Alâattin Diker’in yazısından başlangıç satırlarını aldım:
“Bugün Avrupa ülkelerinde 5 milyondan fazla Türk yaşamaktadır. İşçi göçünün bireye ve topluma etkisi olduğu kadar kültür hayatımızda da sonuçları olmuştur. Avrupa’da yaşayan Türkler bugün iki kimlikli bir hüviyete sahiptirler.
Amin Maalouf, ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ isimli kitabında bu yeni durumu şöyle anlatır: ‘Yabancı ülkeye göç eden birinin, öncelikle kendi ülkesinden göç ettiği unutuluyor. Sıradan bir ayrıntı değil bu. Göçmen gerçekten iki kişidir; kendini öyle görür. İki farklı topluma aittir.
Türkçe yazdığı için Türk edebiyatına; Almanca yazıldığı zaman Alman edebiyatına dahil edilmek gerekir.
Bulgar yazar Elias Canetti ile Kırımlı yazar Cengiz Dağcı Londra’da yaşamışlardır. İlki Almanca diğeri Türkçe yazmış eserlerini. O yüzden ‘Göçmen Edebiyatı’ uygun bir tanımdır.”
Kendi ülkesinin dışında yaşayanları, yazanların tümünü bu tanım altında açıklamak mümkün değildir.
Almanya’daki yazarların ilk kuşağı için doğru bir sınıflama ama ondan sonra gelen kuşakları göçmen statüsünde değerlendirirsek onları eksik tanımlamış oluruz.
Diker
“Her şeyden önce buradan, dün akşam Suriye’de hayatını kaybeden askerleriniz için en samimi duygularımızla başsağlığı dilediğimizi ve Türkiye ve Türk halkıyla tam bir dayanışma içinde olduğumuzu ifade etmek istiyorum. İdlib’in statüsü konusunda varılan anlaşmaların ve genel anlamda uluslararası insancıl hukukun Suriye rejimi ve Rusya tarafından tekrar tekrar ihlal edilmesini kınıyoruz. Tekrar başınız sağ olsun. Fransa, Türk dostlarının yanındadır. Bugün bir araya gelmemize vesile olan konuya dönecek olursak, bu yıl Fransa’nın onur konuğu olduğu 14. Ankara Kitap Fuarı’nın açılış törenine katılmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum.
Kitap fuarı, bütün okuyucu nesillerinin, kalabalık ve kitap dolusu koridorlarda gezinmenin keyfini yaşayarak, kültür, edebiyat veya felsefeye dair bir kutlama için bir araya gelmekten keyif aldıkları açık bir yerdir. Kitaplarını imzalayacak onlarca saygın yazarın katılımının yanı sıra, fikir ve teatileri canlı kılmaya yarayan konferanslar düzenlenecektir. Bu konuda kendisiyle bütünüyle hemfikir olduğum Yazar Alice Ferney şöyle yazmıştı: Öyle zannediyorum ki hayatın kitaplara ihtiyacı var.
Kitapların, okuyuculara olduğu kadar yayıncılara da ihtiyacı vardır. Bugün, ziyaretçilere son yayınlarını tanıtmak üzere Türkiye’nin dört bir köşesinden gelen altmış kadar yayınevini selamlamak istiyorum. Türkiye’deki kitap pazarı iyi durumdadır, hatta son yıllarda istikrarlı bir yükselişte olduğuna tanık oluyoruz. Keza yayımcılık alanındaki üretim, 2010’da yıllık 35 bin eserden geçen yıl 65 bin esere yükselerek son 9 yılda neredeyse iki katına çıkmıştır. Söz konusu eserlerin yüzde 15’i çeviridir ve bu alanda Fransızca, İngilizceden sonra, Türkiye’de en çok çevrilen ikinci dil olmaya devam ediyor.
