Türkiye’deki müziğin estetik, toplumsal, siyasal açıdan yaptığı değerlendirmelerin birçoğuna katıldım.
Aramızdan ayrılışından sonra onun gerek mesleki gerek müzikle ilgisine değinen çok önemli bir yazıyı sevgili Sedat Ergin yazdı. Çok başarılı, belgesel bir portre yazısıydı, Aytaç Paşa’yı tanımak isteyenler mutlaka o yazıyı okumuşlardır, okumadılarsa okusunlar.
Paşanın veda kokteyli ile yazıma başlamalıyım.
Ordudan ayrıldıktan sonra, Harbiye Orduevi’nde bir veda kokteyli vermişti. Salona girdiğimde bir müzik festivali öncesindeymişim izlenimi uyandı bende. Geçmiş zaman, yanılmış olabilirim ama medya dünyasından kimseye rastlamadım, demek ki Aytaç Yalman, müzikle ilgimi bildiği için beni çağırmıştı, müzisyenler kontenjanından davetliydim.
Türkiye’nin ne kadar önemli müzisyenleri, orkestra şefleri, solistleri varsa o gece oradaydılar. Unutulmaz bir geceydi, bir komutanın müzik tutkusunu simgeliyordu.
Oradan ayrılıp Ürgüp Belediye Başkanı Bekir Ödemiş’in düzenlediği Semih Balcıoğlu Karikatür Yarışması’nın jüri toplantısına gitmiştim.
Müzikle ilgisinin tenor Edip Arman’ın ona armağan ettiği long play’le başladığını söylemişti.
Belgesel anlayışla, özenle yazdığı Atatürk’ün Okul Yılları adlı tiyatro kitabı üzerine daha önce bir tanıtmam çıkmıştı.
İcracı onu bize sevdirmiş, unutulmaz kılmış. O parçayla anılarınız örtüşür, yalnız onu değil, o yılları da anımsarsınız. Birden beğeniniz geniş açı bir hal alır.
Tanju Okan’ın (1938–1996) ‘Kadınım–Kime Ne’ uzunçalarını dinledim.
Urla’ya gittiğimde hem Yunan şair Yorgo Seferis’in kaldığı mekânı gezmiş hem de Okan’ın heykelini görmüştüm.
Yurtiçi ve yurtdışı kayıtları ne kadar başarı sağlamıştı. Hiç kuşkusuz Türkiye’de çok ünlenmişti, belirtildiğine göre Patricia Carli’nin aracılığı onu sınırlar ötesinde üne ulaştıramamıştı.
Patricia Carli’yi dinlemiştim.
Hafif müziğimizin yurtdışındaki serüveni bir inceleme konusu.
Bir fotoğraf: 1964’te Tülay German–Erol Büyükburç–Tanju Okan. Balkan Müzik Festivali’nde birincilik ödülünü almışlardı.
Uzunçaların ilk parçası bir zamanların çok dinlenen parçası ‘Kadınım’.
Türk edebiyatında bazı önemi adlar vardır ki köşelerinde üretirler, küçük bir dost çevresi içinde yaşarlar, kalabalıktan uzak bir yalnızlığı seçmişlerdir.
Erzincan’da doğan Kutlu, edebiyat öğretmenliği yapmış, daha sonra da dergi ve yayınevi yönetmenliğini üstlenmiştir.
Öykü ve denemeleriyle tanınmıştır.
Evime kapandığımdan kütüphanemi tarayarak onun kitaplarına ulaşamadım.
Dergâh dergisi ve yayınlarının sahibi Asım Erverdi’nin bana gönderdiği yazıdan bazı bölümleri okurlarıma aktarıyorum.
Bazı yazarların ünlenmesi, okur çoğunluğuna ulaşması için bazı hatırlatmalar gerekir.
Mustafa Kutlu
26 Kasım 1934’te Denizli’de doğdu.
1999-2005 arasında Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanlığı’nı üstlendi.
Çeşitli ödüller aldı:
Bektaş mimarlık anlayışını şöyle tanımladı:
“Kendi kültürünün, geleneğinin ne olduğunu bilmeyen kişilerin bilgisizliği uyarınca yapılan yapılar, ‘Bu geçmişin çocukları bunlar olabilir mi?’ sorusunu akla getiriyor.
Bana göre mimar, özellikle de bizim mimarlarımız, kültür birikiminin bilincinde olmalı.
Mimarlık elbette ki insanlar için, bu çağda onlara insancıl oylumlar sunmak için yapılmalıdır. Onların gereksinimleri, mutlulukları sağlıkları için çalışmak demek bu.”
Bektaş
Benim onunla tanışmamı anlatmanın tam zamanı diye düşündüm.
Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, onu kutlamak için Beştepe’deki törene gittim.
Ankara’ya giden uçakta yanıma oturan zatla birbirimize iyi yolculuklar diledik.
Koltuk arkadaşım birkaç dakika sonra benim bir yazımdan söz etti.
Yazımın konusu Sirkeci’deki 1. Abdülhamid Külliyesi idi. O zamanda buradan yoksullara nasıl yemek dağıtıldığına değinmiştim. Konu Sirkeci olunca, gündeme tarihi yarımadanın canlandırılması geldi.
