Elif Çongur

Aşktan da üstün

17 Temmuz 2019
Elif Çongur yazdı...

Yetmişlerde doğanların büyürken Adile Naşit’le karşılaşmaları kadar şahane bir hadise varsa o da denk geldikleri büyük sporculardır. Hatta çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz, bizim kuşak kadar çok efsane sporcu izleme şansı başka hiçbir kuşağa nasip olmamıştır.

Ben Nadia Comenaci’nin Montreal’de jüri üyelerinin ve dünya spor kamuoyunun aklını aldığı günlerde doğmuşum. Onu sayamadığımdan ilk olimpiyatım 1980 Moskova’ydı. Dört yaşındaydım. Steve Ovett ve Sebastian Coe diye iki isim duydum, sonra ömrüm hep efsane sporcuların ismini ezber ederek geçti.
O günden bugüne ezberim sürüyor. Ne şans. Ne güzel denk geliş. Nasıl bir mucize bir sporsever için. Marita Koch’u gördü bu gözler. Carl Lewis’i, Edwin Moses’ı, Olga Nazarova’yı. Dünya gözüyle Drazen Petrovic’i izlemiş bir kuşaktanım ben, daha nasıl anlatılır?

Efsaneler listesi o kadar uzun, o kadar şahane ki. Üzerinde hiç düşünmeden bir çırpıda sayabildiklerim bunlar. Bunun beş katı kadar bir ismi de atlıyorumdur:
Sokrates, Ecaterina Szabo, Jane Torvill- Christopher Dean, Butragueno, Boris Becker, Careca, John McEnroe, Sergei Bubka, Maradona, Kristin Otto, Stefan Edberg, Paolo Maldini, Naim Süleymanoğlu, Valerios Leonidis, Katerina Witt, Gary Lineker, Ivan Lendl, Romario, Ekaterina Gordeeva-Sergei Grinkov, Martina Navratilova, Rudi Völler, Lotar Matthaus, Enzo Schifo, Natalia Bestemianova- Andrei Bukin, George Best, Roberto Baggio, Micheal Johnson, Pierre Littbarski, Gabriela Sabatini, Micheal Jordan, Zinedine Zidane, Haile Gebrselassie, Ayrton Senna, Arvydas Sabonis, Rinat Dasaev, Karl Malone, Andre Agassi, Magic Johnson, Steffi Graf, Larry Bird, Franz Beckenbauer, Toni Schumacher, Marco van Basten, Metin-Ali-Feyyaz, Michael, Schumacher, Alexei Yagudin, Hicham El Guerrouj, George Hagi, Fabio Cannavaro, Ronaldo, Micheal Pleps, Usain Bolt, Tyson Gay, Kobe Bryant, Ronaldinho, Wayne Rooney, Messi, Yelena Isinbeyeva, Roger Federer, Cristiano Ronaldo, Rafael Nadal, Buffon, Novak Djokovic, Neuer, Neymar, Ada Hegerberg, Alex Morgan, Kante, Hazard, Griezmann…
Bu efsanelerin üçünü; Rafael Nadal, Roger Federer ve son şampiyon Novak Djokovic’i konuşuyoruz bu hafta. Wimbledon’un hem finalinde hem yarı finalinde yaptıklarını. Hem akıl dışı performanslarını hem sporculuklarını. Ben daha çok sporculuklarındayım. Diğeri zaten cepte.

2017 Avustralya Açık Tenis Turnuvası finalinde, tenis sporunun zirve maçlarından biri olan o acayip finalde kupayı kaybeden Nadal, ödül töreninde çıkıp “Buraya gelebilmek için çok mücadele ettim, çok savaştım. Ama Roger benden biraz daha fazla hak etti,” demiş önce elindeki tabak biçimindeki ödüle, sonra Federer’e verilecek görkemli kupaya bakarak “Gözüm esasında bundaydı” demişti. Yenilgiyi böyle bir güler yüzlü özgüvenle taşımış, rakibine saygıyı eksik etmemişti. Konuşma sırası gelen Federer de yüzünü seyirciye değil Nadal’a dönüp “Tenis zor spor. Beraberlik yok. Eğer böyle bir şey olsaydı Nadal ile kupayı paylaşırdım. Bu gece beraberlik olsa ben bunu kabul ederdim. Zor bir rakip vardı: Rafael Nadal” demişti.” Bence maçtan daha görkemliydi ödül töreni.

