2 Aralık 2002
<B>KALP </B>ve damar hastalıklarından korunmak için spor yapılması önerilir. Çoğu kişinin bildiği bu öneri, futbolcu <B>Washington'</B>un kalp damarındaki tıkanıklığın ortaya çıkması ve balonla düzeltilmesi olayından sonra kafaların karışmasına yol açtı. Gençlerde kalp krizi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Bunlar arasında, damarın başka yerde oluşup koparak buraya gelen bir pıhtı ile tıkanması (emboli), koroner damarın spazmı, kalp kası ile oluşan köprünün altında damarın sıkışması ve burada oluşan pıhtı, aralarında kokainin de bulunduğu bazı ilaçlar sonucu oluşan damar tıkanmaları sayılabilir.
Olaya Washington açısından bakınca, yaşının çok genç ve spor yapıyor olması kriz riskini azaltıcı etkenler olarak karşımıza çıkarken, şeker hastası olması önemli bir risk olarak ortaya çıkıyor. Bu köşede sık sık değindiğim, kalıtım, kolesterol yüksekliği gibi başka risklerin olup olmadığını, damar sertliği oluşturan iltihap benzeri tepkinin olup olmadığını anlamak amaçlı olarak yapılan aşırı duyarlı CRP tahlilinin yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Bu gibi risklerin var olup olmadığı sadece olayın nedeninin anlaşılmasında değil, sonraki yaşamında yeniden benzer olaylarla karşılaşıp karşılaşmayacağı riski açısından da önemli.
Bu noktada çoğu kişinin kafasında, futbola yeniden dönüp dönemeyeceği sorusu var. Eğer yapılan tetkiklerde diğer damarlarda herhangi bir darlık ya da damar sertliği plağı yoksa, mevcut darlık balonla açıldığı ve yeniden kapanmasını önlemek için bir anlamda kafes olarak nitelendirebileceğimiz stent konulduğu için, kalp damarlarındaki dolaşımda herhangi bir sorun kalmamış demektir. Ancak stent konulmasına rağmen 6-9 aylık dönem içinde buranın yeniden tıkanma riski az da olsa mevcuttur. Bu süre sonunda tıkanma olmadığının iyice incelenmesi gerekiyor.
Aslında bu süre sonunda sadece efor testi ya da anjiyo ile değil, damar içinden yapılacak ultrasonografi ile de tetkik yapılması daha önemli. Bunun önemi, damar içinde bulunması muhtemel, gevrek olarak nitelendirilebilecek damar sertliği plaklarının (vulnerable plak) bulunması riskidir. Bu plakların bulunması halinde, çok önemli ölçüde tıkanma yaratmasa bile, heyecan ve bedensel zorlanma anlarında, üzerini örten damar iç zarının yırtılmasıyla kanla temasa geçen plakta damarı tümden tıkayabilecek bir pıhtının oluşması ve kalp krizi geçirilmesi riski bulunmaktadır.
İşte bu gibi plakları bulunan kişiler, daha önce yapılan efor testi gibi incelemelerde normal bulunmalarına rağmen ani kalp krizleri geçirebilirler ve bu krizleri genç yaşlarda geçirdiklerinde de hayati tehlikeleri daha da büyüktür.
İşte bu gibi olaylarla karşılaşma ihtimalini azaltmak için riskleri azaltma uygulamaları yapılmalıdır. Yoksa ‘‘Bir sorunum olsaydı koşu sırasında belirti verirdi’’ ya da ‘‘Efor tetkiki yaptırdım hiçbir sorunum yok’’ gibi düşünceler hiçbir garanti sağlamaz.
