Ziraat Türkiye Kupası son 16 turu Fenerbahçe-Ümraniyespor rövanş maçında Fenerbahçeli Skrtel, Ümraniye sporlu Atabey Çiçek’in yüzüne dirsek attı. Hakem önce sarıyı, VAR incelemesinin ardından da kırmızıyı bastı Skrtel’e.
Benim için hikâye bundan sonra başlıyor. Öğrendik ki Atabey Çiçek, Skrtel’in kendisine gönderdiği özür mesajını paylaştı. Şöyle demişti Skrtel:
“Merhaba dostum. Öncelikle maç içinde gerçekleşen olaydan dolayı senden özür dilemek istiyorum. Amacım sana zarar vermek değildi. Sakatlandığını görmekten dolayı çok üzgünüm. Umarım en kısa zamanda iyileşirsin. Sezonun geri kalan kısmında başarılar diliyorum.”
Endüstriyel futbolun her türlü vahşiliğinin arasında içime su serpildi benim. Skrtel’in mesajındaki duygu, beni aldı çok eski bir hikâyenin duygusuna götürdü. Şeref Stadı’nın tıklım tıklım dolu olduğu, her iki takım için de çok önemli bir maçın oynandığı bir ana. Yenilen nefis bir kafa golünün ardından, kaptanın oyuncuları yanına çağırdığı, takımına dönüp golü atan rakip golcü için “Bu çocuk büyük futbolcu olacak, aman dikkat edin, tekme mekme gelmesin,” dediği bir ana. Hakkı Yeten’in yedikleri golün sahibi Galatarasaylı Coşkun Özarı için kurduğu bu şahane cümleye.
Skrtel’in içten, samimi ve sahici bu mesajı kadar bi şahane mesaj da cevap olarak Atabey Çiçek’ten geldi:
“Maç içinde böyle talihsiz pozisyonları her futbolcu yaşıyor ama önemli olan bu yanlışlardan ders çıkartıp yanlışı düzeltmektir. Bize bu şekilde örnek olduğun için ben teşekkür ederim. Umarım Fenerbahçe’yi bu zorlu süreçten kurtarırsınız. Önünüzdeki maçlarda başarılar.”
Özrü kabul ederken nazlanmamak, üste çıkmamak, üstelik tam tersi bunu genç futbolculara örnek alınacak bir tavır olarak karşılamak. Bunun ötesinde zor zamanlar geçiren Fenerbahçe için gerçekten samimi olduğunu hissettiren bir başarı temennisinde bulunmak. Bu sonuncusu beni yine bir Hakkı Yeten hikâyesi duygusuna götürdü:
Fenerbahçe taraftarının üzüntüsünü, sıkıntısını, ağırına giden şeyleri görmemek, bilmemek, anlamamak mümkün değil. Uzatmanın lüzumu yok, bizzat kendimden biliyorum.
Elbette çok üzgün, sıkıntılı ve yorgunuz. Ama “sabrımızın sonuna geldik” filan derken atladığımız bir şey var. Sonuna filan gelmek nere, sabrımızın başındayız daha. Başında olmalıyız. Hem bir taraftar hem de eski bir sporcu olarak neden böyle düşündüğümü anlatmaya çabalayayım:
Şimdi önce şunu kabul etmek gerekiyor. Bir anda, pat diye, kolayca çözülecek gibi değil Fenerbahçe’nin derdi. O ya da bu nedenle bu sıkıntılı günlere gelindi. Nedenini niçinini konuşuruz, konuşuluyor zaten, benim toplar değil onlar. Yönetim filan bilmem ben, şucu bucu filan olmadığım, o sularda yüzmediğim bunca yıldır anlaşılmıştır zaten.
Benim acil meselem şu; kimsenin elinde sihirli değnek yok, boyacı küpü değil bu, bir anda düzelmesi mümkün değil. Bunu kavramak gerekiyor. O yüzden ısrarla, döne döne “biraz sabır” diyorum. Biraz sabır. Görüyoruz ki herkes elinden geleni yapmaya çalışıyor. Hoca çabalıyor. Sizin gördüğünüzü yönetim de görüyor müsaadenizle.
Sporun içinden gelenlerin aşina oldukları bir kavram vardır: Süreç. “Sürece bırakmak” demek değildir bu. Tam tersine işlemesi gereken mekanizmaların zaman içinde yapılan çalışmalarla oturacağı fikridir. Ki takımın başında mekanizma uzmanı bir hoca var. İzin verin. İzin verin de Türkiye futbolunu bilim ve istatistikle tanıştıran Ersun Hoca işine bakabilsin.
