Doğan Hızlan

Ajandanıza not edin festival başlıyor

7 Şubat 2019
47. İstanbul Müzik Festivali’nin programı açıklandı. Hürriyet’in sanat sayfasında ayrıntılı bilgiyi dün okumuşsunuzdur.

Festivalin ilk yıllarını düşündüğünüzde yazları bir kültür çölü olan İstanbul’a katkısını sık sık anımsatalım.

Ne yazık ki festivallerin tarihini anmıyoruz, mukayese duygusundan çoğu zaman yoksunuz.

Elli yıl öncesinin İstanbul’unu bir gözden geçirin, o zaman gelişimi daha iyi fark edersiniz.

O yıllarda festival kavramını bilen, duyan çok azdı.

Kışın Türk ve Batı müziği toplulukları, solistleri tek bir salonda ağırlanabilirdi.

O da Saray Sineması’ydı.

Filarmoni Derneği, Batı müziği konserlerini düzenlerdi.

Samson François

Yazının Devamını Oku

Tiyatro oyuncusunun kaderi

5 Şubat 2019
DİZİLERİN olmadığı, bu kadar çok filmin çekilmediği zamanlarda tiyatro oyunlarının kayıtları yapılmamıştır. Çoğu oyunları gördük ama yeniden onu ekrana getiremiyoruz.

Biyografilerini içeren kitapların azlığı da bu ilgisizliği tetikliyor.

Zeynep Miraç’ın Ayşen Gruda için, ‘Bu kalp seni unutur mu?’ (1) yazısını severek okudum. İyi bir portre çizmiş, sanatçının özelliklerini sıralamış, duruşunu betimlemiş.

İleride onun hakkında yazacaklara kaynak olacak bir yazı.

Zeynep Miraç, tiyatro dünyasını yakından tanıyan, ünlü adlar üzerine yazan biri. Sanatçı bir soruya bakın ne cevap veriyor?

“Hatırlanmak istemem hiç. Hatırlanmayı sevmem ben. Hatıralardan nefret ederim. İleriye bakmak lazım. Hep ileriye bakmak lazım.”

Bir tiyatro sanatçısının yaşamını, ekonomik darboğazlarını bu yazıdan öğrenebilirsiniz. Her zaman sanatçı sorumluluğu taşıdığını alıntılardan öğreniyoruz.

15 yıllık tiyatro birikimi ve televizyonun getirdiği şöhret geçimini sağlamaya yetmez.

Antalya Film Festivali tarafından verilen onur ödülünü alırken bir kez daha vicdanıyla konuşur:

Yazının Devamını Oku

Baksı Müzesi ve Bayburt türküleri

3 Şubat 2019
Baksı müzesi, Anadolu’nun bir kentinde, Bayburt’ta İstanbul’u etkileyen bir mekân yaratılabileceğinin imrenilecek bir örneği.

İstanbul’dan gidenler, orada yaşayanlar, dünyaca meşhur bir seramik sanatçısının Alev Ebuzziya’nın  eserlerini gördüler.

Geçen hafta benim de üyesi olduğum mütevelli heyet toplantısında, kurucu, iyi ressam Hüsamettin Koçan’ın konuşması, Anadolu’dan bir sanat yükselişinin öyküsüdür.

Müze, Avrupa Müze Ödülü’nü kazandı. Müzede önemli sergiler açılıyor, sabit sergide ünlü ressamların tablolarını görebilirsiniz.

Baksı, kadınların da üreten bir kimlik kazanmalarını sağladı. Ekonomik açıdan güçlenmelerini destekledi.

Yazları konserler veriliyor, toplantılar yapılıyor. Genç sanatçılar müzede çalışabiliyorlar, atölye işlevini de bu müze üstleniyor.

O gün toplantıda iki CD verildi bizlere. Adları şöyle:

“Yuvarlak Masa Toplantıları”, “İlk Kayıtlarıyla Bayburt Türküleri”.

Yazının Devamını Oku

Kemalettin Kamu’yu okurken...

2 Şubat 2019
Adını meşhur şiirinin bir dizesinden alan ‘Gurbet Benim İçimde’, ‘hüznün şairi’ Kemalettin Kamu’yu hatırlamak için güzel bir vesile. Türk şiirini bir bütün olarak okumak, öğrenmek isteyenler bu kitabı ihmal etmesin.

Zaman zaman antolojilere bakmalıyız. İlk okuduğumuzda çok sevdiğimiz bir şair, bir şiir, şimdi o eski etkiyi uyandırmayabilir. Ama ben daima onun edebiyat tarihindeki, dönemindeki yerini düşünürüm.

Onların şiir zevkimizin oluşmasında ne kadar önemli olduğunu fark edersiniz.

Kemalettin Kamu’nun ‘Gurbet Benim İçimde’ başlıklı ‘Bütün Şiirleri’ni okurken onun eskimeyen yanlarını saptamaya çalıştım. Kitabı Ziya Karatekin hazırlamış.