DÜNYADAKİ DURUM
Aktif spor yapıp bu yaşlarda koroner yetmezliği olan kişilerle ilgili bilimsel çalışma yok çünkü hasta belki de hiç yok. 2001 yılında yayınlanan World Health Federation ve American Hearth Organization dokümanlarında, daha yaşlı sporcularda, tıkanıklık tam açılmış olsa bile müsabaka sporlarına katılmalarının tavsiye edilmediğini belirtiyor. Damar sertliği az olanlarda, efor testi ve sol karıncık fonksiyonları normalse, durumun ayrıntılı olarak incelenmesi ve şiddetli eforun risk getirdiğinin hasta tarafından da bilinmesi koşuluyla spora izin verilebileceği belirtiliyor.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2002
DÜNKÜ yazımda, insanlık tarihinin en büyük salgını olan gripten bahsetmiş, bir yıl içindeki ölüm sayısı nedeniyle 1918 yılındaki İspanyol gribi salgınının, orta çağdaki veba salgınından 20 kat daha önemli olduğunu belirtmiştim. Grip hastalığına yol açan başlıca üç tip virüs var. Bunlardan C tipleri, hafif belirtilere yol açıyor ve bu nedenle tehlikeli olarak kabul edilmiyor. B tipi virüsler daha ciddi belirtiler yaratıyor ve vücut direncini düşürerek, zatürree gibi tehlikeli sorunların görülmesini kolaylaştırıyor. Ne var ki B tipi virüslerin yeni formlara dönüşmesi ve özellik değiştirmesi pek fazla görülmüyor. Grip virüsleri arasında en tehlikelisi A tipi virüslerdir. 1918 salgınındaki virüs de A tipiydi. Hastalıkların ve salgınların kontrolü konusuyla ilgilenen Dünya Sağlık Örgütü ve benzeri kuruluşlar, salgın yapma eğiliminde olan grip virüslerini de yakından izliyorlar. Bu sene teşhis edilen grip hastalarındaki en sık rastlanan üç virüsten ikisi A tipine ait. Tüm korkular, ortalarda dolaşan A tipi virüslerden birinin özellik değiştirerek ‘‘süper virüs’’ haline dönüşmesi. Böyle bir durum olduğunda 1918'dekine benzer yeni bir pandemi ile karşılaşılması riski doğuyor.
1918 yılına oranla bugün elimizde aşı gibi bir olanak var. Ancak aşılar bir yıl sonraki grip sezonunda kullanılabilir hale geliyor. Mevcut virüslerin karakter değiştirerek bir yıl sonra tehlikeli salgın yapmasına karşı bir olanak gibi görülen aşılar, ne yazık ki yüzde 100 koruma da sağlayamıyor.
Bugün elimizdeki bir başka olanak da virüslere karşı geliştirilen, antiviral ilaçlar. Ancak bu tür ilaçlar çok yaygın olmadığı ve virüsler kolayca direnç kazanabileceği için çok güvenilir bir olanak değil. Dünya ölçeğinden bakıldığında, azgelişmiş, ekonomileri güçlü olmayan üçüncü dünya ülkeleri için, yaygın aşı kampanyaları düzenlenemediği ve yaygın olarak antiviral ilaç kullanılamadığı için tehlike daha büyük. Eğer önlem alma hızı, virüsün salgın yapma hızından daha yavaş olursa dünyayı yeni bir tehlike bekliyor.
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2002
<B>TARİHİ </B>filmleri seyrederseniz, tarih kitaplarını okursanız, insanlığa savaşlardan daha çok salgın hastalıkların zarar verdiğini görürsünüz. Aynı kaynaklarda sıklıkla ‘‘veba’’ hastalığından bahsedildiğini görürsünüz. ‘‘Kara ölüm’’ olarak da adlandırılan veba salgınları üzerine yapılan araştırmalara göre, altıncı, on dördüncü ve on yedinci yüzyıllarda önemli salgınlar yapan veba, yaklaşık 137 milyon insanın ölümüne yol açmış. Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, veba salgınlarını unutmamak için yapılan anıtları görebilirsiniz. Tıp dilinde ‘‘endemi’’ denilen salgınlar, dünya çapında yaygınlık gösterirlerse, ‘‘pandemi’’ adını alıyor.
Veba, pandemiler arasında ilk sırayı tutmakla beraber, başka bir değerlendirmeye bakıldığında, grip daha ön plana çıkıyor. Gribin ön plana çıkma nedeni, 1918 yılında yaşanan pandemi. Doğru olmayan adlandırmayla, ‘‘İspanyol gribi’’ denilen bu hastalık salgını, bir yıl içinde dünya üzerinde 40 milyon kişinin ölümüne yol açtı.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonu olan 1918 yılının ilk aylarında görülmeye başlayan grip salgını kısa zamanda tüm dünyaya yayılmaya başladı. Hastalığın yayılması yaz aylarında da durmadı. Aynı yılın ekim, kasım ayları en tehlikeli dönem olarak görüldü. Akaryakıt yangının yayılması gibi korkunç bir hızla yayılmasını sürdüren grip 1919 başlarına varıldığında dünya üzerinde 40 milyondan fazla insanın ölümüne yol açtı. Bu salgında sadece Hindistan'da 12.5 milyon insanın, Alaska ve Polinezya gibi kapalı toplumlarda ise halkın yüzde 80'inin öldüğü biliniyor.
