kısa kaptanı” demiş şöyle devam etmiştir:

Yazının Devamını Oku

Kadınların Sahası

11 Nisan 2018
Elif Çongur yazdı.

Bibiana Steinhaus. Almanya’daki, hatta dünyanın en üst düzey futbol ligleri olarak kabul edilen İngiltere, İspanya, Fransa ve İtalya’daki hakemlik tarihinin seyrini değiştiren kadın.

Steinhaus, önce 2007 yılında Almanya ikinci liginde maç yönetmeye başlayarak Alman profesyonel futbolunda ilk kadın hakem olarak tarihe geçer. Sonra da 2017 yılı itibariyle Bundesliga’da düdük çalarak futbol tarihine bir kez daha adını yazdırır. Kariyerinde pek çok önemli maçın yanı sıra UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi finali ve Londra Olimpiyatları kadınlar altın madalya maçı vardır.

Dünya futbol kamuoyu, Steinhaus’u hep sahanın hâkimi olduğunu ispatladığı anlarda görür. Chemnitzer FC-Bayern Münih maçında mesela. Bayern’in yıldızı Ribery, bi serbest vuruş öncesi topu yere koyarken Steinhaus’un ayakkabılarının bağcıklarını çözerek şaka yapar. Durumu fark eden Steinhaus, Ribery’nin omzuna doğru hafifçe iki kere vurarak şakaya tatlı sert bi şakayla karşılık verir. Gayet kendinden emin. Yine bir Bundesliga maçında karara tepki gösterirken elini omzuna atan Pep Guardiola’ya “İndir o eli” der gibi bi hareket yapar ve Guardiola’nın elini omzundan indirtir.

Türkiye futbol kamuoyu ise onu ne yazık ki; sevgilisi, boyu posu filan gibi magazinel gündemlerle tanır. Bir de Türk kökenli futbolcu Kerem Demirbay’la arasında yaşanlarla.

2015 yılında Fortuna Düsseldorf’ta forma giyen Demirbay kendisini kırmızı kartla oyundan atan Steinhaus’a öfkelenmiş, öfkesini de “Yanlış karar” filan diyerek değil “Bence erkeklerin oynadığı futbolda kadınlara yer yok” biçiminde berbat bir cinsiyetçi yaklaşımla dile getirmişti.
Çünkü kural budur. Bazıları sanırlar ki kadın olmakla/kadına ait bir özellikle/kadın bedenine ilişkin bir göndermeyle kurulan cümleler hakarettir. Elbette Alman spor kamuoyu bu ayrımcı açıklamaya tepki vermiş, Alman Futbol Federasyonu da gereğini yapmış Kerem Demirbay’a cezayı kesmişti. Kulübü Fortuna Düsseldorf da meseleye kayıtsız kalmamış, söz konusu sözlerinden dolayı disiplin cezası vermiş, ayrıca Demirbay’a D-Gençler yaş grubunda oynayan kızlarını maçını yönettirmişti.

Şimdi de öğreniyoruz ki, Bibiana Steinhaus, Borussia Mönchengladbach- Herta Berlin maçında ev sahibi takımın golünü video hakem teknolojisiyle iptal etmiş. Karara öfkelenen ev sahibi takım taraftarları, televizyonlardan bile çok net duyulacak şekilde Steinhaus’a en ağır hakaret olduğunu sandıkları tezahüratları yapmışlar. Yine kural bozulmamış. Yine bazıları kadın olmakla/kadına ait bir özellikle/kadın bedenine ilişkin bir göndermeyle kurulan cümleleri hakaret sanmışlar. Ben şimdi burada tekrar etmeyeyim ama açıkça ifade edeyim, o kullandıkları sözcükler hakaret değil, küfür değil, suç değil. Ama ayrımcılık, cinsiyetçilik, ırkçılık büyük suç.

Mönchengladbach kulübü, taraftarlarının yaptığı tezahüratlar için bir özür mesajı yayınlamış. Alman Futbol Federasyonu’ndan bu tezahüratlara karşı nasıl bir ceza gelecek onu da göreceğiz. Dünya futbolunda kadınların varlığının bu cinsiyetçi, ayrımcı dili statlardan nasıl söküp atacağını da göreceğiz. Bi de her geçen gün; kadınları sahnede, sahada, sokakta daha çok göreceğiz.