Bütün antolojilerde yaşamını bulabileceğinizden doğum ve ölüm tarihlerini veriyorum. 15 Eylül 1901’de Bayburt’ta doğdu, 6 Mart 1948’de Ankara’da öldü. Kitabı hazırlayan Karatekin de 1961 yılında Bayburt’ta doğdu.

Onun üzerine yazılanlardan, benim yorumlarımdan önce, en tanınmış ‘Gurbet’ şiirini okumanızı isterim:

“Gurbet o kadar acı

Ki ne varsa içimde,

Hepsi bana yabancı,

Yazının Devamını Oku

Ömer Seyfettin özel sayısı

31 Ocak 2019
DERGİLERİN hazırladıkları özel sayıların eleştirmenler, edebiyat tarihçileri için önem taşıdığını biliriz. Çünkü o sayılarda birçok kişi bir edebiyatçıyı farklı yaklaşımlarla değerlendirir.

HECE’nin özel sayısı: Hikâyenin Türkçe Sesi: Ömer Seyfettin*

Özel sayıyı hazırlayan Hülya Argunşah ve Ayşe Demir’in yazdıkları ‘Sunuş’tan bir bölüm:

“Ömer Seyfettin, uzun yıllar boyunca Türk okurunun erken yaşlardan itibaren tanıştığı, belki de okumayı öğrendikten sonra karşılaştığı ilk isimlerden biri oldu. Sağlam hikâyesi, anlaşılır dili ve çoğu idealize edilmiş kahraman kadrosuyla okunası bir yazar olarak ismi daima akıllarda taşındı. Ancak bu tanışıklık bazı olumsuzlukları da beraberinde getirdi. Bu olumsuzluklardan ilki, yazarın külliyatıyla ilgilidir. Ömer Seyfettin, en çok basılan ve en çok okunan yazarlardandır. Bu durum onun geniş kitleler tarafından tanınmasına yardımcı olurken diğer yandan en çok istismar edilen yazar haline getirmiştir. Bu yaklaşım, akademik bir endişeyle sağlam bir külliyat ortaya konulmuş olmasına rağmen değiştirilememiş ve yazarın sınırlı sayıdaki hikâye etrafında düşünülmesi anlayışı kırılamamıştır.

Oysa bugün 160 kadar hikâyesi tespit edilen ve yayımlanan yazarın, bütün külliyatı çapında değerlendirilmesi, hakkındaki kanaatleri de tartışılır hale getirebilecek durumdadır. Özellikle idealist kimliği ve bu paralelde yarattığı hikâye kişileri dolayısıyla rol modeller sunmak üzere okunan ve okutulan eserleri, bu zengin külliyatın küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Tarihe, gündelik hayata, insanın yalnızlığına, yaşama sevincine, evrensel değerlere dair söyledikleri, ustaca kullandığı mizahı, teşhirci olmayan ancak huzursuzluk veren eleştirileri, aşina olmayan diğer hikâyeleridir.

Ömer Seyfettin’in sanatçı kimliği kadar önemli ve devri açısından etkili bir tarafı da fikir yazılarında ortaya çıkan düşünce adamı kimliğidir. 1910’lu yıllarda içinde yaşanan şartlar dolayısıyla yeniden keşif ve inşa edilen Türk kimliğinin, Türkçenin ve Türk edebiyatının müstakbel prensiplerini ortaya koyan, bu prensiplerin savunmasını yapan, yol haritasını belirleyen yazılar yazar.”

Rasim Özdenören, ‘Yeni Türk Edebiyatı Ömer Seyfettin’siz Düşünülemez’ yazısında onun yazarlık yaşamındaki etkisine değiniyor:

“Öykü yazmaya başladığım 1955-56 ders yılı başlarında idolüm Ömer Seyfettin idi. Öykü olarak yalnızca onun külliyatını baştan sona okumuştum. Gerek okulda Türkçe ve edebiyat derslerimizde gerekse haricen öğrendiğimiz bilgilerimizde onun öykü kurgusu öngörülüyordu.

Sait Faik ‘Alemdağda

Yazının Devamını Oku

Dünya Kitap Ödülleri verildi

29 Ocak 2019
Yayın dünyasının belleği Dünya gazetesinin eki Dünya Kitap’ın yirmi altı yıldır verdiği gelenekselleşmiş ‘Yılın En İyileri’ ödülleri geçen hafta Dünya Gazetesi ‘Globus’ Konferans Salonu’nda düzenlenen törenle sahiplerine sunuldu.

Ödüller kimlere verildi:

‘Yılın Telif Polisiye Kitabı’ ödülü ‘Rakun’ kitabıyla Suat Duman’a verildi.

Seçici kurul Adnan Özer, Alper Canıgüz, Faruk Şüyün, Metin Celâl ve Seval Şahin’den oluşuyordu.

Gastronomi kültürü kitapları arasındaki seçimdeyse ‘Yılın En İyi Gastronomi Kitabı’ ödülünü Nejat Yentürk, Oğlak Yayınları tarafından yayımlanan ‘Ayaküstü İzmir/Sokak ve Fırın Lezzetleri’ çalışmasıyla aldı.

Maximilian J.W. Thomae ise yeme-içme kültürüne yıllardır yaptığı katkılar nedeniyle ‘Gastronomi Kültürü Emek Ödülü’ne değer görüldü.