Yazının Devamını Oku

Kazım Kazım…

25 Haziran 2019
Elif Çongur yazdı...

Kazım Koyuncu’suz geçirdiğimiz on dördüncü yıldayız. Şöyle de kurulabilir bu cümle: On dört yıldır bir tek günü bile onsuz geçirmedik.

Onu anmadan, şarkılarını dinlemeden, türkülerine eşlik etmeden tek bir gün geçirmedik. Tek bir gün. Ölümsüzlük başka ne olabilir.

Dinmeyen ve Zuğaşi Berepe gruplarıyla başladı aşkımız. “Va Mişkunan” ve “İgzas” albümleriyle aklımızı çeldi. Aklımız aldı. Aklımızı çaldı. Bir daha da geri vermedi. Sadece müziği değildi mesele insanlığından sebepti ona aşkımız.

Sonra yalnız yürüdü. Önce “Viya” albümü çıktı ne yapacağımız şaşırdık. “Gülbeyaz” dizisine hem müziğiyle can verdi, hem bizi oyuncu Kazım Koyuncu’yla tanıştırdı. Sonra “Sultan Makamı”. O dizinin de can suyuydu besteleri.

Biz onu severken arkada tulum vardı, kemençe vardı, kaval vardı. Yanına elektrogitar koydu. Davul ekledi. Yerelden çıkarak evrenseli kucaklayan şarkılarına çok fena vurulduk. 2004 yılında çıkan ikinci albümü Hayde’yi bi dinledik bi daha yerimize oturamadık. Türkçe Lazca, Gürcüce, Hemşince, Megrelce yan yanaydı. Biz en güzel horonu Kazım’la teptik.

“Hayde” albümüyle konserden konsere koştu. Sonra Fuat Saka, Volkan Konak ve Bayar Şahin’le birlikte “Hey Gidi Karadeniz” konserleri başladı. Aşkın en güzel yerinde Aralık 2004’te o lanet haberi aldık. Biz yıkıldık, o dik oynadı.

İnancını hiç kaybetmedi, müziğinden ve direncinden vazgeçmedi. Ağır tedavi koşulları altında “Ha Kanser Ha Konser” dedi, Şubat 2005’teki konserinde sahnede öyle bir dev vardı ki bir an için hasta olduğunu unuttuk.

Nisan ayına geldiğimizde hastalık gözümüze gözüme sokuyordu kendini. Zayıflamıştı çok, tedavi yorucuydu ama kalktı Trabzon Gazeteciler Cemiyeti'nin ödülünü almak için Trabzon'a gitti. Bitkindi ama ayaktaydı.

Yazının Devamını Oku

Esmiyor

29 Mayıs 2019
Uzun lig maratonu klişesi sanıyorum en sevdiğim futbol klişelerinden biri. Çünkü niye. Çünkü uzun. Maalesef uzun lig maratonu sona erdi ve “transfer sezonu” denen acayip zaman diliminin başladı.

Evvelce ve tekrarla söylediğim gibi transfer sezonu denen tuhaf aralıkta futbolla belli bir mesafeden ilgilenen insanlar için gerçeklerle bütün bağlar kopar. Ne doğru, ne yanlış asla bilemezsin. Kim geliyor, kim kalıyor, kim gidiyor asla emin olamazsın. Hem inanmak istersin hem de bilirsin ki yok öyle bir şey. Bu zaten bir ön kabuldür: Transfer sezonunda her şey olabilir ve bu çoğu kez, hiçbir şey olmayacağı anlamına gelir.

Artık yöneticiler, menajerler ve spor basınından oluşan üçgendesindir. O üçgenin iç açılarını ne kadar toplarsan topla spor basınına çıkar. Sen de taraftar olarak transfer sezonunda o üçgenin hipotenüsüne yapışır kalırsın. Başka da şansın yoktur zaten. Yönetici tanıdığın, futbolcu arkadaşın, menajer ahbabın filan yoksa tabii. Şahsımın yok. 

Lig başlasa da transfer haberleriyle aramızdaki bu ikili delilik sona erse diye şimdiden söylenmeye başlayan biri olarak Fenerbahçe taraftarının sevgilisi Toni Schumacher’in Ve Maç Başlıyor (Türkçesi: Affan Kayalıoğlu, Dönemli Yayıncılık, 1987) kitabında vaktiyle anlattıkları geldi aklıma. Size de aktarayım. Çünkü niye aktarmayayım.