Yazının Devamını Oku

Elveda kaptan

9 Mart 2018
Elif Çongur yazdı.

Mutlu aşk yok ve her ölüm erken, tamam. Ama genç ölüm bambaşka. Çok erken. Çok zor. Kabullenmesi çok güç.

Fiorentina kaptanı Davide Astori’ye veda ediyoruz bugün. 31 yaşında. Takımın kamp yaptığı otel odasında, uykusunda kalbi yavaş yavaş durarak gitti buralardan.

Takip ettiğim, ama çok iyi tanımadığım bir futbolcuydu. Takım arkadaşı Riccardo Saponara’nın arkasından yazdığı şahane satırlardan tanıdım.
Belli ki ailesi, dostları ve takım arkadaşları için dolmayacak bir boşluk bıraktı geride. Belli ki özel bir insanmış. Çok sevilen. Etrafıyla ilgili. Yaşamayı seven. Güleryüzlü, neşeli ve espriliymiş. Kulübün gençlerini kollar, büyükleriyle ilgilenirmiş. Sinema sever, takip eder, üzerine konuşurmuş. Bugün bu özel insana, bu gencecik futbolcuya dünya futbolunun önemli isimlerinin ve binlerce taraftarın katıldığı zarif bir törenle veda edildi.

Bir dostun ardından yazılabilecek en sahici satırları kalbinin orta yerinden yazmış Riccardo Saponara. O satırlar bu satırlar:

“Ah kaptan, kaptanım. Neden bizimle kahvaltıya gelmedin? Neden unuttuğun ayakkabılarını Sportiello’nun odasından almadın, neden her zaman yaptığın gibi kahvaltıdan sonra portakal suyu içmedin?

Şimdi bize hayatın devam ettiğini söyleyecekler, ileriye bakmamızı isteyecekler. ‘Kendinizi toplayın’ diyecekler. Ama peki senin boşluğun ne olacak?

Yazının Devamını Oku

Altmış iki yıl önce bu kış

15 Şubat 2018
Dünya futbol tarihinin 1950’li yıllar sayfasını Macaristan yazmıştır desem sanıyorum abartmış olmam. Hoş ben severim abartılı ifadeleri, mübalağa sanatı benimle şahlandı desem yine abartmış olmam. Macaristan Milli Takımı’nın böyle abartılı yıllarıdır 1950’ler. Yakaladıkları olağanüstü başarıların ardından “Altın Takım” diye anılırlar.

Bu başarının altında yepyeni bir futbol anlayışı yatar. Oyun üzerine çok kafa yoran Macarlar, dünya futbolunu 4-4-2 dizilişi ile tanıştırır. Futbolcuların kâğıt üzerinde belirlenmiş pozisyonlarında mıh gibi çakılı kalmaları yerine topun maç anındaki konumuna göre pozisyon belirleme anlayışı da onların eseridir. Macar Milli Takımı’nda paslaşarak topu göstermeme fikri, rakibi durdurmak fikrinin önüne geçer. Futbola getirdikleri bu yeni anlayışlarla 1953’de İngiltere’yi 6-3, 1954’de 7-1 yendiklerinde artık herkes Macarların futbolun mucidi İngilizlere yeni futbolun dersini verdiğini konuşuyordur.

“Altın Takım” bu anlayışlarla topladığı akıldışı puanlarla dünya klasmanının en tepesine yerleşir. Şöyle anlatayım; Haziran 1950’den itibaren tam otuz bir maç yenilgi yüzü görmez. Araya 1954 Dünya Kupası finalindeki, o zamanki adıyla Batı Almanya yenilgisi girer sadece. Bu yenilgi o kadar beklenmediktir, Macarlar o akşam Batı Almanya’yı yeneceklerine, kupayı alacaklarına o kadar emindirler ki Budapeşte’de başlayan gösteriler günlerce durdurulamaz. Sonra iki yıl daha, 19 Şubat 1956’da Türkiye Milli Takımı’na yenilene kadar yola namağlup devam ederler. Yıldönümü yaklaşıyor, ben de o acayip hikâyeyi anayım biraz istedim.