Grip pandemisinin, öldürücülükte birinci sıraya yerleşmesinin nedeni, bir yıl gibi kısa bir sürede bu kadar ölüme yol açması. Veba salgını en hızlı döneminde, yılda 2 milyon insanın ölümüne neden olmuş. Grip bu açıdan bakıldığında, vebadan 20 kat daha ön planda.
1918 yılındaki grip salgınını ön plana çıkartan nedenler arasında, gençleri de etkileyip ölümlerine yol açması sayılıyor. Grip genelde yaşlılar, kalp, akciğer hastaları ve bağışıklığı düşüren başka önemli hastalığı olanlarda tehlike yaratan bir hastalıktır. Oysa 1918 yılındaki salgında çok genç yaşlardaki sağlıklı kişiler de hayatlarını kaybettiler. Hastalık çok da hızlı bir seyir gösteriyordu. Sabah kalktığında biraz kırıklık hissedenler, öğle saatlerinde yüksek ateşle tam hasta olarak yatıyor, aynı günün akşamı da ölebiliyorlardı.
Hastalık salgın uzmanları (epidemiyolog), bu özellikleri nedeniyle bu virüse ‘‘süper virüs’’ adını verdiler.
Yarınki yazımda gribe yol açan virüsleri tanıtmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2002
<B>DÜNKÜ </B>yazımda akupunktur konusunda uzman Dr. <B>Mehmet Abut'</B>un yazısından alıntılar yapmaya başlamıştım. Bugün de aynı konuya devam ediyorum: Daha önceleri, belirlenen noktalara çakmak taşları sokularak akupunktur uygulanırken, (İÖ 10-9. yüzyıl) HUANG Dİ adlı Çin imparatoru, çıkardığı bir fermanla, saray hekimlerine çakmak taşlarını yasaklamış ve metal iğnelerin kullanılmasını emretmişti. Önce tüm Çin'e yayılan bu tedavi yöntemi, 17. yüzyılda Batı'da, Avrasya'da ve Mısır'da, doğuda ise Kore ve Japonya'da uygulanmaya başlandı. Gene 17. yüzyılda, daha önce de belirttiğim gibi, Cizvit misyonerleri tarafından Avrupa'ya taşındı.
ENERJİ MERİDYENLERİ
Çinliler, YANG ve YİN enerjilerinin, insan vücudunda bazı kanallar ya da meridyenler içinde 24 saat hiç durmadan dolaştığını varsayarlar. 12 ana meridyen vardır. Bunlardan altısı YANG enerjisini, diğer altısı ise YİN enerjisini barındırmaktadır.
Daha pek çok meridyen vardır. Böylece enerji vücudun tüm bölgelerine taşınır. Kural dışı meridyenler, sekiz tanedir. Bunlardan TOU MO ve JENN MO en önemlileridir.
İLK HEKİMLER
TOU MO yani YÖNETEN DAMAR tüm YANG meridyenleri için enerji ayarlayıcıdır. YANG meridyenlerinde enerji azlığı söz konusu ise, enerji verir, ya da azlığında enerji alır. Bu nedenle de Çinliler, TOU MO'ya, YANG'ın ‘‘Enerji Denizi’’ de derler. JENN MO, yani ALICI DAMAR ise, aynı işi YİN meridyenleri ya da organları için yapmaktadır. Bu nedenle de YİN meridyen ya da organlarının ‘‘Enerji Denizi’’ adını alır. YİN ve YANG enerjileri organlarda dengeli ise kişi sağlıklıdır. Aksi durumda hastalanır. Akupunktur bozulan dengeyi düzelterek etkili olmaktadır.