Bi bırakalım da Ersun Hoca çalışsın. Kendi öncülüğünde memleket futboluna giren bilgisayarla maç analiz programlarını, antrenman ve maçlarda futbolcuların fiziksel olarak ne kadar enerji sarf ettiklerini, ne kadar mesafe kat ettiklerini ölçen sistemi, dayanıklılık ve kuvveti geliştirmeyi odağa alan antrenman programlarını bi uygulasın.
İsokinetik testler, kuvvet antrenmanları, futbolcuların zayıf kaslarının tespit edildiği yöntemler, taktik çalışmalarda pozisyon tespitleri için drone görüntüleri kullanmak, altyapı oyuncularını bu bilimselliğin içine dâhil etmek, spor psikologlarından destek almak için zamana ihtiyacı var. İkili mücadeleye giren, çoğunu kazanan, kuvvetli, enerjisi düşmek bir yana maç sonuna kadar giderek artan, baskı yapan, karşı takıma nefes aldırmayan, hücum eden, gol atan, minimum sakatlık yaşayan, ideal kilosunda, sağlıklı futbolculardan oluşan bir takım için de.
Bunlar kolay işler değil. Hastanın başına üşüşüp felaket senaryoları yazmak, tepesinde vahlanmak, bi de üstüne hastaneye gizlice zeytinyağlı sarma sokup hastaya yedirmeye çalışmak yerine bi duralım da uzmanı müdahale etsin. Bi açılalım hasta nefes alsın.
Kadın sporcularımızın bu muazzam başarıların arkasında duran adamı Giovanni Guidetti’yi anlatmaya çalışsın.
2008 yılından bugüne VakıfBank’ın hocası olan Guidetti, 1972’de İtalya’nın Modena şehrinde doğar. Antrenör olarak ilk deneyimini yaşadığında henüz 22 yaşındadır. Volley 2000 Spezzano takımında 1997 yılında İtalya’nın en üst ligine çıkma başarısı gösterir. Üstelik o yıl İtalya’da “Yılın Antrenörü” seçilir. 1997-2000 yılları arasında İtalya Milli Takımı’nda yardımcı antrenörlük yapar ve 2000 Sydney Olimpiyat Oyunları’na katılır.
Olimpiyatların ardından bir yıla yakın bir süre Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışır sonra tekrar İtalya’ya döner. Vicenza, Reggio Emilia, Modena ve Chieri takımlarında baş antrenörlük yapar. Başında bulunduğu Chieri 2005 yılında Top Temas Cup Şampiyonu olur.
2003 Avrupa Şampiyonası’nda Bulgaristan Milli Takımı’nın başındadır. 2006-2014 yılları arasında Almanya Milli Takımı’nı çalıştırır. Almanya Mili Takımı ile 2009 World Grand Prix Üçüncülüğü, 2011 ve 2013 Avrupa Şampiyonası İkinciliği, 2013 Avrupa Ligi Şampiyonluğu kazanır. Hollanda Milli Takımı ile 2015 Avrupa Şampiyonası İkinciliği, 2015 World Grand Pirx 2. Grup Şampiyonluğu ve 2016 Olimpiyat Oyunları Dördüncülüğü yaşar.
Vakıfbank’taki hikâyesi ki yaşananlara destan demekte zerre beis görmüyorum şu şekildedir: 2017 ve 2013 Dünya Kulüpler Şampiyonası, 2011, 2013, 2017 ve 2018 Avrupa Şampiyonlar Ligi, 2013, 2014 ve 2016, 2018 Türkiye Ligi, 2013 ve 2014 Türkiye Kupası ile 2013 ve 2014 Türkiye Süper Kupası şampiyonlukları. 2011 Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda İkincilik, 2014 ve 2016 Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde İkincilik ve 2015 Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde de Üçüncülük.
Basketbolda Obradovic, voleybolda Guidetti, insana “Bir sırları olmalı bu adamların” dedirten spor insanları. “Nasıl başarıyorlar? Nasıl yapıyorlar” dedirten hocalar. Sırları ne?