Memleket 1956 yılını, Macar Milli Takımı’nın Türkiye’ye geleceği haberinin heyecanıyla karşılar. Gazetelerin, haberlerin, evlerin, kahvelerin tek gündemi budur. Dünya futbolunu hallaç pamuğu gibi atan “Altın Takım”ı, takımın yıldızı Puskás’ı izlemek için nefesler tutulmuştur.

Ancak İstanbul’a nefes aldırmayan hiç hesapta olmayan bir mesele daha vardır, dinmek bilmeyen bir kar yağışı. Yetmiş santimi bulduğu söylenen kar kalınlığı hayatı durdurmuş, ulaşımı imkânsız hale getirmiş, yakacak ve yiyecek sorunu başlamış, jandarma ve polislerin izinleri iptal edilmiştir. Haber alınamayan gemiler, karaya oturan şilepler, irtibat kesilen ilçeler filan varken 5 Şubat’ta oynanması gereken maç elbette oynanamaz.

Maç ertelenince Macarlar Spor ve Sergi Sarayında antrenman yaparlar. Ancak kafileye tahsis edilen otobüs arızalanır. Macar futbolcular ve onları görmek için gelenler o karda kışta otobüsü iterek çalıştırmaya çalışırlar. Hal böyle olunca Macarlar hızlıca İzmir’e geçerler, önce İzmir’de sonra Ankara’da karma takımları gol yağmuruna tutup, Efes’i filan gezip, imza dağıtıp bol bol fotoğraf çektirerek İstanbul’a geri dönerler. İstanbul karmasını da bi güzel yendikten sonra nihayet Türkiye Milli Takımı ile ertelenen maçın yapılacağı 19 Şubat 1956 gününe gelinir.

Mithatpaşa Stadı’nda aylarca tadilatla, günlerce karla uğraşılmıştır. Deniz tarafındaki merasim kapısından başlayarak numaralı tribün boyunca uzanan ve gazhane tarafındaki kale arkasında son bulan bir portatif tribünle kapasite zorlanır. Maçtan bir gün önce stadın kapısına dayanan futbolseverler geceyi stadın önünde yerlerde yatarak geçirir.

Hınca hınç tam olarak bu tür bir kalabalığa bakılıp söylenmiştir herhalde. Öyle bir kalabalık. Öyle bir heyecan. Maçın henüz altıncı dakikasında Lefter’den gelen ilk gol coşkuyu katlayarak artırır. İlk yarı böyle bitecek derken kazanılan penaltıyı gole çeviren yine Lefter olur. İkinci yarıya da hızlı başlayan Türkiye’nin üçüncü golü Metin Oktay’dan gelir. Sadece stat değil memleket yıkılacak gibidir.

Puskás’ın golü Macarlara yetmez, tüm zamanların en büyük golcülerinden birinin golünü görmüş olmak bu galibiyete tanıklık edenlerin yanına kâr kalır. Yenilmez “Altın Takım”a ikinci yenilgisini yaşatan futbolcular bitiş düdüğüyle sahaya fırlayan binlerce seyircinin omuzlarına alınır. Maç Türkiye futbol tarihine “Macar Zaferi” olarak geçer. Macarların bu yenilgisi o kadar inanılmaz bulunur ki yabancı basın mensuplarının skora inanmayıp Türkiye’deki gazeteleri defalarca arayıp teyit almak istedikleri anlatılır.

Yazının Devamını Oku

Ah be hiç haberim yok

30 Ocak 2018
Dün, gecenin bir vakti, içinde bu satırları okuduğunuz internet sitesi de dâhil olmak üzere bazı spor gazetelerinin internet sitelerinden “Selçuk İnan rakı içerken fena yakalandı” başlıklı haberler düştü önümüze. Meselenin birkaç boyutu var. O birkaç boyuttan gazeteciliğin alanına giren boyutu, yani haberin yapılış biçimiyle ilgili olanı izninizle mesleğin erbaplarına bırakacağım.