Doğrusu ilgilendiğim bu konudaki yazımı okuyan koltuk komşuma, ‘Kiminle tanışıyorum’ sorusunu sordum.
‘Ben sizin komşunuzum’ diye söze başladı, ‘Bağcılar’daki Medipol Hastanesi’nde doktorum, adım Fahrettin Koca’. ‘Tanıştığıma sevindim’ dedim, bana cep telefonunu verdi.
Tabii arkadan benim sağlığım konuşuldu, kurabiyeye düşkünlüğümü itiraf edince, ondan uzak durmamı tavsiye etti.
Barış Yıldırım kitabın niteliğini şöyle tanıtıyor: “Sevda Şener, Süreyya Karacabey gibi tiyatro araştırmacılarımızın bu alandaki öncü çalışmalarının yanında kıymetli yerini alan bu kitap, Nâzım Hikmet tiyatrosunun bütününü yeniden yazım izleğinde ve çağdaş sanat kuramlarının izinde kapsamak gibi zorlu bir işe girişiyor. Nâzım Hikmet tiyatrosunun en dikkat çeken özelliğini, pek çok farklı biçimin, diyalektik materyalist felsefenin harcıyla birbirine nasıl bağlandığını araştırıyor.”
Yazar kitabını yazış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Ortaokul yıllarımın hemen başında, ablamın çalışma masasının üzerinde ne varsa okuduğum, walkman’inde ne varsa dinlediğim, televizyonda ne izliyorsa benim de takip ettiğim, yani tipik bir küçük kardeş olduğum zamanlarda, onun bir defterinde rastladım ‘Mavi Gözlü Dev’e... Bu karşılaşmanın ardına o sıralarda düşmedim, sadece hafızamda ismini ve iri gözlü, kocaman, yorgun, hırpalanmış ellerini göğsünde kavuşturmuş, kalbi kırık ve öfkeli bir adamın resmini sakladım senelerce. Lise yıllarındaysa bana Yaşar Kemal’i, Orhan Kemal’i, Sabahattin Ali’yi de anlatan edebiyat hocamdan, İlknur Genç’ten tanımaya başladım Nâzım Hikmet’i... Ardından Moda’da, artık olmayan Çınar Sahaf’tan bulduğum, Ülkü Tamer’in ‘Nâzım Hikmet-Seçme Şiirler’ kitabı satın aldığım ilk kitap, Taksim’de artık olmayan Atatürk Kültür Merkezi Büyük Salon’da sahnelenen ‘Kuvayi Milliye: Kurtuluş Savaşı Destanı’ da kendi başıma izlediğim ilk oyun oldu.”
Osmanlı ve modern Türk
şiiri için önemli bir isim
Walter G. Andrews, tek cümleyle şöyle tanıtılıyor: “Osmanlı ve modern Türk şiirinin dünya okurlarına ulaşmasını sağladı.” Gündoğdular kitabın başında Andrews’u tanıtıyorlar; çalışmalarını, emeklilik sonrası hayatını nasıl sürdürdüğünü yazmışlar. Kitaba adını veren ‘Deniz Feneri’ aldığı ödülün adı. Kitap, Walter G. Andrews’un 80’inci yaşına bir armağan özelliğini de taşıyor. Osmanlı ve modern Türk şiiri üzerine bilgi almak isteyen herkes için önemli bir isim.
Yıllardır yabancı polisiye yazarlar dilimize çevrildi, bizim polisiye roman yazanlar görmezden gelindi.
Birçok polisiye roman eski raflarda ya da tefrikalarda kaldı.
Hiç kuşkusuz bu yazarların içinde en önemlisi Peyami Safa’nın Server Bedi takma adıyla yazdığı ‘Cingöz Recai’ serisiydi.
Romanlar bugün yayımlanınca, onların bizim polisiye edebiyatında taşıdığı önem de ortaya çıktı.
Her zaman bir yazarı tanımak için bütün eserlerini okumanın gereğini hatırlatırım.
Bence Peyami Safa’nın kendi adıyla yazdığı romanları okuyanlar bunları da okuduklarında arada bağ kurabilirler.
Seval Şahin, Ötüken Yayınevi’nin önerisiyle bu diziyi hazırladı ve yönetti. Ayrıca bazı kitapları da o hazırladı.
Bir buçuk yıl süren çalışmalarda
Belli bir yaştan sonra dost yokluğunu derinden hissedersiniz.
O günlerden birini yaşıyorum yine.
Afitap Hanım derdim ona.
Ertuğrul Özkök aynı kuşaktan olmanın hüznünü müthiş bir duyarlıkla yazdı dün.
Onun siyasal anlayışı bir gençlik hevesi değildi. Çünkü onu okuyarak, yaşayarak benimsemişti. Hayatı boyunca sözlüğünde olmayan kelime ‘taviz’di.
Samimiyetin, sırdaşlığın da bir uygarlık mesafesi olduğunu hepimize öğretti.
‘Sol’ onun için her şeyiyle bir yaşama biçimi idi. İdeolojinin kitap sayfalarından gündelik yaşama geçmedikçe inandırıcılık taşımadığını ispatlayan tanıdıklarımdan biriydi.
Birçok dönemde birlikte çalıştık,