Fransa, üç alanda bu etkinliği desteklemek üzere Türk yayıncı ve okuyucularının yanındadır. Bunlar genç edebiyatı, beşeri ve sosyal bilimler ile çağdaş edebiyattır. Yılda iki kez, otuz kadar eserin çevrilmesine olanak tanıyan Yayım Yardım Planı yayınlıyoruz. Örneğin geçen yıl Mathias Enard’ın (2015 Goncourt Ödülü sahibi) Boussole (Pusula ) adlı eseri çevrilmişti. Bu arada, bugün aramızda bulunan bahse konu eserin çevirmeni Sn. Ebru Erbaş’ı (1) selamlıyorum. Çok başarılı bir çevirmen ve yazar olan dostumuz Sn. Yiğit Bener (2) ile birlikte bir konferans verecekler.
Son yıllarda yine, Gilles Deleuze’ün, Michel de Certeau’nun , metinlerinin yanı sıra Albert Camus’nün mektuplarının Türkiye’de yayımlanmasına imkân sağladık.
Mükemmel çevirmenler olmadan iyi çeviriler olmaz. Çevirmenlerdir, iki ülke kültürünün birleşme noktasında yaşayanlar.
Fransa’nın Türkiye Büyükelçiliği, Fransız Kültür Merkezi ile birlikte, ‘Ulusal Çeviri Ödülü’ kurmaya karar verdik.
Bu ödülün ilk kazananlarının isimlerini gelecek haziran ayında İstanbul’da düzenlenecek bir tören münasebetiyle kutlayacağımızı buradan resmen açıklıyorum.
Büyüklerin ve çocukların sevgilisi
ürk tiyatrosunda ve sinemasında ‘komik’ sözünün hatırlattığı adlardan biri de Adile Naşit’tir. Tiyatroda, sinemada hep iyilikten yana bir insanı temsil eder. İyi kalpli, yardımsever, güldüren ve ağlatan bir oyuncu... Haldun Dormen’in ‘Hisseli Harikalar Kumpanyası’ndaki bale sahnesinden ‘Hababam Sınıfı’ndaki oyununa kadar birçok sahnesi belliğimde yaşar.
Sibel Öz, ‘Oyuncu: Yeşilçam Yıldız Sisteminde Bir Anti-Yıldız Adile Naşit’ (İletişim Yayınları) kitabını yazma nedenini şöyle açıklıyor: “Uykudan Önce çocuklarından biri olarak Adile Naşit’e karşı duyduğum derin sevginin yanı sıra Yeşilçam sinemasının pek çok değeri gibi Adile Naşit hakkında da yeterli çalışmanın olmamasının verdiği sorumluluk duygusuyla belki de kuşağımızın ‘Adoş’a olan borcunu ödemek istedim şahsen. Özellikle çalışmanın başlangıcında, Adile Naşit’e verdiğim kıymetten dolayı çok ürktüğüm, korktuğum, tökezlediğim dönemler oldu. Ancak onun sevgi ve mücadele üzerine kurulu yaşamöyküsünün peşine takılmıştım bir kere, bir daha bırakmak mümkün olmadı.
5 üzerinden 4 yıldızOyuncu:
Yeşilçam Yıldız Sisteminde
Bir Anti-Yıldız
Camilerinden saraylara, korularından adalara bu geniş coğrafyayı gezerek keşfedemezsiniz, hakkında kitaplar da okumalısınız. Tavsiyem, gitmeden önce kitapları okuyup gittiğiniz yerin tadına varmak.
Saffet Emre Tonguç’un ‘Kanatlarımda İstanbul’ kitabını okurken gördüğüm yerleri bile yeniden görme arzusu uyandı bende. İstanbul için yazılanlar bir büyük kütüphaneyi doldurur. İstanbul’u öğrenmek için Soğukçeşme Sokağı’ndaki Çelik Gülersoy’un İstanbul Kitaplığı’na da gidebilirsiniz.
Her zaman söylerim, insan en az yaşadığı şehri tanır, çünkü nasıl olsa bir gün giderim deyip hep ertelersiniz. Gezeceğiniz yerlerin tarihini bilmek de yetmez, orayı şairler, yazarlar nasıl anlatmış, bunları da okuyarak bu şehri daha çok seversiniz.