“Basının etkisi ve gücü gerçekten korkutucu boyutlarda” demişti Schumacher tee ne zaman. “İnanılmaz ama gerçek” diye de devam etmişti: “Eğer basın kafasına koyarsa bir futbolcuyu milli takıma sokabilir ya da tam tersi hayatını söndürebilir. 1980 Avrupa Kupası öncesi ben bunu yaşadım. Haklı ya da haksız olarsak basın tarafından yüceltildim ve Jupp Derwall’e zorla kabul ettirildim. 1986 Eylülünde ise madalyonun öteki yüzünü gördüm: ‘Schumacher’in sonu’, ‘Schumacher krizde’, ‘Immel’e şans verin’… Bunları okumak benim için kolay değildi. Aynı şekilde mili takım çalıştırıcımız için de.”

Başka bir örnek de basının beklentilerinin yarattığı korkuya örnek vermişti: “Büyük yetenek Bernd Schuster, milli takıma geri dönmüyordu. Nedeni de gazetecilerden korkusuydu: ‘Ya kötü başlarsam’ diyordu emin olmadan. ‘O zaman beni şimdi göklere çıkaran basın, yerin dibine geçiriverir…”

Schumacher, bu kadar can sıkıcı örnekten sonra iyi örnekleri de vermiş, “Sevindirici oranda iyi gazeteciler de var” demişti. “Bu insanların ön planda futbolu ve futbolcuları eleştirmek hakları. Bu branşın akbabaları gibi ezip geçmeyi düşünmüyorlar. Golf olsun, tenis olsun, atletizm olsun her konuda yaptıkları yorumlar inandırıcı. Kritize etmiyorlar mı? Etmez olurlar mı? Hem de nasıl. Ama yaralayıcı ve aşağılayıcı değil…”

Konuya ilişkin son ifadelerinden biri “Oyuncular ve gazeteciler göz göze, dürüst ve açık tartışmalı. Kendisi yokken bir oyuncuyu rezil eden programlardan tiksiniyorum”du Schumacher’in.

Meslekleri hakkında düşünen konuşan akıl yürüten futbolcular. Mesleğinin en temel gereğinin doğru bilgi vermek olduğunu düşünen bir spor basını. Masallar masallar.

Yazının Devamını Oku

Anka’nın Yükselişi

14 Mayıs 2019
1923 yılında, Atatürk Lisesi olarak bildiğimiz Ankara Sultanisi’nin bir grup öğrencisi, beden eğitimi öğretmenlerinin kurduğu takımı beğenmeyip bir futbol kulübü kurmak isterler. Sonra bir biçimde buzlar erir, öğrenciler öğretmenleriyle birlikte kurmaya karar verir ve kurarlar Ankara’nın göz bebeği Gençlerbirliği’ni.

Derler ki Karaoğlanoğlu Hanı’ndaki kumaşçılarda başka renk kumaş olmadığından kırmızı-siyahı seçer gençler. Bir rivayet de renklerin Ankara gelinciğinin kırmızı ve siyahından geldiği üzerinedir. Öyle de güzel, böyle de güzel.

Yıllar içinde yarattığı tribün kültürüyle, taraftarıyla, duruşuyla Türkiye futbolunda bir ekol olur Gençlerbirliği. Taraftarlık fikri üzerine büyük katkı yapan bir taraftarı, bambaşka bir tribünü olur. Şehrin futbol hayatında çok büyük yer kaplar.

1987-88 sezonunda bir alt lige düşer, bir sene sonra 1988-89 sezonunda şampiyon olarak tekrar döner. 1989-90 sezonundan beri aralıksız olarak Süper Lig’de oynayan Gençlerbirliği, geçen sene, 29 sene sonra, İlhan Cavcav sezonunda, İlhan Cavcav’ın kaybının ardından lige veda eder.

Ankara için, Ankaralı futbolseverler için ve en çok da kendine has tribün kültürünü yaratan ve yaşayan taraftarı için çok zor olur bunu kabullenmek. Gençlerbirliği Taraftar Grubu KaraKızıl bundan tam bir sene önce lige vedanın ardından sosyal medyadan “Çaktırmıyoruz. Ama içimiz yanıyor,” diye ifade eder üzüntülerini. Şimdi sevinme zamanı.

Çünkü Gençlerbirliği, küllerinden yeniden doğup sonsuza kadar yaşayan Anka Kuşu gibi geri döndü yine.

Çünkü bazen düşmek gerekiyor kalkmak için. Çünkü bazen ayağını dibe vurmadan çıkamıyorsun yüzeye. Çünkü bazen yanınca küllerinden yeniden doğuyorsun.