Tıp tarihinin ilk hekimlerine Eski Mısır'da ve Hindistan'da rastlıyoruz. O zamanların dünyasında, Eski Çin'de bambaşka bir tedavi yönteminin temelleri atılıyordu. Ünlü usta Fou Hi'nin, tarih öncesi devirlerde ileri sürdüğü ikili ilke (YANG-YİN) ve beşli ilke ya da beş element kuralı, kulaktan kulağa yayıldı.
Tıp tarihinde, iki büyük hekimi akupunktur uygularken görüyoruz. Hipokrates (İÖ 460-375) kulak akupunkuru uygulayarak, cinsel iktidarsızlığı tedavi etmeyi denemiş. Büyük Türk hekimi İbni Sina ise, vücut akupunkturu uygulamıştır.
Akupunktur sözcüğü, 17. yüzyılda yolları Çin'e düşen Cizvit misyonerlerinin Latince'den yakıştırmaları. Acus ve punktura, yani iğne batırma anlamına geliyor. Aslında, bu yakıştırma çoktan özelliğini yitirmiş. Akupunktur artık sadece iğne batırmakla yapılmıyor, Örneğin, Eski Mısır'da işlem, ağrılı noktaları dağlayarak uygulanırmış. Günümüzde, bu tedavi yönteminin insanı kendi ilacıyla tedavi eden bir mantığı var.
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2002
<B>AKUPUNKTUR </B>konusunda okurlarımdan çok sayıda soru alıyorum. Benim tıp eğitimimde bu konu yok. Bu nedenle kulaktan dolma bilgiler aktarmak yerine konunun uzmanının görüşlerini aktarmayı tercih ediyorum. Dr. <B>Mehmet Abut'</B>un yazısından bazı bölümleri size aktarıyorum: Akupunktur, metal devri öncesi, bambu kamışı sivriltilerek ya da çakmak taşları ile uygulanırmış. Çinliler, bedeni kaplayan deride, hastalıklara refakat eden ve çoğu zaman noktalar halinde ortaya çıkan ağrılı bölgelerin farkına varmışlar.
Bu yerlere ya da noktalara çakmak taşları sokarak, ağrı cinini kovabileceklerini düşünmüşler. Bu, boş inanca dayalı davranış şeklinden, süreç içinde çok karmaşık kuralları olan bir tedavi türüne dönüşmüş.
BÜYÜK USTA FOU Hİ
Yazı öncesi zamanlarda, Çin'de bir usta yaşar. Fou Hi. Büyük fantezileri olan parlak zekálı alim bir adamdır Fou Hi. Ayrıca, çok iyi bir gözlemcidir de. Evren kavramını, daha doğrusu evrenin sentezini gelecek nesillere tanıtan da odur. Gözlemleri sayesinde, kutupyıldızını keşfetmiş, Dünya'nın Güneş etrafında döndüğünü Kopernik ve Galileo'dan binlerce yıl önce düşünebilmiş, büyük bir ustadır Fou Hi. Aynı zamanda mevsimleri, yönleri de tarif eden kişidir.
Evrende ve onun bir parçası olan Dünya'da, her şeyin bir karşıtı olduğunu saptamış, canlı cansız her şeyin birbirine dönüşebileceğini, gündüzü gecenin, aydınlığı karanlığın takip ettiğini, sıcağın soğuğu karşıladığını, yağan yağmurun toprakta tutulduktan sonra buharlaşarak geldiği yere, yani gökyüzüne geri döndüğünü gözlemlemiş ve bütün bunların evrendeki büyük bir enerjinin kontrolü altında gerçekleşebileceğine inanmıştı. Bu inanç onu, Qi ya da Chi adını verdiği büyük bir güce yöneltti. Ona göre çocuk, ana ve babadan aldığı Yüen ya da kalıtımsal enerji ile yaşama tutunuyor. Bu enerjiye, beslenme enerjisi Ying ve kozmos kökenli Tsung ekleniyor. Bu son iki enerjiden kişiyi korumaya yönelik üçüncü bir enerji daha gelişiyor, Wei!
ENERJİNİN KUTUPLARI
Bütün bu enerjilerin toplamı, yaşam kuvvetini simgeleyen Chi ya da Qi enerjisini oluşturuyor. Chi ya da Qi, ancak kutuplaştığında yaşam için önem kazanmaktadır. Kutuplaşma durumunda Yin ve Yang ortaya çıkıyor.
