SOĞUK YEŞİL ÇAY
* 1 tutam yeşil çay
* 1/4 limon
* 1 şişe düşük sodyumlu mineralli su
* 1 adet çubuk tarçın
* 1-2 yaprak nane
Yapılışı: 1 fincan kaynamış ve dinlenmiş suda yeşil çayı ve çubuk tarçını
Güllere olan bakış açımı değiştiren Isparta ve Burdur seyahatim HerbaFarm Akademi’nin kurucusu, fitoterapi uzmanı ve eczacı Meltem Kurtsan rehberliğinde gül tarlalarında başladı. Gül deyip geçmeyin, elma, armut, kiraz, şeftali, kayısı, vişne... Bunların hepsi gül ailesinin (Rosaceae) bir üyesi. Sadece gül bahçelerinde gördüklerimizle de sınırlı değil, üç binden fazla türü var bu ailenin. Bölgedeki tarlaların mis gibi kokmasını sağlayansa yağ gülü bitkisi (Rosa damascena Mill). Bu bitkinin çiçeklerinden gül yağı elde ediliyor. O yağ da yüksek kalitede koku molekülleri içeriyor. Kokusu güzel olduğu için parfüm sektöründe en yaygın kullanılan aromatik yağların başında geliyor. Her yıl mayıs ayı başında açmaya başlıyor yağ gülleri. Tarlalarda sabah saat 4.00’te başlıyor çiçek hasadı. Gül çiçekleri makineyle değil; tek tek elle, büyük emeklerle toplanıyor. İşçiler çiçekleri önce bellerine bağladıkları önlüğün ön gözüne dolduruyor, sonra çuvallara boşaltıyorlar.
Bir kilo yağ için...
Çiçeklerin sabahın erken saatlerinde toplanması ve toplandıktan sonra hızla gül yağı fabrikalarına taşınması gerekiyor. Yoksa gül yağının içeriği değişiyor. Fabrikalarda çiçeklerden çeşitli işlemlerle gül yağı, gül suyu ve gül konkreti (katı gül yağı) gibi farklı koku moleküllerine sahip ürünler elde ediliyor. Gül yağı içlerinde en pahalı olanı çünkü yaklaşık üç, dört ton çiçekten sadece bir kilo gül yağı üretilebiliyor. Bu da ortalama 8 bin euro’ya satılıyor. Gül yağı veya gül suyu kullanmayı sevenlerdenseniz bu rakamlardan yola çıkarak hesabınızı yapın. Çok ucuza alıyorsanız o gül yağının, gerçek gül yağı olma ihtimali yok. Zaten buradaki üreticiler elde ettikleri gül yağının çoğunu çok ünlü parfüm markalarına satıyor. İlginç bir bilgi de tütün endüstrisinin gül yağının en önemli alıcılarından biri olması. Aroma vermesi için kullanıyorlarmış.
Türkiye, dünya gül yağı üretiminin yüzde 30’unu, gül konkreti üretimininse yüzde 90’ını karşılıyor. Yağ gülü tarımının en yoğun yapıldığı Göller Yöresi’nde gül üretim alanları her yıl ortalama yüzde 5-10 arasında büyüyor. Geçen yıl üretim alanları 41 bin dekarla Türkiye tarihinin en geniş alanlarına ulaştı. Ülkemizde yağ gülü yetiştiriciliği yapan dört il Isparta, Burdur, Afyonkarahisar ve Denizli. Ülkemizde üretilen yağ gülü çiçeğinin yüzde 85’i Isparta’da (yaklaşık 15 bin ton çiçek) toplanıyor. Bu da Isparta’yı Türkiye’nin parfüm vadisi haline getirmiş. Isparta’da yaklaşık 32 tane gül yağı fabrikası var. Meltem Kurtsan aynı zamanda KAGİDER Kurucu Başkanı olduğu için, onun rehberliğinde gezerken sürecin her aşamasında çalışan çok başarılı kadın girişimcilerle tanışma şansına erişiyorum. Polyetta Çiftliği, iki kadın girişimcinin harika bir projesi mesela...
Doğanın sunduğu şifalı bitkilerin yağlarından yararlanarak yaz mevsiminde sıklıkla karşılaştığımız sorunları çözmek mümkün. Bazen tek bir yağ bazense bir yağ karışımını evimizde ve plaj çantamızda bulundurarak yazın keyfini sonuna kadar çıkarabiliriz.
Güneş alerjisine tamanu
Güneş ışınlarından UVB deri kanserlerinin gelişiminde rol oynuyor. UVA bu etkiyi hızlandırıyor. UVA deride güneşin etkisiyle oluşan birçok alerjik reaksiyondan da sorumlu. Bazı insanlarda bu çok daha hissedilir şekilde kendisini gösteriyor.
