30 Haziran 2003
<B>MESUT Yılmaz</B> ve <B>Cumhur Ersümer</B> Yolsuzluk Komisyonu'nda verdikleri ifadelerde, kendi elleriyle seçtikleri, emirlerinden katiyen çıkmama kıstası ile seçilmiş bürokratları suçladılar. İnkár edemedikleri suçları onların üzerine attılar. Mesut Yılmaz daha ileri gitti, iktidarı sırasında haklarında hiçbir önlem almadığı işadamlarını suçladı ve onlar tarafından tarihimizde belki de ilk kez ‘‘yalancı’’ sıfatına layık görülen eski başbakan oldu.
Bu da yetmedi, tüpgazcıların doğalgazcılara karşı komplo kurduğunu iddia edince tüpgazcılar eski Başbakan'ı paralı ilanlarla kınadılar.
Geçen hafta bunlar yaşanırken, zamanında yargılanmış, uzun uğraşılardan sonra beraat etmiş bir bürokrat, eski TMO Genel Müdürü Ahmet Özgüneş'ten bir mektup aldım.
Mektubun bazı bölümlerini yayınlıyorum:
* * *
‘‘Sayın Demirel 1991 yılında, insanlarımıza, yolsuzluklarla mücadele sözü vererek iktidara geldi. Ancak iktidara gelmekle birlikte küçük bir problemle karşı karşıya kaldı.
1) Topluma yolsuzluklarla mücadele edildiğini göstermek ama bunu yaparken politikacıları bu işe bulaştırmak gibi kötü(!) bir geleneği başlatmamak,
2) durup dururken de sistemin nasıl çalıştığını toplumun gözleri önüne sermemek gerekiyordu.
Demokrasilerde çare tükenmezdi, bunun da çaresi bulundu; kamuoyunun tanıdığı ama sistem dışında olan devlet yönetimleri vardı, bunlar mahkemeye verilebilirdi. Bunların arasında zamanın TMO yönetimi de vardı. Açılan davalardan beraat ettik ama yıllarca üzüntü çektik. Başkalarını bilmem ama bu süreç bana çekilen üzüntülere değecek iki şeyi öğretti:
1) iyi çalışan bir hukuk sisteminin ne kadar önemli olduğunu,
2) hukuk sistemimizde tarihimizden gelen problemlerin varlığını...
* * *
(...) Türkiye ekonomik ve sosyal olarak geliştikçe toplumu bir kaos duygusu sarıyor, hırsız uğursuz takımı öne geçiyor, ekonomik kalkınma aksıyor; özetle toplum şiddetle arzuladığı refah ve huzura doğru gidemiyorsa bunda hukuk sistemimizin aksaklıklarının payı sanıldığından çok daha fazla. Avrupa Birliği'ne katılma süreci ile birlikte eksikliklerimizin hukuk sistemimizde yoğunlaştığını görmedik mi? Bu süreç geliştikçe bazı kanunlar çıkarmanın yeterli olmadığını, kanunlarımızın, yönetmeliklerimizin, hukuk uygulamalarımızın artan şekilde sorgulanacağını göreceğiz ve umulur ki çağdaş bir hukuk sisteminin önemini ve mutlaka kurulması gereğini anlayacağız.’’
Yazının Devamını Oku 
28 Haziran 2003
<B>‘TÜRKİYE'de ihtiyaçtan fazla cami var. Cami değil, okul yapalım.’</B> Bu söz bana veya radikal bir <B>laikpereste</B> ait değil, Allah'ın aramızdan çok genç yaşta aldığı Mısır'da ilahiyat okumuş, Refah Partisi'nde milletvekilliği yapmış eski bir dostuma ait. Gelin bu dostumun iddiasını rakamlarla irdeleyelim:
Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı 75 bin 369 cami var. Bu camilerde 54 bin 108 imam-hatip, 9 bin 378 müezzin görev yapıyor.
Diyanet İşleri'nin 88 bin 516 olan mevcut kadrosundan 75 bin 369'u dolu.
Diyanet Vakfı ise başlı başına bir Pandora kutusu!
* * *
Öte yanda bugüne kadar Türk Müslümanlığı üzerine yapılmış en önemli saha çalışması olan; Ali Çarkoğlu-Binnaz Toprak- ‘‘Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset’’ (TESEV-Sayı: 11. 2000) başlıklı esere göre:
1) Türk insanının % 96.9'u kendisini ‘‘Müslüman’’ olarak tarif ederken, % 31.2'si ‘‘çok dindar’’, % 54.9'u ‘‘oldukça dindar’’, % 12.4'ü ise ‘‘fazla dindar değil’’ olarak tarif ediyor.
2) % 45.8 günde 5 kez, % 84.2 cumaları, % 91.9'u ise bayramlarda namaz kıldıklarını beyan ediyorlar. (Rakamlar iç içe geçmiş!)
3) % 81.7 Diyanet İşleri Kurumu'nun gerekli olduğunu söylüyor.