Yang-Yin, Gün-Gece, Sıcak-Soğuk, Başlangıç-Sonuç, Hareketli-Hareketsiz, Aktif-Pasif, Erkek-Dişi, Belirli-Belirsiz, Dirençli-Dirençsiz.
Fou Hi, Yang ve Yin'i bulduğu gibi beş element kuralını da ortaya atan kişi olarak kabul edilir. Böylece, o hem Çin felsefesinin, hem de akupunkturun babası sayılmaktadır. Fou Hi ayrıca Pa Goua ya da Logos çubuklarını da bulmuş, böylece evrenin sentezini sekizli trigam ile açıklamayı başarmıştır. Günümüzde Logos çubuklarını, Mors alfabesinin, hatta bilgisayarların öncüsü olarak düşünenler bile var.
Devam edecek
Yazının Devamını Oku 25 Kasım 2002
BEN sağlığına dikkat etmeye çalışan biriyim. Halen 50 yaşındayım. Özellikle doğru beslenmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hayvansal gıdalardan uzak durmaya çalışıyorum.Ben balık konusunu sormak istiyorum. Bildiğim kadarıyla balık kalp açısından yararlı bir gıda. Yalnız balığın da çeşitleri var. Yağsız ve beyaz etli balıkları mı tavsiye ediyorsunuz?
Hayri KARATAŞ/İSTANBUL
Son yıllarda, özellikle kalp-damar hastalıkları ve beslenme ile ilgili yoğun çalışmalar yapmakta olan Amerika gibi bir ülkede bir doktora gitseniz, size ilk sorulacak soru, ne kadar sıklıkla balık yediğiniz olacaktır.
Balık, sadece kolesterolsüz protein kaynağı olmakla kalmıyor, yapısında bulundurduğu Omega-3 adlı yağ asitleri sayesinde, kalp ve damar sistemi için yararlı etkiler de gösteriyor.
1970'li yılların sonlarına doğru Eskimolarla ilgili yapılan çalışmaların yayınlanması bilim dünyasında çalkantılar yarattı. Aşırı yağlı beslenen Eskimolarda kalp krizleri çok seyrek görülüyordu. Bunun üzerine geliştirilen çalışmalarda, bol miktarda yenilen yağlı balıkların ve balina etinin yapısında bulunan Omega-3 adlı yağ asitlerinin damar sertliğinden koruduğu ortaya konuldu. Omega-3 özellikle soğuk denizlerdeki yağlı balıklarda daha çok bulunuyor. Ülkemizde ithal uskumru adıyla satılan Makarel ve kuzey denizlerinde yetişen somon balığı bu açıdan en önemli kaynaklar. Soğuk kış günlerinde yağlanan hamsi de bu maddeleri çok miktarda içeriyor. Bütün yağlı balıkların yanı sıra yeşil yapraklı sebzelerde, soya fasulyesinde ve fındıkta da bulunuyor.
Düzenli olarak balık yemenin birçok olumlu etkisi var.
- Kandaki yağ düzeyini düşürür: Omega-3 yönünden zengin bir beslenme, kan yağlarının bir türü olan trigliseridlerin kandaki düzeyini düşürür. trigliseridlerin kanda yüksek düzeyde bulunması, damar sertliği ve kalp krizi riskini arttırır. Bu nedenle diyet uygulanmasının yanı sıra balık yağı haplarının kullanılması da olumlu sonuçlar verebilmektedir.
- Damar içinde pıhtı oluşması riskini azaltır: Omega-3 yağ asitleri, doğal antikoagülan (pıhtı önleyici) gibi etki gösterir. Kandaki pıhtılaşma hücrelerinin (trombosit) birbirlerine yapışmasını azaltır, böylece damar içinde pıhtı oluşması ihtimali azalır.
- Tansiyonu düşürür: Omega-3'lerin tansiyon üzerinde de etkisinin olduğu kanıtlandı. Sadece sebze-meyveye dayalı bir diyetle (vejetaryen), balığa dayalı bir diyeti uygulayanların birbirlerine oranlanmalarında, balığa dayalı diyet uygulayanlarda tansiyon yüksekliği olaylarının çok seyrek olduğu görüldü.