1 yemek kaşığı tamanu yağına 5 damla günlük (frankincense) yağıyla 5 damla lavanta yağını damlatarak alerjik reaksiyonun geliştiği bölgelere sabah ve akşam sürebiliriz. Bu yağların göz gibi hassas yerlere temas etmemesi gerektiğini de unutmayın ve halihazırda kortizon içerikli bir krem sürüyorsanız onunla eşzamanlı olarak bu karışımı kullanmayın.
Günde dört defa sprey olarak kullanılabilir
Yanıkların etkisini azaltmak için kullanılan ilk müdahale yağıdır. Lavanta yağını, lavanta çiçek suyuna (hidrolatı) birkaç damla koyup yanan yerlere spreyleme şeklinde günde dört defa uygulayabiliriz. Evde hazırlayacağımız 1 yemek kaşığı tamanu yağı, 1 yemek kaşığı Hindistan cevizi yağı ve 5 damla lavanta yağından oluşan karışım da yanıklar için uygundur. Ancak yanıklarda kullanacağımız lavanta yağının bir keton bileşiği olan kâfuru yüksek miktarlarda içermediğinden emin olmalıyız. Aksi takdirde yağ alerjik reaksiyonlara yol açabilir.
İdrar yollarının iltihaplanması anlamına gelen sistit, özellikle kadınların yaşadığı başlıca sağlık sorunlarından biri. Yanma, batma, idrar yaparken ağrıyla karakterize olan bu sorun, özellikle yazın artmaya başlıyor. Çünkü havuz ve deniz sezonunda mayonun nemli kalması veya girdiğimiz suyun
yeterince temiz olmaması sistite yol açabiliyor.
Peki, sistitten korunmak mümkün mü? Günümüzde birçok kadının karşılaştığı bir sorun olmasına rağmen aslında günlük hayatınızda yapacağınız küçük değişikliklerle büyük farklar yaratabilirsiniz. Özellikle genital bölgenin nemli kalmasını engellemek, cinsel ilişkiden sonra idrara çıkmak; çok dar, naylon içerikli pantolon ve iç çamaşırlarından kaçınmak; tuvalete çıktıktan sonra temizliği önden arkaya doğru yapmak ve genital bölgede deodorant gibi koku verici kimyasallar kullanmamak hayatınızı çok kolaylaştırabilir. Bu önerilerin dışında doğal destekler de sistitten korunma konusunda
etkili olabilir.
Dost bakterilerden yararlanın
İdrar yollarında iltihaplanma oluşturan bakterilerin başında ‘Escherichia coli’ (E. coli) bakterisi geliyor. Onu tehlikeli kılan özelliklerinin en önemlisi, mesane duvarına yapışması ve hızlı kolonize olabilmesi. Yukarıda saydığımız etkenler sebebiyle artabilen bu bakteri aslında her zaman bizim floramızda bulunan fakat sağlıklı bir bedende hastalık yapabilme yeteneği olmayan bakterilerden biri. Çünkü bizi koruyan probiyotik bakterilerimiz bağışıklığımızı destekliyor ve bunların hastalık yapmasını engelliyor. Ancak iyi bakterilerimiz azaldığında E. coli’nin çoğalması için gerekli ortam oluşuyor. Bu yüzden yararlı bakterilerimize iyi bakmalı ve onların çoğalmasını sağlamalıyız. Buna beslenme düzenimize dikkat ederek başarabiliriz. Nasıl mı? Kefir, turşu, kombucha gibi probiyotik ve prebiyotik yiyecek ve içecekleri beslenme rutinimize dahil ederek… Ayrıca araştırmalar gösteriyor ki vajinal floranın çoğunluğunu ‘Lactobacillus’ bakterileri oluşturuyor. Laktik asit olarak da tanımlayabileceğimiz bu bakteriler, vajinal floranın PH’ında yaşamaya uyumlu. Dolayısıyla sistitten korunmak için doktorunuza ve eczacınıza danışarak Lactobacillus içerikli probiyotik takviyelerinden yararlanabilirsiniz.