 

Meslek büyükleri neyin haber değeri vardır, haber nasıl yapılır, nasıl sunulur, haberin öznesi hangi noktada ne biçimde muhatap alınmalıdır gibi soruları tartışır, fikirlerini bildirirler. Alanım değil, haberci değilim, ah be hiç haberim yok.

Burada beni ilgilendiren mesele; ortada bir suç, yasaklı bir durum, gizli saklı yapılması gereken bir şey varmış da açıktan yapılmış sonra da yakalanılmış gibi bir durum yaratılması. Açıkça ifade edelim, bu ülkede içki içmek suç değildir, yasak değildir, ayıp değildir.

Her yetişkin insan, kendi sağlığının sorumluluğunu taşıyarak, kimseye zarar vermeden istediği gibi içkisini içebilir. Evde ya da dışarıda. Bu konunun tartışılacak bir tarafı yoktur. Kimse kimsenin yaşam biçimine karışamaz.

Gelelim “Ama sporcu içki içer mi? Biz o yüzden bu haberi şettik, aktif spor yaşantısı olan biri içki içer mi?” meselesine. İçer. Sporcular da içki içer.

Mesleklerini ve sağlıklarını tehlikeye düşürmedikleri sürece, müsabaka takvimine göre, hekimlerinin önerdikleri/sınırladıkları/öngördükleri miktarda içki içebilirler. Elbette kübüne düşmezler ama içebilirler. Bu kararı da kendileri ve spor hekimleri verir, ahlak zabıtaları değil.

Hâsılı, Selçuk İnan, kampta ya da maç öncesi bir zamanda değil, izin gününde eşiyle dostuyla yemek yerken rakı içmiştir. Ortada sporculuğuna, oynayacağı maça, şuna buna halel getirecek bir durum söz konusu değildir. Fena yakalandığı filan yoktur.

Sporcu sağlığına filan o kadar düşkünseniz doping meselesiyle ilgilenin biraz. Gencecik bedenleri yavaş yavaş öldüren doping rezaletinde dünya markası olduk, açın atletizm madalyalarımız biiir biiir nasıl gitti elimizden ona bakın.

Yazının Devamını Oku

Hey gidinin Efe’si

18 Ocak 2018
On iki yaşındaki Milli buz patencimiz Efe Cetiz’in yakaladığı başarıyı hep beraber gördük. Okuduk. Açıp açıp Efe’nin enfes fotoğraflarına baktık.

“Basic Novice A Erkekler kategorisinde 23,03 puanla, 7 elementten oluşan teknik puan türünde elde edilmiş olan en yüksek teknik puanı almak” tam ne demek anladık mı bilmiyorum.

Sağlıklı, başarılı, gülen çocuk yüzü görmeye olan hasretimizin önüne düşüverdi Efe’nin buzda uçuşan saçları, onu biliyorum.

Şöyle biraz anlatayım, tam sevinelim Efe’nin başarısına.

Buz pateni, insanın sinirini bozacak kadar mükemmelin peşinde olan bir spordur. Buzun üstünde, üstelik bir de incecik bir çelik üstünde, çeliğin kenarlarıyla buz arasındaki ilişkiden kurulan bir mühendislik sporudur bence. Fakat iyi bir tekniğe sahip olmak tek başına bir şey ifade etmez, sadece artistik üstünlüğün yetmeyeceği gibi.

Patenci çok başarılı atlayışlar yapabilir, ama aynı zamanda dönüşleri de iyi yapması gerekir. Sadece dönmesi de yetmez, ayak ve pozisyon değiştirmeli dönüşleri de gerçekleştirmesi lazımdır. Bir tek atlama hareketiyle de olmaz zaten, atlayışları birbirine bağladığı kombinasyonlar yapmak zorundadır. Adım dizilerini, her biri onlarca teknik ayrıntıyla dolu diğer hareketleri filan saymıyorum bile.