Emeği geçen kimseyi atlamadan Anka’nın yükselişini kutlamak istiyorum ben de: Ligin ilk yarısında 41 gibi rekor bir puanla devreyi lider bitiren Erkan Sözeri Hoca’yı, takımı ondan devralan İbrahim Üzülmez Hoca’yı, futbolcuları, taraftarı, teknik ekibi, kulüp personelini, doktoru, şoförü, çaycıyı, malzemeciyi, çimleri sulayanı, yemeği yapanı, herkesi herkesi.

Hoş geldin Anka Kuşu. Hoş geldin Gençlerbirliği. Ankara’nın kırmızı kara gelinciği.

Yazının Devamını Oku

Elveda Josef

1 Mayıs 2019
Josef Sural. Günümüzde Çekya ve Slovakya olarak ikiye ayrılmış, bir zamanların Çekoslovakya’sında 30 Mayıs 1990’da doğar.

29 yaşında, iki kız babası gencecik bir futbolcu.

2008 yılında Zbrojovka Brno takımında başlayan profesyonel futbol kariyeri Slovan Liberec ve Sparta Prag’ta devam eder. En uzun süre oynadığı Slovan Liberec takımında bir kez lig şampiyonluğu yaşar. Milli takım forması da giyer. Hatta 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Türkiye’ye karşı forma giyer. Bu yılın Ocak ayında Aytemiz Alanyaspor’a transfer olur.

Şimdi dönüp geçmişine, şimdi dönüp açıklamalarına, şimdi dönüp fotoğraflarına bakma zamanı. Josef Sural için yarın yok artık çünkü. Kayserispor deplasmanından dönen Alanyasporlu futbolcuları taşıyan minibüsün yaptığı kazadan sağ çıkamadı. O berbat cümleyle söylersek “tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.”

Alanyaspor’la sözleşme imzaladıktan sonra yaptığı açıklamada “Alanya, ailemle yaşayabileceğim bir yer. Burada futbol oynamanın ve yaşamanın ne kadar güzel olabileceğini düşündüğüm için Alanyaspor'u tercih ettim” demiş. Umarım gencecik ömrünün son ev sahibinde ailenle birlikte güzel günlerin geçmiştir Josef.

Dönüp fotoğraflarına bakıyorum. Büyük kızı Vanessa’yla Alanya sokaklarında geziyorlar. Küçük kızını yeni kucağına almış. Daha üç ay önce. “Eşimle ikinci kez hayatımızın en güzel anını yaşıyoruz. Şimdi ikinci kızımız Melissa Denise’le. Aileye hoş geldin küçük prenses” yazmış.

Kendisi de tam bir ay sonra 30. yaşını kutlayacaktı. Akdeniz’e bakarak.

Elveda Josef. Keşke böyle olmasaydı gidişin. Seni böyle uğurlamasaydık. Bütün golleri kaçırıp, kulüple kavga edip, ne bileyim takımla birbirinize girerek filan olsaydı. Bütün o goller kaçsaydı da sen kalsaydın. Ya da önümüzdeki sezon iki kızınla güle oynaya geri dönseydin.

Alanya Kalesi’nden Alanya’ya her bakışımızda aklımızda olacaksın. Öyle kolay değil memleketinden uzaklarda ölüp unutulmak. Akdeniz seni aklında tutacak.

Yazının Devamını Oku

Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler

17 Nisan 2019
Fenerbahçe Marşı’nın “Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler…” dizesindeki yaşayan son efsane Can Bartu’ya veda ettik.

Can Bartu’nun ardından yazılacak her şey yazıldı, tam yazılamaz. Anlatılacak her şey anlatıldı, tam anlatılamaz. Ne yapsak hakkıyla yapamayacağımız şeyler bunlar. Efsanelerle vedalaşmak. Ben bugün onları kısa kısa anayım, sonra ne yazsam olmayacak oturup ona yanayım.

Cihat Arman’dan başlayayım. Fenerbahçe’nin uçan kalecisi. Cihat Arman, bir gün yine üzerinde sıklıkla giydiği kanarya sarısı forma varken 90’a giden topu nefis bir biçimde çıkarır. Derler ki, o an tribünden bir ses yükselir: “Kanaryama bak, yine nasıl uçtu.” Sonra zamanla basının manşetlerine sık sık yansıyan “Sarı Kanaryalar” kullanımı uçar Fenerbahçe’nin lakabı olarak omzuna konar. Cihat Arman’dan armağan.