Turna yemişinin gücü
Fonksiyonel beslenme için basitçe vücudumuzda antijen, alerji oluşturan gıdalar yerine doğal ve sağlığa faydalı besinlerin tercih edildiği bir yaklaşım diyebiliriz. Bu beslenme modelinde temel amaç sağlıklı bir sindirim sistemi ve bağırsak bariyer bütünlüğünü sağlamak; böylece güçlü bir bağışıklık geliştirebilmek. Nitekim diyetisyen Yeşim Temel Özcan da fonksiyonel beslenmenin en çok otoimmün (bağışıklık sisteminin vücudun normal dokularına saldırdığı) hastalıklarda kullanıldığını söylüyor:
“Multiple Skleroz (MS), kolit, alerjiler, hormon ve metabolizma problemleri gibi rahatsızlıklarda bağırsak bariyerlerinin bozulduğu görülüyor. Çünkü bariyerde geçirgenliğin başlamasıyla toksinler, pestisit ve herbisitler, katkı maddeleri, ağır metaller kana geçer. Bu maddeler vücutta döküntü, ateş, kramp gibi bir immün yanıt oluşturur. Bu yanıtlar arttıkça otoimmünite (bağışıklık sisteminde aşırı duyarlılık) gelişir. Biz de bu hastalıklarda semptomları iyileştirmek için fonksiyonel beslenmeden yararlanıyoruz.”
Bu hastalıklarda genetik faktörler etkili olsa da Yeşim Temel Özcan fonksiyonel beslenmeyle genetik dezavantajları düzeltmenin mümkün olduğunu söylüyor. Doğru gıda seçimi dışında stres yönetimi, uykuyu sirkadiyen ritme göre düzenleme, güneş alma, vitamin-mineral ve pH dengesine de dikkat çekiyor.
Fonksiyonel beslenmede menüden ilk çıkarılanlar glüten (ekmek, makarna, pastane ürünleri vb.), laktoz (süt ürünleri, işlenmiş gıdalar vb.), lektin (baklagiller, buğday ürünleri, kaju, patates, patlıcan vb.) ve kazein (peynir, süt, dondurma, şarküteri vb.) içeren besinler... Ayrıca patojenlere besi ortamı oluşturan şeker ve türevleri de kaldırılıyor. Bunların yerine kaliteli proteinler konuyor. Özcan bunları et ve et suyu, kemik suyu, tavuk suyu, yumurta, serbest gezen ve yeminden emin olduğunuz kuzu eti, kümes hayvanları
ve deniz balıkları şeklinde sıralıyor.
‘Onarım 6 hafta sürüyor’
Ardından antioksidan oranı yüksek ve prebiyotik sebzeler geliyor. Özcan kırmızı pancar, tatlı patates, brokoli, lahana, havuç gibi sebzeleri buharda pişirip veya sote edip iyice çiğneyerek tüketmeyi öneriyor.
Fonksiyonel yağların önemini de hatırlatan Özcan, omega-3’ten zengin beslenmemizi tavsiye ediyor. Deniz balıkları, ceviz, semizotu gibi omega-3 kaynaklarının yanında soğuk sıkım zeytinyağı, çörekotu yağı, avokado yağı ve Hindistan cevizi yağını beslenme planlarına dahil ediyor.
Bayram tatilinde, bahar kapımızı da çalmışken çoğu kişi Akdeniz veya Ege sahillerini ziyaret edecek. Denize, havuza girip güneşin altına uzanacak, kumsalda yürüyecek. Evet, bunlar bizi deşarj edecek, evimize dingin ve mutlu dönmemizi ve yaza enerji dolu girmemizi sağlayacak ama güneşin zararlı ışınları, denizin tuzu, havuzun kloru da saçlarımızı yıpratacak. Merak etmeyin, bundan korunmanın yolları var; hem de doğal ve evde kolayca yapabileceğiniz tariflerle...
Hindistan cevizi yağı bu konuda faydalanabileceğimiz yağların başında geliyor. İçindeki laurik asit ve kaprik asit saçlarımızı güçlendiriyor ve saç floramızı besliyor. Yararlanabileceğimiz bir diğer yağsa ylang ylang... Kokladığımızda fobi, korku ve önyargılardan arınmamızı, daha sakin bir insan olmamızı sağlayan bu uçucu yağ; sürüldüğünde saçlarımızın yıpranmasını engelliyor ve daha sağlıklı uzamasını destekliyor. Sedir yağı da yine cansız ve zayıf saçları güçlendirmede etkili.
Saçların birbirine dolanmasını engellemek, ve kolay taranmasını sağlamak içinse biraz paçuli yağı gerekiyor. 2 yemek kaşığı Hindistan cevizi yağına 2 damla ylang ylang yağı, 2 damla sedir yağı ve 2 damla paçuli yağı ekleyin. Bu maskeyi haftanın üç günü duşa girmeden iki saat önce saçınıza uygulayabilirsiniz. Duşta sülfat içermeyen, organik içerikli şampuanlar kullanmak da saç sağlığınız açısından iyi bir yatırım olur.
Nane yağı gürleşmesine yardımcı olur
COVID-19 pandemisinin başlangıcının üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre içinde hastalığa yakalananlar arasında yorgunluk ve halsizlik şikâyetleri endişe verici boyuta ulaştı. Eczaneye bu şikâyetlerle başvuranların sayısı giderek artınca ben de enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı Prof. Dr. Çağrı Büke’ye merak ettiklerimi sordum.