Evvelce de aynen yazdıydım, patenci öyle “Atladım, havada üç tur, icabında dört tur döndüm, daha ne yapayım?” demekle yırtamaz. Buza inişinin ardından tek bacağının üstünde mümkün olduğunca uzun bir süre kayarak hareketin çıkışını kontrollü biçimde yaptığını göstermekle de mükelleftir. Ayrıca, açıkça görülür biçimde tek ayağının üzerine inmelidir. Serbest kalan ayağın iniş sırasında buza değmesi hata olarak kabul edilir. 

Hadi hepsini yaptı, hareketlerin zorluk derecesini yükseltmek için bazı özellikler katmazsa olmaz. Tüm bunları yaparken, bir de müziğe uyum sağlamalı, teknik yeterliliğini, artistik becerisiyle birleştirmelidir.

Bunun bilmem kaç hareketin zorunlu olarak yapılacağı, başarılı olunamayan hareketin bir daha denenemeyeceği kısa programı var, üstüne ismi gibi pek de “serbest” olmayan serbest programı var. Daha neler var da sinirlerinizi zorlamayayım daha fazla.

Yazının Devamını Oku

Beşiktaş’ın Ayşe’si

1 Ocak 2018
Haberlerde, gazetelerin satır aralarında, ufak bir haber olarak belki gördünüz belki görmediniz: Ayşe Selen’i kaybettik.

O haberlerde oynadığı dizilerden söz edilerek size hatırlatılmaya çalışılandan çok çok fazlasıydı Ayşe Selen. Çok daha fazlasıydı. Size anlatmam lazım. Bilmeniz lazım.

1955 Ankara doğumluydu, İstanbul Avusturya Kız Lisesi’ni bitirdikten sonra bütün hayatı boyunca parçası olacağı Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladıktan sonra 1989 yılına kadar burada, sonra 1991’e kadar Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde akademisyenlik yaptı. Sonrası hep en büyük aşkı sahne.

Ayşe Selen, ülkenin akademik anlamda ilk tiyatro eğitimi veren bölümünde öğrenciyken bir  yandan da Devekuşu Kabare’de sahneye çıkıyordu. Yasaklar desem Beyoğlu Beyoğlu desem hemen hatırlayacaksınız. Ama buradaki önemli mesele şuydu. Ayşe Selen, kendini okulda aldığı akademik tiyatro eğitimiyle donatırken bir yandan da usta çırak ilişkisiyle  işleyen halk tiyatrosu gelenekleriyle yoğurdu.

Bu anlayışı, bütün bir tiyatro hayatına yansıtacak; yol arkadaşı, rol arkadaşı, hayat arkadaşı Şehsuvar Aktaş ile birlikte iki kişilik dev bir tiyatro kuracaktı. Tiyatro Tem adını verdikleri o tiyatroyla ülkenin tiyatro yaşantısına yön veren, her oyunları heyecanla beklenen, yurt içi ve yurt dışında sahneleri dolduran oyunlar yaptılar. Yaptılar diyorum, çünkü bazen hem yazıp hem yönetip hem oynadılar, bazen bir halk tiyatrosu geleneğinden yola çıkıp hayal perdesinden belirdiler, bazen yazılmışı vardı çıkıp ona can verdiler. Yetmedi çocuk ve gençlik oyunları yaptılar, ulusal ve uluslararası yüzlerce festivalde çocuk ve gençlik tiyatrosunun en yetkin örnekleriyle bir araya getirdiler çocukları ve gençleri.

Ayşe Selen bütün bunları yaparken; yazarken, oynarken, turne turne gezerken bir yandan da otuzdan fazla tiyatro metnini Türkçeye kazandırdı. Mesela Brecht’i Ayşe Selen’in Türkçesiyle okuduk. Sofokles,  Aristofanes, Handke,  Jan Kott,  Kleist, Remarque ve Büchner’i de. Bu ülkenin tiyatrosu Ayşe Selen’e çok şey borçludur. Ödemekle bitmeyecek kadar.

Yakalandığı berbat hastalığın en zorlu günlerinde bile yarım kalacağını düşündüğü işlerini toparlamak, kimseye arkasında yük bırakmamak derdindeydi. Bize, giderken bile, meslek ahlakı denen şeyin nasıl bir şey olduğunu öğretti.