Lefter’in kendisi armağandır Fenerbahçe’ye. Varlığı armağandır. Fenerbahçe’nin başına gelmiş en güzel şey, en muazzam hikâye, en derin izdir. Şimdi burada Lefter için ne yazsam sözcüklere işkencedir.

Fenerbahçe’de Fikretler iki tanedir. İlki “Büyük Fikret” Fikret Arıcan’dır. Fenerbahçe’deki 20 yılında 400’ün üstünde maç oynar, 231 gol atar. İkincisi henüz 14 yaşındayken giymeye başladığı Fenerbahçe formasını 22 yıl taşıyan Fikret Kırcan’dır. “Küçük Fikret.” “Kefal Fikret” de derler. 412 maçta 139 gol atar. Fenerbahçe tarihinin en uzun süre forma giyen futbolcusu olur. Milli takım kaptanlığı da yapan Kırcan, Fenerbahçe'de teknik direktörlük ve yöneticilik de yapar.

Can Bartu’yu anlatmak için memleketin hem futbol hem basketbol tarihine bakmak gerekir ki bu spor tarihinde karşılaşılması çok zor bir hadisedir. Can Bartu, Fenerbahçe basketbol takımında oynarken futbolcu eksikliğinden dolayı futbol maçı için basketbol takımından çağırılan iki oyuncudan biridir. Maçta üçü sayılmasa da dört gol atar. Fenerbahçe o maçtan 1-0 galip ayrılır. Sonra Fikret Arıcan aracılığıyla Fenerbahçe’de futbol oynamaya başlar. 4 lig şampiyonluğu yaşar. 28 kez milli olur. Milli takım formasını hem basketbol hem de futbolda giyen ilk ve tek sporcudur. Dahası aynı günde hem futbol hem de basketbol maçına çıktığı olur.

Bana “Can Bartu kimdi?” derseniz, “Metin Oktay’ın jübile maçında Galatasaray forması giyen büyük bir sporcudur” derim. O yüzden benim için Can Bartu’ya veda etmek demek o acayip zamanlara da veda etmek demek.

“Efsaneler birer birer gidiyor” cümlesinin ağırlığı üzerimize çökmüş duruyoruz. Ama biliyoruz ki, işin içine böyle sevilmek girdi mi efsaneler ölmez. Marşta söylediği gibi:

Yazının Devamını Oku

Yalınayak bir koşu

27 Mart 2019
Yazarımız Elif Çongur yazdı...

Posta gazetesi onu “Umudumuz Sizsiniz” başlığıyla manşetiyle taşımasa, futbolun harala gürelesi arasında kaybolup gidecekti bu dev hikâye. On bir çocuklu Akbingöl ailesinin kızı Emine’nin eşsiz başarı hikâyesi.

            Emine Akbingöl, Muş’un Varto ilçesine bağlı Haksever köyünden. İsmini elbette öğrenemediğim sporun gizli kahramanlarından bir beden eğitimi öğretmeni, Emine on iki yaşındayken fark ediyor ışığını. “Koş!” diyor. Sonra futbol dışındaki branşlara önem vermenin ne demek olduğunu çok iyi kavramış olan Fenerbahçe Kulübü giriyor devreye. Emine on altı yaşında milli atlet oluyor.

“Spora başladığımda maddi durumumuz yetersizdi. Kulüpten iki yıldır maddi destek alıyorum. On bir kardeşiz, kalabalık bir aileyiz. Babam hepimize bakmak zorunda. Babam hayvancılıkla uğraşıyor. Okuyan kardeşlerime elimden geldiğince maddi yardım ediyorum. Babamın yükünü hafifletiyorum. Hayvanlarımız var. Her yaz yaylaya gidiyorum. Anneme ev işlerinde yardım ediyorum. Hayvanlarla uğraşıyorum. Muş’ta okula gidiyorum. Hafta sonu eve geldiğimde babama yardım ediyorum. Saman taşıyorum ve koyunlara bakıyorum,” diye özetlemiş bir vakitler hayatını.

            Emine Akbingöl yıllar içinde Sırbistan’da düzenlenen Yıldızlar Balkan Şampiyonası’nda 1500 metre ve Çekya’da düzenlenen Avrupa Kulüpler Şampiyonasında 3000 metrede şampiyon oluyor. Bu arada üniversite yılları başlıyor. Alparslan Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu öğrencisi.