Bütün bu yararlı etkileri dikkate alan beslenme uzmanları kalp-damar hastalığından korunmak isteyen herkese balık yemesini tavsiye ediyor. Yağsız yerine, soğuk denizlerdeki yağlı balıkların tercih edilmesi daha önemli. Ancak balığı yağda kızartmaktan kaçınılması da yapılan tavsiyeler arasında yer alıyor.
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2002
DÜNKÜ yazımda Türk Eczacılar Birliği'nin (TEB) aşı kampanyaları uygulayan firmalar ve doktorlar hakkında suç duyurusunda bulunması üzerine, bu çeşit kampanyaların topluma zarar değil yarar getireceği yolundaki görüşümü belirtmiştim.
TEB, Hepatit B hastalığı aşı kampanyalarına da karşı çıkmış. Bilinmesi gereken gerçek, ülkemizde Hepatit B taşıyıcısı olanların oranının Batı ülkelerine göre çok yüksek olduğu. Yapılan araştırmalarda bu oran % 11 civarında bulunuyor. Böyle olunca ülkemiz için Hepatit B kampanyalarının önemi çok daha büyük. Hepatit B hastalığı yüzünden her yıl çok kişi ölüyor. Birçok kişiye de karaciğer nakli ameliyatı yapılıyor ve bunların bir kısmı da devlet kesesinden yurtdışında ameliyata gidebiliyor. Verilen rakamlara göre karaciğer nakli yapılan 8 hastaya harcanan para ile 1 milyon 300 bin çocuğun Hepatit aşısı yapılabiliyor. Böylece hastalığın önü alınabildiği için, ne insanlar Hepatit'ten hastalanıp ölüyor, ne de organ nakli gibi zor ve masraflı bir işleme gerek kalıyor.
Dünkü yazımda da belirtmiştim, sadece bir antibiyotik markasının 20 milyon dolarlık cirosu, ülkemizin tüm aşılara harcadığı para kadar tutuyor. Diğer marka ve cinslerdeki antibiyotiklere harcanan paraları düşünürseniz, bilinçli bir korunma ile harcamayı yarıya indirdiğinizde ülkemizin maddi kazancı kadar insanların sağlık alanındaki kazançlarının da çok büyük olacağı anlaşılır.
EN ÖNEMLİ SİLAH: BİLGİ
Sağlıklı bir yaşama ulaşmada birçok şeye ihtiyaç var. Bu ihtiyaçlar, sağlık kuruluşlarına, sağlık elemanlarına, belediyelerin görev alanına giren temiz içme suyu sağlamaktan kanalizasyon sistemlerine varıncaya kadar çok çeşitlidir. Ancak ben sağlığın korunmasında, sağlıklı bir yaşam sürdürülebilmesinde en büyük silahımızın bilgi olduğunu düşünüyorum. Unutmayın, tanımadığınız düşmandan korunamazsınız. Hastalık etkeni olan mikropların nasıl bulaştığını bilirseniz ondan uzak durabilirsiniz. Eğer yanlış beslendiğinizi bilmezseniz bir süre sonra hastalanmanız kaçınılmaz olur.
Aynı şekilde hastalıkların belirtilerini tanımak da erken teşhisle daha kolay bir tedavi olanağı sağlayacaktır.
Ortalama eğitim süresinin ilkokul 4. sınıftan terk düzeyinde olduğu ülkemizde, halkımıza sağlık bilgisi aktarmada hepimize görev düşüyor. Bu köşe uzun yıllardır, mütevazı ölçekte kendine düşeni yapmaya çalışıyor. Ancak bu alanda çok kişiye görev düşüyor. ‘‘Reklam olur, gereksiz ilaç tüketimine yol açar’’ kaygısıyla ilaç firmalarının tanıtımına çok katı sınırlar konulmuş. Bu sınırlamaların yanlış sonuç verdiği, ülkemizde yanlış ve gereksiz kullanılan ilaç oranının yüksekliğinden anlaşılıyor. Bence yeni bir düzenleme yapılarak ilaç firmaları, sağlık alanında halk eğitimi konusunda görevlendirilmelidir. Bırakın her firma kendi uzmanlık alanıyla ilgili bilgilendirme kampanyaları yapsın; kuralları koyduğunuz zaman zarar değil büyük fayda getirecektir.
Göreve geldiğinin ilk günü, koruyucu hekimliğin öneminden bahseden yeni Sağlık Bakanımızın bu konuyu da dikkate alacağını umuyorum.