‘Yılın Telif Kitabı’ ödülü ise Ayşe Sarısayın’ın Can Yayınları tarafından yayımlanan ‘Denize Yazıldı’ kitabının oldu.

‘Yılın Çeviri Kitabı’ ödülü, Regaip Minareci’ye Peter Stamm’dan çevirdiği Nebula Kitap tarafından yayımlanan ‘Yedi Yıl’ kitabı nedeniyle verildi.

‘Yılın Yayınevi’ de toplantılarda yapılan çalışmalar sonunda Aras Yayıncılık’a verildi. Ödül Aras Yayıncılık’tan Rober Koptaş’a sunuldu.

Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet’in dansı:Tango

27 Ocak 2019
BATILILAŞMA hareketinin bazı simgeleri vardır, bunlardan biri de tangodur. Cumhuriyet balolarında tuvaletli hanımlar ile smokinli beyler tango yaparlar.

Okul çaylarında benim de yaptığım danslardan biriydi.

Birçok toplantıda, eskiden düğünlerde Türkçe tangolar çalınırdı. Kimler tango bestelerdi?

Başta Necip Celal Andel, Fehmi Ege, Necdet Koyutürk, İbrahim Özgür.

En tanınmış solistleri de Şecaattin Tanyerli’ydi. Arjantin tangolarını ise Selçuk Kaskan söyler, ona da bandoneon çalan Orhan Aşar Orkestrası eşlik ederdi.

Tangonun kısa hikâyesi ve bu albüm hakkında bilgi aktaralım.

19. yüzyıl sonlarında Arjantin’de doğan ve 20. yüzyıl başlarında diğer ülkelerce de benimsenen tango, özellikle 1930-1950 yılları arasında altın devrini yaşamıştır. Tango, başta İtalya olmak üzere Akdeniz melodilerinin, Batı dünyasının geleneksel armonisinin, Avrupa şarkı formlarının, Latin Amerika ve Afrika’nın yerel ritimleri ile ilginç bir sentez oluşturması sonucu ortaya çıkmıştır. Bu nedenle tango, gerçek anlamda uluslararası bir müziktir. Aslında bir Alman aleti olan bandoneon tangoya karakteristik ses rengini verir.

Tango, 1923 yılında kurulan Cumhuriyet ile Türkiye’de de şaşkınlık uyandıran bir şekilde hızla yaygınlaşmıştır. Kuruluş yıllarında yüzünü her anlamda Batı’ya dönen genç Cumhuriyet’in ilk benimsenen müziği olmuştur. Rahatlıkla denilebilir ki tango, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çoksesli müziğidir. Bu albümün amacı, birbirinden güzel 11 tango bestelemiş olan ilk ve en büyük Türk tango bestecisi Necip Celal Andel’in tangolarının tümünü birbirinden farklı tango stilleri ve gerçek tango yorumlarıyla arşivleyip dünya tango literatürüne kazandırmak ve besteciyi onurlandırmaktır.

Necip Celal Andel

Yazının Devamını Oku

İnsanımızın nice değişiminin seyir defteri

26 Ocak 2019
Nostalji kelimesi, basit, sözlük anlamıyla var olmaz Selim İleri’de. O, kurulmuş bir sahnedir, kahramanlar oraya gelip resim çektirip giderler. Yazar, dünden bugüne uzayan tarihimizi yazar.

Selim İleri’nin eserlerini toplu bir okumayla gözden geçirirseniz, iyi bir yazarın bireysel eksen etrafında toplumsal panoramamızı da romana getirdiğini, çok yönlü bir çalışmayı okuduğunuzu kabul edeceksiniz.
Her zaman savunduğum bir düşünce; bir yazarı tek kitaptan tanımanın eksik yargılara yol açacağıdır.
Selim İleri, hayatla edebiyat arasındaki gelgitleri yazarken kahramanlarının incinen yanlarını da yazıya döker, o zaman bu kahraman yaşadığımız toplumdaki konumuyla da bize bilgi vermiş olur. Art arda bazı kitaplarını okuduğumuzda, tek tek tespitlerimizin boyut kazandığını söyleyebiliriz. Her yazarın bir ülkesi vardır, somut bir toprağa bağlıdır. O, İstanbul yazarıdır. Yok olan İstanbul’u anlatırken bu yok oluşun içinde yitip giden insanları da anlatır. Böylece toplumsal yapı ile o yapının içindeki insanlar bir roman bütünlüğü oluştururlar.
Onun bütün kitaplarını okudum. Kitaplığımı düzenlerken ilk baskısı Hürriyet Yayınları tarafından yapılan ‘Destan Gönüller’ kitabını buldum. 1973 yılında yayımlanmış. Kitabın adını benim söylediğim Hüseyni bir şarkıdan almıştı. Onu okuyalım:
“Firkat-i cânân ile nâlân mı oldun ey gönül
Âteş-i hicrân ile sûzan mı oldun ey gönül
Yâr ile dilşâd iken giryân mı oldun ey gönül

Yazının Devamını Oku