Ayşe Selen’e Ayşe Selen derdik biz. Neden bilmiyorum. Ayşe değil, Ayşe Hoca değil, Ayşe Abla değil, Ayşe Selen. Bi de Ayşem derdik.

Ayşem’in en büyük aşkı tiyatroydu tamam, ama o aşkla yarışan bir büyük aşkı daha vardı: Beşiktaş.

Yazının Devamını Oku

Ayıp değil mi Okan Hoca?

12 Aralık 2017
Galatasaray - Teleset Mobilya Akhisarspor maçından sonra Okan Buruk’un yaptığı açıklamalara takıldım kaldım.

Bir çuval inciri berbat etmek tam olarak bu demek sanıyorum. Kendini bu kadar kötü ifade etmek, yanlış ifadelerle doğruyu bulacağını sanmak filan bu demek herhalde.

Okan Buruk hakem yönetimine çok öfkeliydi, önce onu dile getirdi. Hatta isyan etti. Hak dedi, adalet dedi, tüm takımlara eşitlik dedi. Ülkenin genç bir teknik direktörünün bu isyanı elbette göz önüne alınmalıdır. Oturulur hepsi tartışılır. Zaten hakemlerden, hakem kararlarından ve “Bizim maçta şunu yaptıydı ama bu maçta bunu yaptı”dan başka bi şey konuştuğumuz yok. Ama hak, hukuk, adalet arayan birinin iki saniye sonra söyledikleriyle bir yere varması bence olanaksız.

Okan Buruk, Tudor’a maç boyunca kendisine “laf attığı”, sürekli kendisine yönelik bi şeyler söylediği, söylediklerini de anlamayıp rahatsız olduğu için kızmış. Haklı olabilir. Bu rahatsızlığını tabii ki dile getirebilir, “İşine baksın” bile diyebilir ki dedi, ama bu rahatsızlık böyle ifade edilir mi?

“Bu kadar vasıfsız bir insan, Galatasaray kulübesinde duruyorsa gerçekten bundan eski Galatasaraylı olarak utanç duyuyorum… Böyle ikinci sınıf bir hocaların burada çalışması da üzücü” denebilir mi? Bir meslektaşını bu biçimde aşağılayabilir mi? Hoş bana kalırsa “vasıfsızlık” ya da “ikinci sınıflık” aşağılanma sebebi değildir ama Okan Buruk bunu böyle kullandı biliyoruz. Çok ayıp.

Ayrıca eğer Tudor; maç boyunca sana laf attıysa, kulübede rahatsızlık yarattıysa, seni rencide ettiyse, konu, vasıfsızlık filan değil olsa olsa saygısızlık olur. “Maç boyunca saygısızlık etti” dersin, anlarız. Oturur onu konuşuruz. Onu ayıplarız. Vasıfsızlık filan nerden çıkıyor?

Hah esas sıkıntı burada. Vasıfsızlık şuradan çıkıyor. Okan Buruk, Tudor’un maruz kaldığı tepkilerin, Galatasaray taraftarlarının Tudor’la ilgili sıkıntılarının, Tudor üzerine futbol kamuoyunda yapılan eleştirilerin yoğunluğunun rahatlığıyla yapıyor bunu. O yüzden rahat rahat çıkıp “vasıfsız”, “ikinci sınıf”, “Galatasaray’da çalışması üzücü” filan diyebiliyor. Başarısı, tekniği, taktiği sahiplenilen bir teknik direktöre bunu demez, diyemez. İşte burası daha da ayıp.

Ben Tudor’un başarısını görmeyi sırf bu yüzden bile istiyorum artık. Bu kadar üzerine gidilen, hakkında bu kadar olumsuz konuşulan, bu kadar yerden yere vurulan birinin başarılı olmasını istiyorum.

Okan Buruk gibi genç bir teknik direktörün de başarısını izleyeceğimiz uzun yılları olsun istiyorum. Meslektaşlarına saygılı, kendisini iyi ifade ettiği, hiçbir rüzgârı arkasına almadan yaptığı şık açıklamalara dolu bir kariyeri olsun.

Yazının Devamını Oku