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2002
<B>GEÇTİĞİMİZ </B>günlerde Türk Eczacılar Birliği'nin (TEB), kampanyalar düzenleyerek halka aşı satıldığını ileri sürüp, ilaç firması, sigorta şirketi ve bazı doktorlar aleyhinde suç duyurusunda bulunduğunu belirten haberleri okudum. Haberde, hem aşıların pazarlanmasıyla ilgili, hem de aşı tanıtımı yapıldığı ve halkın aşı olmaya teşvik edildiği yolunda şikáyetler söz konusu ediliyordu.
İlaçların eczane kanalıyla pazarlanması konusundaki kurallar ihlal edildiyse buna bir diyeceğim olmaz, ancak ben tanıtım kampanyaları konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.
Öncelikle TEB'in, aralarında tetanos, grip ve Hepatit B gibi aşıların bulunduğu bazı ürünlerin test yapılmadan günlük bir ürün gibi satıldığını ve ihtiyacı olmayan kişileri bile aşı olmaya teşvik eden reklamların yapıldığını öne sürmesi konusuna değineceğim. Eğer TEB, hiçbir eczanede doktor reçetesi olmadan hiçbir ilacın satılmadığını, hiç kimseye aşı yapılmadığını söyleyebiliyorsa, ya da reçetesiz aşı uygulayan veya satan eczaneler hakkında takibat açıldığını belirtiyorsa, bu sözlerin ilk bölümünü saygıyla karşılarım. Sözlerin ikinci bölümüne gelince, herhalde aşının zaten ihtiyacı olmayan kişilere yapılması gerektiği yolundaki tıbbi kuralı unutmuş olmalılar. Aşı, vücuda mikrop girmeden, kişi o hastalığın mikrobuyla karşılaşmadan önce yapılması gereken bir uygulamadır. Verdikleri örnekteki tetanos ve Hepatit B gibi hastalıkların aşıları, zaten yasalarla uygulanması zorunlu aşılar arasında yer almaktadır. Eğer ilaç firmaları insanları aşı uygulamaya teşvik ediyorlarsa, halk sağlığını korumada çok yararlı bir hizmet yapıyorlar demektir. Ben böyle yapan firmalara şükranlarımı sunarım.
Sistemli aşı uygulamaları sayesinde çiçek, tarihe karışan bir hastalık oldu. Yine Sağlık Bakanlığı'nın düzenlediği ve bazı kuruluşlar tarafından desteklenen polio (çocuk felci) aşı kampanyaları sayesinde, çocuk felci hiç görülmemeye başladı ve ülkemiz bu yönde ödül aldı. Birçok insanın ölmesini ya da sakat kalmasını önleyen bu kampanyalarda, en küçük bile olsa, emeği geçen herkese şükranlarımı sunmak istiyorum.
Reklam konusuna gelince; ben ülkemizde bu konuda önemli bir eksiklik olduğu kanısındayım. Reklam, içinde yalan ve yanlış olmadığı sürece önemli bir haberleşme aracıdır. Ülkemizde sağlık bilgisinin çok eksik olduğunu hiç kimse inkár edemez. Çok aydın dediğimiz kişiler bile, en temel sağlık bilgisinden yoksun. Böyle olunca çok kişiye bu alanda görev düşüyor. Madem ki bu ülkenin çocuğuyuz, madem ki bu ülkeden para kazanıyoruz, halkın eğitimi konusunda hepimizin bir şeyler yapması gerekiyor. Bence ilaç firmalarına tanıtım yasağı değil, halka eğitim amaçlı tanıtım yapma zorunluluğu getirilmeli. Tanıtımla ilgili kuralları yeniden düzenlediğiniz takdirde, gereksiz ilaç tüketimine değil, sağlığı korumanın öğrenilmesiyle, belki de eskisinden daha az ilaç kullanımına yol açabilir.
Sadece bir marka antibiyotiğin ülkemizdeki yıllık satış cirosu 20 milyon dolar. Oysa bu rakam yaklaşık olarak ülkemizde satılan tüm aşıların yıllık ciro rakamına yakın.
Korunmanın önemi konusunda yarın da bazı şeyler söylemek istiyorum.
Yazının Devamını Oku