İstanbul’un bazı yerleri vardır ki görmüşsünüzdür, belki de her gün önünden geçip gidersiniz, merak eder misiniz? Günlük telaşın içinde hepimiz ihmal edebiliriz.
Cağaloğlu’ndan inerken basın tarihinin duraklarını
öğrenmek istersiniz, Eminönü’nde eski sokakları hatırlayıp Mısır Çarşısı’na girersiniz.
Beyazıt bir çoğumuz için öğrenim hayatımızın başkentidir. Üniversitesi, kütüphanesi, Sahaflar Çarşısı ile...
İstanbul’un tarihini okuduğunuzda dünle bugün arasında yaptığınız mukayese size hoş saatler geçirtir. Kozmopolit İstanbul’un camileri, kiliseleri, havraları bu şehrin uhrevi havasının kendine özgülüğünü ispatlar. İstiklal Caddesi’nden geçerken Batı ile Doğu’nun kültür bileşkesinin yalnız yaşama biçimine değil, mimariye de nasıl yansıdığını gözlemleyebilirsiniz. Boğaz’ın iki yakasındaki Rumeli Hisarı ile Anadolu Hisarı arasındaki benzerlikleri de, farkı da hissedersiniz.
Öyle yayıncılar vardır ki, çıkardıkları kitaplarla yalnız yayıncılık tarihine değil, özgürlük tarihine de geçmişlerdir.
Tan Matbaası baskınından kitap toplatmalara kadar bizi hüzünlendiren, üzen olayları anımsadım.
27 Mayıs 1960’tan sonra yayın dünyasına gelen özgürlük, solun temel kitaplarının okunmasını sağladı.
Üniversite yıllarında sol edebiyat eleştirmenlerinin kitaplarını üniversitenin arka kapısından çıktığımda Redhouse Yayınevi’ne uğrar oradan alırdım. Dil bilenler bu kaynaklardan yararlanabilir ama Türkçeye çevrilemedikleri için birçok kimse bu olanaktan yoksun kalırdı.
Bu dönem sadece çeviriler açısından zenginlik kazanmadı, yerli incelemeler de bu dönemde yapılabildi, yayınlanabildi.
Ankara’da yaşamadığım için Muzaffer İlhan Erdost’un kitabevini çok az biliyorum.
Pazar Postası dergisini yönetirken ona birkaç yazı gönderdim ve yayınlanmıştı.
Sol Yayınları’nın kitaplarını o zaman kitap dağıtımını yapan bugün Sosyal Yayınlar’ın yönetim yeri Kitap Sarayı’nda bulabilirdiniz.
Önce bir Beethoven koleksiyonu alacaklara bilgi vereyim.
Naxos firması 90 CD’lik bir koleksiyonu satışa sundu.
İçlerinde bazı parçaların dünya prömiyerinin kayıtları da var.
Beethoven’ın yaşamındaki önemli günlerin listesi var.
1770’de Bonn’da doğdu.
9 Haziran 1804’te Eroica çalınmış.
Ünlü Beethoven hayranları:
Festivalin özelliği, şiiri ve genelde edebiyatı daha büyük kitlelere ulaştırmak, onlara bu zevki aşılamaktı.
Festival direktörü şair ve yazar Adnan Özer, başarılı geçen festival hakkında bilgi verdi.
Tarihi 18-22 Şubat 2020 olarak belirlenmiş XII. Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali’nin açılış töreni 18 Şubat Salı gününün akşamı Tophane-i Amire Kültür Sanat Merkezi’nde yapıldı. Saat 19.00’da Adnan Özer’in açış konuşmasıyla başlayan tören gecenin ilerleyen saatlerine dek sürdü. Özer festivalin on iki yılını kısaca değerlendirmesini yaptı.
İstanbul Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü Handan İnci kürsüye davet edildi. İnci, bu yıl kurum olarak Uluslararası İstanbul Şiir ve Edebiyat Festivali ile işbirliği içinde bulunmalarından dolayı duydukları mutluluğu belirtti.