Prof. Dr. Büke halsizlik ve yorgunluğun COVID-19’un ilk belirtisi olabildiğine dikkat çekerek “Bunlar hastalığın akut döneminde ya da seyri sırasında da görülebilen veya sonrasında long COVID’de (uzun COVID) 6 aya kadar -hatta bazen daha uzun- süren yakınmalardan” diyor. Hastalık geçtikten, yani hasta iyileştikten sonra şikâyetlerin iki ay ve daha uzun süre devam etmesi uzun COVID olarak adlandırılıyor.
Prof. Dr. Büke’nin verdiği bilgiye göre, uzun COVID’in belirtileri arasında konsantrasyon kaybı, uyku düzensizliği ve depresyon da var. ABD Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri (CDC) de uzun COVID ya da post-COVID sendromu olarak adlandırılan bu durumun en yaygın belirtileri arasında yorgunluk, nefes darlığı, göğüs ve eklem ağrılarını sıralıyor. Konsantre olmada zorluk, baş ve kas ağrıları gibi çeşitli belirtilere de rastlandığı ifade ediliyor. Prof. Dr. Büke “Özellikle hastalığı ağır geçiren kişilerde halsizlik, yorgunluk, bitkinlik durumunu hem uzun süre hem de daha sık olarak görebilmekteyiz” diye ekliyor.
COVID-19’u ağır geçirenlerde halsizlik, bitkinlik ve yorgunluk daha sık görülüyor.
Nedeni farklı olabilir
Bu noktada temel problem şu; bu şikâyetler sadece COVID-19’a bağlı gelişmiyor. Örneğin bir kişi iyileştikten iki, üç ay sonra da şikâyetler ortaya çıkabiliyor. Prof. Dr. Büke “Bu durum, COVID’le mi ilişkili yoksa başka bir nedene bağlı mı gelişmiş bunu ayırt etmek çok zor” diyor. Peki ne yapmalı? Prof. Büke anlatıyor: “Kişilerin gündelik hayatlarını etkileyecek noktaya geldiğinde ve uzun süre devam ettiği durumlarda hekime başvurmak, tıbbi kontrolden geçmek ve birtakım testleri yaptırmakta yarar var. Anemi, kansızlık gibi durumlara bağlı olarak da bu şikâyetler olabilir. COVID’in seyri sırasında demir düzeyinin düştüğünü görebiliyoruz. Bu düşüş yorgunluğa neden olabilir. Bazen D vitamini düşüklüğü bile halsizlik yapabilir. Virüs, tiroid hormonlarını, dokusunu da etkiliyor. Tiroid fonksiyonlarındaki azalmalar da halsizlik, yorgunluk yapar.”
Öte yandan bu şikâyetlerin kaynağı sadece testlerle ortaya çıkacak bir sorun olmayabilir. Depresyon da benzer ilk belirtilerle karşımıza çıkabiliyor. Büke de COVID geçiren hastalarda böyle psikosomatik tabloların oluşabildiğine dikkat çekiyor: “Bu yorgunluk COVID’den diyerek önemsememek yerine yorgunluğu detaylı bir şekilde incelemekte yarar var.”
Geçen hafta The Guardian gazetesinde yayımlanan yeni bir araştırmanın sonucu çevre kirliliği ve beraberinde getirdiği sağlık risklerini tekrar gündemin ilk sıralarına taşıdı. Araştırma insan kanında ilk kez mikroplastiklere rastlandığını ortaya koyuyordu.
Mikroplastik, boyutları nedeniyle çıplak gözle görülmesi neredeyse imkânsız olan plastik parçacıklarına deniyor.
Bugüne dek çevreye bırakılan tonlarca plastik nedeniyle Everest Dağı’nın zirvesinden okyanusların en derin noktalarına kadar dünyanın her yerinde bulunabilen bu mikroplastikleri yiyip içtiklerimizle veya direkt olarak havadan soluyarak bedenimize alabildiğimizi biliyorduk. Şimdiyse araştırmacılar bu parçacıkları ilk kez insan kanında tespit etti. Hollanda’da gerçekleştirilen ve Environment International’da yayımlanan çalışma için 22 sağlıklı yetişkinin kan örnekleri incelendi, 700-500 bin nanometre (nm) aralığında plastikler arandı. 22 katılımcının 17’sinin kanında plastik parçacığa rastlandı.
Plastik kirliliğini azaltmayı amaçlayan sosyal girişim CommonSeas’in kurucusu Jo Royle “Plastik üretimi 2040’ta iki katına ulaşacak” uyarısında bulunuyor.