Ben Guidetti’nin sırrını geçen sene bu vakitler Serkan Ünlü’ye verdiği röportajında buldum. Sizden esirgeyecek değilim herhalde:
Giovanni Guidetti’ye göre Türkiye’deki en büyük sorun -elbette şaşırmayacaksınız- altyapıda. “Türkiye’de voleybol altyapısında ciddi bir sorun var: Kazanma dürtüsü! Bu özellikle koçlarda o kadar yüksek ki, turnuva kazanmayı oyuncu yetiştirmeye tercih ediyorlar. Türkiye’deki kazanma takıntısı, oyuncu gelişimini etkiliyor. Altyapıda hedef, kazanacak oyuncu değildir. Gelişecek, A takıma kazandıracak oyuncu yetiştirmektir ki A takım kazansın, Milli Takım kazansın” diyor.
“Fenerbahçe’nin başarısız olduğu bazı sezonlarda, başarısızlığa gerekçe olarak bi sürü haklı neden sayılabilir. Koca koca haklı bi sürü neden. Ama aynı biçimde, bazen, tek bir bahane bulamazsın başarısızlığına. Tek laf edemezsin. Öyle mükemmeldir her şey. Yapılabilecek her şey yapılmış, paraydı puldu bol bol harcanmış, hiperaktif bir transfer sezonu geçirilmiştir. Ölçülmüş biçilmiştir. Fakat Fenerbahçe’de işler yine de yolunda gitmeyebilir. Ne yaparsan gitmeyebilir. Gerçekten çok acayiptir. Hayat gibi.
‘Fenerbahçe’ye duyulan aşk, tek taraflı aşktır’ derdi babam. ‘Karşılık beklemeyeceksin, olduğu gibi kabul edeceksin.’ Öyle. Taraftarının ağzını bi türlü kulaklarına vardırmayan, şöyle dolu dolu, şöyle ağız dolusu güldürmeyen bir takımdır Fenerbahçe. Çok güldük çok ağlayacağız takımıdır. İki güldün mü üçüncü de muhakkak ağlatır. Sıkmaya gelmez, biraz rahat bırakılmak ister. Öldürmez, çok hümanist takımdır, süründürür. Yapısal. Hamuru böyle. Olma biçimi bu. Hayat gibi.
(…) Özellikle böyle yenilgilerde, böyle “zayıf takım” olarak görülen takımlarla yapılan maçlarda alınan yenilgilerde, Fenerbahçe’de sıkıntı çok büyük yaşanır. Moraller daha çabuk bozulur. İşler olduğundan daha kötü gidiyormuş gibi hissedilir. Bi de üstüne futbol uleması ‘Hadise olsa da nimet bilsek’ diye pusuda beklemektedir.
Tam burada biraz sakin kalınabilse, acık serin durulabilse, bi miktar moralli olunabilse akar gider esasında. Elbette metafizik bi şeyden söz etmiyorum. Elbette teknik taktik meselelerin bu biçimde çözülmediğini biliyorum. Ama bi sürü sıkıntı devre dışı bırakılır böyle yaparak. Biraz sakin olarak. Ortalığı velveleye verince Van Persie’ye bi haller olmuyor işte, dört gol atıp, iki de attırmıyor. Bu telaşta, bu sabırsızlıkta, bu olumsuzlukta sadece sansasyondan beslenenlerin karnı doyuyor. Başka da bi şey olmuyor. Çünkü o filmde dediği gibi, hayat futbola fena halde benzer.
Ama tabii futbol endüstrisi rahat komaz di mi. Acayip paraların döndüğü bi yerde ‘Acık sakin olalım’la işler yürümez he mi. Çok safım di mi. O zaman siz bildiğiniz gibi yapın. Elinizden geleni ardınıza komayın. Sakin olmayın, akıp gitmesine izin vermeyin, sağa sola dalaşın. Ama bilin ki, siz ne yaparsanız yapın Fenerbahçe bildiğini okuyacaktır. Hayat gibi. Çünkü hayat Fenerbahçe’ye fena halde benzer.”
Bu yazdıklarıma ek olarak bugün gelinen duruma filan bakınca bir de şunu anladım: Fenerbahçe’yle ilişki kurmak çocuk yetiştirmek gibidir. Kitabi bilgilerin, ezberlerin, basmakalıp davranışların bazen hiçbir karşılığı olmayabilir. Bazen sadece alan açmak, rahat bırakmak, sabırla beklemek gerekebilir. Israr edersen hata yaptırır, yanlış karar aldırır, bazen çaresiz bırakır. Ezbere yetiştirmeye kalktığın çocuk gibi.