O akşam Tophane-i Amire’de açılan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü ile Geleneksel Türk Sanatları Bölümü öğrencilerinin Prof. Ayşegül İzer ve Prof. Faruk Taşkale denetiminde yaptıkları çalışmalardan oluşan “Bercesteler” sergisi büyük ilgi gördü.
Divan şiirimizin örneklerini görsel sanatlar yorumuyla görmek (okumak da) heyecan vericiydi. Serginin alt metninde berceste şöyle açıklanıyor: “Berceste, zarif söylenmiş, ince veya hikmetli anlamlar taşıyan güzel beyit veya mısradır. Söyleyişi mükemmel yahut nükteli olduğu için kolayca ezberlenir ve yine kolayca hatırlanıverir. O kadar ki bazen söylenilen söz söyleyenin önüne geçer, şair unutulur ama berceste, bir atasözü, bir kelam-ı kibar gibi konuşma dilinin içinde yaşamaya devam eder; şairin sözü vecizeye veya atalar sözüne dönüşür. Her iki halde de bercesteler klasik şairlerin gökkubbeye bıraktıkları birer hoş sadadır.”
Bercestelerin seçiminde kendisine başvurulan İskender Pala konuşmasında bu yılki festivalde Divan Şiiri temasına yer verilmesinden duyduğu memnuniyeti ifade ettikten sonra Divan tarihi ve kültüründen anekdotlar aktardığı konuşmasını, Divan Şiiri’nin, şairleri ve sanatçılarıyla da yeni kuşaklar tarafından böyle benimsenmiş olması karşısında törenden memnuniyetle ayrılacağını belirtti.
*
Bazı adlar vardır ki, hem edebiyatta hem de yaşadıkları toplumda öncü bir kimlik taşır. Şair Furuğ Ferruhzad da toplum içindeki kadının yerini edebiyatına yansıtmış, kendi dramıyla inandırıcı bir örnek olmuşturmuştur. 32 yaşında bir trafik kazasında dünyadan ayrıldı. Çevirmen Makbule Aras Eivazi, Farsça aslından usta işi bir çeviri yapmış.
Çevirmen şöyle anlatıyor: “İran edebiyatında klasiklerden sonra beni en çok etkileyen ve çeviri maceramın başlamasına neden olan şairdir Furuğ. Onun İstanbul’a mektuplar gönderdiğini öğrendiğimde garip bir heyecan uyanmıştı içimde. Sevgili Onat Kutlar’la beraber Furuğ şiirlerini ilk kez Türkçeye çeviren Celâl Hosrovşahi’ye yazılmış mektuplar... Tanımsız geçmiş zamanlardan çıkıp gelen bir tanıdık rüzgâr kokusuyla sarsılmıştım. “Rüzgâr Bizi Götürecek” diyordu Furuğ. Rüzgâr beni hayatımın değişik dönemlerinde Furuğ’a, İran’a savurdu durdu. Ve nihayetinde Furuğ’un bütün şiirlerini çevirmiş olmanın mutluluğu içinde bu önsözü yazarken buldum kendimi.”
‘Furuğ’un Öyküsü’ adlı o güzel kitabında Celâl Hosrovşahi ise Furuğ’u şöyle anlatır: “Furuğ hayat doluydu, ondaki canlılıktan keyiflenirdim. Çevresindeki her şey onda merak duygusu uyandırırdı. İnsanları ve doğayı severdi, denize ise âşıktı... Gülerken tüm yüzü ve gövdesiyle gülerdi. Gülüşü içten, yürektendi. Ağlaması da. Hep aynanın önünde ağlardı. Bir şeye üzüldüğünde, bunaldığında gider aynasını alır ve ona bakarak ağlardı.”
RÜZGÂR BİZİ GÖTÜRECEK- Furuğ Ferruhzad Çeviren: Makbule Aras Eivazi Yapı Kredi Yayınları (5 üzerinden 4 yıldız)
Yeni bir gökyüzü bulmak kolay mı?