            Onu manşete taşıyan “yalınayak şampiyonluk” hikâyesi, Portekiz’in Albufeira şehrinde yapılan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kros Şampiyonası’nda yaşanıyor. Emine o yarışta şampiyon oluyor olmasına ama tek ayakkabısı ayağında, tek ayakkabısı elinde. Çünkü koşarken ayakkabısı ayağından çıkıyor ancak ayakkabıyı bırakması mümkün değil zira ayakkabıların bağcıklarında çip takılı. Kurallar gereği atletin çipin takılı olduğu ayakkabılarla finişi geçmesi gerekiyor. Emine ayakkabıyı bıraksa olmaz, durup giymeye kalksa kaybedeceği vakti telafi edemez. Ani bir kararla koşmaya devam ediyor.

Bir gizli kahraman da o anda devreye giriyor. Yarışmanın başhakemi Emine’nin geride kalan ayakkabısını kapıp koşmaya devam eden Emine’nin eline tutuşturuyor. Çipli ayakkabıyla yarışı bitirmek zorunda olan Emine, 4 bin 270 metrelik parkurun 3 bin 500 metresini bir elinde ayakkabı, bir ayağı çıplak koşuyor. Yalınayak. Vazgeçmeden. Böylece Fenerbahçe Genç Kadın Atletizm Takımı birinci olurken, Fenerbahçeli atlet Emine Akbingöl ferdi kategoride de altın madalya kazanmış oluyor.

Bu hikâyenin başkahramanı elbette Emine Akbingöl. Kendisinin, imkânsızlıklar içinde başladığı spordan vazgeçmeyişinin, yıllardır verdiği emeğin önünde saygıyla eğiliyorum.

Ama Emine’nin kendisini teşvik eden beden eğitimi öğretmeninin,

Yazının Devamını Oku

Spor tarihimizin öncü kadınları

8 Mart 2019
Elif Çongur yazdı.

1936 Berlin Olimpiyatları’na katılarak Türkiye’yi olimpiyatlarda temsil eden ilk kadın sporcularımız.

Biri,  Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucularından Ahmet Fetgeri’nin kızı Suat Fetgeri Aşeni, diğeri sonradan akademinin büyük ismi olacak olan Halet Çambel.

Her ikisi de Beşiktaş Kadın Eskrim şubesinde yetişir. Halet Çambel savaş yıllarında büyüdüğü için çok zayıf bir çocuktur. Hastalanmasın diye annesinin üst üste kazaklar, yün çoraplar giydirdiği çelimsiz bir kız çocuğu. Güçlenmek için spora başlasın istenir, okuduğu kitaplardaki şövalyelerin etkisiyle eskrime başlar. Önce okulda sonra Beşiktaş’ta. Sonradan kendisini ve Suat Fetgeri’yi olimpiyatlara taşıyacak yolu, Beşiktaş Dergisi’ne verdiği bir röportajda şöyle anlatır:

“Robert Koleji’nde okuyordum. Öğrenciler için tiyatro, folklor, eskrim gibi birçok etkinlikler vardı. Ben eskrimi tercih ettim. Hocamız da Nadolsky, eski bir Rus subayıydı. Bir gün bana, ‘Seni Beşiktaş’tan istediler’ dedi. Böylece Beşiktaş’la tanışmış oldum. Beşiktaş’ta Ahmet Fetgeri vardı. Kızı Suat Fetgeri de Beşiktaş’ta eskrimciydi. Çok iyi bir çevreydi.”

Ve elbette kısıtlı olanaklarla, büyük emekle ve aşkla geçen zamanlar. Bir sporcu duş alırken, diğerinin pompayla su bastığı, üstelik o suyun soğuk olduğu antrenman sonraları.  Eskrim için gerekli malzemelerin bulunamadığı, maskelerin pazardan alınan tellerle sporcular tarafından kalıplara çakıldığı günler. Bu kadar yoksunluğun arasında yine de mutlu yıllar: “İlkel bir ortamdı ama mutluyduk. Sporda da imece yapmak lazım. Yoksa böyle ticari ve yalnızlık yaşanan bir dünyada mutluluk olabilir mi?” 

O röportajda Halet Çambel Hoca, kendisine sorulan “Bu kadar dolu dolu yaşamış bir insan olarak gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz?” sorusuna “Para her şey değildir. Şimdi her şey para olmuş,” diye karşılık verir. Çünkü hoca.

Suat Fetgeri Aşeni ve Halet Çambel.

İki öncü kadın sporcumuz.

Yazının Devamını Oku