Ayrıca endüstriyel futbol kurallarının, paranın pulun, hesabın kitabın esamesinin okunmadığı zamanlar vardır. Çünkü endüstriyel futbol ne yaparsa yapsın özünde futbol, atar damarının insan olduğu bir oyundur. İnsan malzemesi gelir senin bütün hesaplarını altüst ediverir. Anlamadan dinlemeden büyütmeye çalıştığın çocuk gibi. Bu da böyle çıldırtan bir dengedir işte.
Bir Fenerbahçeli olarak ben sakin olmayı seçiyorum. Bu günler elbet gelip geçer diyorum. Çünkü Hasan Hüseyin Korkmazgil’in enfes şiirinden beri şunu çok iyi biliyorum:
Gerçekten takım o kadar güzeldi ki; hocası, taraftarı, oyuncusu hepsi birden o kadar güzeldi ki, sosyal medyada bi yerlerde kendimi tutamamış “Dünyanın en güzel basketbol takımı yemin ediyorum” demiştim.
Sonra da sıklıkla kullanmaya devam etmiş, zaman içinde “Dünyanın en güzel basketbol takımı” lakabının takımın üstüne yapıştığını, kullanılan bir cümle, bi tanımlama, bi yakıştırma olduğunu görmüş, çok sevinmiştim.
Geçen gün baktım ki Fenerbahçe Spor Kulübü de sosyal medya üzerinden basketbol takımını kutlarken bu lakabı kullanmış. Babam görse ne biçim sevinirdi.
Vatman Hasan ve Mevlüt de bu takımın güzelliğini görseler ne biçim sevinirlerdi kim bilir. Obradovic’i tanısalar. Dünyanın en güzel basketbol takımının bugünkü güzelliğini görseler. Kim olduklarını ve hikâyelerini Türkiye spor tarihinin babası ve Fenerbahçe Basketbol Şubesi kurucularından Cem Atabeyoğlu’nun anlattıklarından bildiğim biçimiyle anlatayım.
Vatman Hasan ve Mevlüt, basketbol lig maçlarının İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu salonunda oynandığı yıllarda, Fenerbahçe Basketbol takımının ilk seyircilerindendir. Ama öyle akılla fikirle sakin sakin bi seyircilik değil. Düpedüz aşkla. Fenerbahçe aşkıyla.
Vatman Hasan İETT’de tramvay vatmanıdır. Bir gün Beyazıt’tan geçerken, taksi şoförü bir arkadaşı tramvaya yanaşır, camı açar, görev başındaki bir aşığa asla kurulmayacak bir cümle kurar:
“Hasan! Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum!”
Vatman Hasan’ın Fenerbahçe aşkında tereddüde pek yer yoktur:
Ama bu yazının konusu Erkan Sözeri’nin başarısı değil, nasıl bir spor insanı olduğu üzerine olsun. Başarı dediğimiz çok tartışmalı bir kavram çünkü. Her yolu mubah sayarak kazanılan “şey” başarı değil çünkü. Öyle başarılı teknik direktör çok çünkü. Benim meselem bir hocanın gerçek başarıyı elde ederken yaptıklarında. Ve elbette yapmadıklarında.
Geçtiğimiz haftalarda bir akşam, Erkan Hoca’nın katıldığı bir televizyon programına denk geldim. Uzun uzun konuştu. İki saat daha konuşsa iki saat daha dinlerdim. Bilginin tevazuuyla harmanlandığı, duymaktan yıldığımız futbol klişelerinden fersah fersah uzak, akıl dolu ama futbolun duygusunu da asla dışlamayan nefis bir konuşmaydı.
Konuşmada en çok “Gençlerbirliği, Süper Lig’e ait bir takım. Ama bunu söylerken asla ‘biz 1. lige fazlayız’ gibi bir şey demek istemiyorum” dediği yere takıldım. Israrla altını çizdi, döndü döndü söyledi bunu. Varmak istediği hedefe doğru giderken bulunduğu yerdeki kimseyi incitmeme hassasiyeti. Çok önemli, çok kıymetli.
Erkan Sözeri, futbolun çeşitli sorunlarını kendine dert edinmiş bir teknik direktör. Kulüplerin hesapsız kitapsız harcamaları, transfer sorunları, borç batakları üzerine kafa yoruyor, düşünüyor, konuşuyor. Altyapı, üzerinde en çok durduğu konulardan biri. “Altyapıda devrim yapılmalı” diyor. Bunu söylerken, sadece yatırım şu bu gibi teknik meselelerden söz etmiyor. Altyapı hocalarının kendilerine emanet edilen genç futbolculara nasıl yaklaşmaları gerektiğine kadar derinleştiriyor konuyu.
BirGün gazetesine verdiği röportajda “Görev yaptığım bir kulübün altyapısında bir çalışmayı izlemeye gitmiştim. Antrenörlerden birisi on yaşındaki bir çocuğa ‘Getir lan o topu!’ diye bağırdı. Çocuk topu almaya giderken bir kez daha bağırdı: ‘Oğlum çabuk getirsene lan!’ Altyapının başındaki hocaya dedim ki: ‘Bakın, siz sadece bir oyuncu yetiştirmiyorsunuz, topluma bir insan hazırlıyorsunuz. Şimdi bir hoca olarak o çocuğa öyle hitap ederseniz, o çocuktan sosyal olarak bir şey beklemeyin. O çocuk, ileride futbolcu olur ya da olmaz, ama yarın büyüdüğünde belki garson, belki muhasebeci, belki de bir şirket yöneticisi olacak. Sizin o davranışınız da sonraki hayatını mutlaka etkileyecek’” dediğini okumuştum.
İyilikle bir derdi var Erkan Sözeri Hoca’nın. Okuduğum o röportaj “Arkadaşınıza, rakibinize iyi davranacaksınız, saygı göstereceksiniz,” diye bitiyordu. Memleket futbolunu kurtaracak cümle bu bence. Tane tane bir daha yazayım, siz de tane tane bir daha okuyun: “Arkadaşınıza, rakibinize iyi davranacaksınız, saygı göstereceksiniz.” Herhangi bir örnek vermeyeceğim, bir yere bağlamayacağım, ayrıntıya girmeyeceğim. Gün gibi ortada zaten kastım.
Gençlerbirliği’nin yolu kendisine çok yakışan, kulübün gelecek günlerine yön verebilecek, çok kıymetli bir hocayla kesişmiş.
Birlikte yürüdükleri yol çok açık olsun.
“Bıktık usandık futbolcuları boğaz boğaza getiren, taraftarlara bıçak çektiren nefreti pompalayanlara ‘Yeter yapmayın bunu’ demekten. Yöneticilere, spor insanlarına, yorumculara, futbolculara, onaaa bunaaa, herkese ‘Sağduyulu açıklamalar yapın; şiddeti, düşmanlığı, nefreti pompalamayın’ diye yalvarmaktan,” diye eklemiştim.
Ama en çok “ama” diyenlere takılmıştım: “Bıktık, ‘ama’ demeyin demekten! Böyle bir şeyden sonra ‘ama’ ne demek Allah aşkına? ‘Ama’ ne demek! Bir otobüs dolusu futbolcunun canına kast edilmiş, hâlâ nasıl ‘ama’ diyebiliyorsunuz? Ama Fenerbahçe, ama Aziz Yıldırım, ama Volkan, ama Emre! ‘Fenerbahçe otobüsüne ateş açılmış, şoför vurulmuş, kontrol kaybedilse şarampole yuvarlanacakmış otobüs’ diyorsun ‘ama’ diyorlar. Bu işin ‘ama’sı mı olur, bu işin rengi, takımı, başkanı, kalecisi, golcüsü mü olur, delirdiniz mi?’ diyorsun, bu seferde ‘Fenerbahçe de çok şey ama’ diyorlar. ‘Ama’yı sona alınca bi şey değişiyor çünkü!” diye delirmiştim.
Şimdi yine “Aması maması yok” diye isyan ettiğim bir gündemle karşınızdayım. Gözümüzle gördük işte U21 Ligi’nde Atiker Konyaspor ve Beşiktaş arasında oynanan maçta olan rezaleti. Ayrıntısına girmek istemiyorum, gerçekten içim kaldırmıyor. Benim daha çok takıldığım Atiker Konyaspor’un “Karşılaşmanın sonunda istenmeyen ve kesinlikle tasvip etmediğimiz olaylar yaşanmıştır. Çeşitli kaynaklardan yaptığımız araştırma ve değerlendirmeler sonucunda, olayların başlangıcının müsabakanın 76. dakikasında oyundan atılan Beşiktaş U21 Teknik Sorumlusu Yasin Sülün’ün hakeme, güvenlik görevlilerine ve seyircilere yaptığı tahrik dolu hareketler olduğu anlaşılmıştır” biçimindeki açıklaması.
“Saldırı olmuştur AMA sorun bakalım niye olmuştur” diyorlar yani. Bu cümlenin “Görev başındaki hekimi bi güzel dövdüm AMA o da şunu yaptı” cümlesinden zerre farkı yoktur. İki satır sonra “Olayların nereden, nasıl çıktığına, kimin tahrik ettiğine bakmaksızın, sonuçlarının kabul edilemez olduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız” diyorlar. E o zaman bu “ama” niye? Neden bu berbat olayları Yasin Sülün başlattı vurgusu? “Ama” demeden olmuyor mu? “Ama” demeden kabul edilemez bir şeyle karşı karşıya olamıyor muyuz?
Bu arada hatırlarsınız, olayların tek sorumlusu olarak gösterilen Yasin Hoca, bir Beşiktaş-Kayseri Erciyesspor U19 maçında Beşiktaş lehine verilen penaltı kararının haksız olduğunu düşündüğü için öğrencisi Eslem Öztürk’ten atışı gole çevirmemesini istemiş, Eslem de topu rakip kalecinin kucağına yuvarlamıştı. Aynı Yasin Hoca, Fenerbahçe U21 takımıyla oynadıkları bir maçta, oyuncu değiştirme hakkı dolan rakip takımın futbolcusu sakatlanıp oyun dışı kalınca kendi takımını da bir kişi eksiltmiş, maç onar oyuncuyla tamamlanmıştı. Bence bu iki örnekten hiç kimse bi şey öğrenmediyse bile altyapıdaki o pırıl pırıl gençler, futbolun böyle de oynandığını, kazanmanın her şey demek olmadığını ve Yasin Hoca’nın dediği gibi hiçbir galibiyetin bir gencin geleceğinden daha önemli olmadığını öğrenmişlerdi.
Ben Yasin Sülün’ün avukatı değilim, onun emeklerinin kıymetini biçmek filan da haddime değil. Bilemem Yasin Hoca’nın hangi tavırlarını tahrik olarak gördüklerini ya da orada tam olarak ne olduğunu. Gençlerin geleceğini, spor ahlâkını, centilmenliği bu kadar önemseyen birinin böyle olmasını asla istemeyeceğini tahmin edebilirim sadece. Zaten demem de o değil, velev ki tahrik var, kalkıp gençlere ağız burun dalma hakkı mı veriyor bu size?
Hâsılı bütün bu “ama”lar, bu olaylar, bu açıklamalar unutulur gider. AMA genç futbolcular “Vur kır parçala” bağırtıları eşliğinde yaşadıklarını unutmaz. Bu kadar kolay kıydığınız, taraftarı, hocası, bilmem nesi tekme tokat saldırabildiğiniz bu gençler; kısa bir süre sonra ulusal takımlarda oynayacak olan, ülkenin gelecek kuşağının futbolcu adayları. Elinizde büyüyorlar. Ve elinizdekiler transfer nesnesi değil insan insan. Elinizdekiler emanet. Elinizdekiler öğrenci.
Bu şiddete kim izin verirse, gençleri böyle bir durumun ortasında kim bırakırsa, kim engel olmaz, ses çıkarmaz, gereğini yapmazsa vebali çok büyük olur.
“Sahi mi Metin, bu son mu?”
Herhalde spor basını tarihinde; bir futbolcunun vazgeçilmezliğini, memleket futbolunda kapladığı yeri, taraflı-tarafsız-karşı taraflı herkes tarafından nasıl sevildiğini, onsuz artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını böyle şahane anlatan manşet azdır.
Bu manşetin ertesi günü, tarih 23 Ağustos 1969’dur. Hep aktarıldığı biçimiyle Metin Oktay jübilesini Fenerbahçe’yle oynayacakları bir maçla yapmak ister. Fenerbahçeliler de onu dünya gözüyle, bir kez olsun, bari jübilesinde çubukluyla görmek istediklerini söylerler.
Eşref Aydın’ın “Fenerbahçe kulübü ve taraftarı her zaman sana hayrandı. On dakikalığına da olsa Fenerbahçe formasını giyer misin?” diye sorduğu, Metin Oktay’ın da “Şeref duyarım” dediği anlatılır.