4) % 76.4'ü oruç tutmayan, % 73.7'si namaz kılmayan, % 61.5'i (kadınlar için) başını örtmeyen, hatta % 53.4'ü içki içen insanların da pekálá Müslüman olabileceğini söylüyor.
* * *
Türk insanı Diyanet Kurumu'na büyük ihtiyaç duyuyor (madde: 3), kendi dışındaki insanları muazzam bir hoşgörü ile karşılıyor (madde: 4).
Ayrıca, ülke nüfusunu kabaca 70 milyon varsayarsak, kabaca 38 milyon kendisini ‘‘oldukça dindar’’, sadece 21.7 milyon ‘‘çok dindar’’ olarak kabul ediyor (madde: 1).
Büyük çapta sadece erkeklerin camide namaz kıldığı ülkemizde nüfusun yarısını erkek kabul edersek, 35 milyon erkek arasında yetişkinlerin % 70 olduğu varsayımı ile kabaca 25 milyon yetişkin erkek olduğunu kabul edebiliriz.
Yetişkin erkekler arasında 11.25 milyon insan günde 5 kez namaz kıldığını, 21 milyon cumaları, 23 milyon da bayram namazlarını kıldığını beyan ediyor (madde: 2).
Bir diğer deyişle, 2 milyon sadece bayramları, 9.75 milyon da sadece cumaları kılıyor.
Buna göre:
Cuma namazı açısından (haftada 1 kez):
Beher camiye 280, beher imama da 388 kişi-cemaat,
Bayram namazı kılanlar açısından (yılda 2 kez, camilerin en kalabalık olduğu günler):
Beher camiye 306, beher imama 425 cemaat düşüyor.
5 vakit namazı da kıldıklarını beyan edenlerin tümünün günlük namazlarını camide eda ettiklerini varsaysak dahi:
Günlük olarak: Beher camiye sadece ve sadece 150, beher imama sadece ve sadece 208 kişilik cemaat düşüyor!
Üstelik Diyanet'te hálá 13.233 boş kadro var.
* * *
Küresel dünyaya hazırlanmamız gereken bu dönemde nasıl Savunma'dan fedakárlık etmesini istiyor ve TSK'dan olumlu tepki alıyorsak, aynı fedakárlığı Diyanet'ten misli ile istemek en büyük hakkımız!
Değil imam kadrolarını bindirmek, indirin!
Yazının Devamını Oku 
26 Haziran 2003
<B>KIBRIS meselesi </B>üzerinde ısrarla duruyorum. Zira, <B>gerici statüko</B>ile verilen mücadelede Kıbrıs meselesi hem <B>değişimin </B>önündeki en büyük engel, hem de seçilmiş <B>AKP iktidarının </B>ayağına dolanan en büyük çengel. Bu mücadeleyi ya statüko kazanacak ve Türkiye neo-faşist bir yalnızlık dönemine girecek, ya da statüko yıkılacak ve Türkiye değişecek.
Mayıs 2004'te Kıbrıs Cumhuriyeti AB'ye resmen girecek.
Bu tarihe dek, ya Kıbrıs meselesi çözülmüş olacak, ya da çözülmeyecek!
Her halükárda kararlar KKTC ve TC vatandaşlarına neye mal olacak, gelin bugün bunu bir kez daha irdeleyelim.
Bir envanter çıkaralım ki, neyin kaça mal olacağı, gerici statükonun Türkiye'yi nasıl bir uçuruma sürüklediği ortaya çıksın.
* * *
Çözümsüzlük durumunda;
1) Kıbrıs meselesinin çözülmesi tek başına Türkiye'yi AB'ye sokmaz ama aksi halde Türkiye ağzı ile kuş tutsa AB'ye giremez.
Çözümsüzlük durumunda Yunanistan ve artık AB üyesi olacak Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bizim AB üyeliğimizi veto etmesi sadece eşyanın tabiatına uygun bir davranış olur.
2) AİHM kararları çerçevesinde Türkiye, Kıbrıslı Rumlara 25-30 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm olur.
3) Kuzey Kıbrıs toprakları da AB parçası olacağı için Türkiye AB topraklarını işgal etmiş ilk devlet unvanını kazanır.
4) Artık AB üyesi olmuş Kıbrıs Cumhuriyeti ile husumet artar, karşılıklı silahlanma devam eder. AB anlaşması çerçevesinde Kıbrıslı Rumlarla devam eden husumetimiz AB ile husumete dönüşür.
5) Türkiye'nin Ada'da bulunmasının askeri ve siyasi maliyeti misli ile artar.
6) Türkiye'nin ABD ile ilişkileri bir kez daha ağır yara alır.
7) Türkiye sadece AB veya ABD'den değil, dünyadan tecrit olur.
* * *
Çözüm durumunda;
1) Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'de kullanacağı oylarda Kıbrıslı Türkler de aktif rol alır, Türkiye'ye yardımcı olurlar. Annan Planı çerçevesinde Birleşik Kıbrıs'ın Türkiye'nin AB üyeliği için olumlu tavır alması garanti altına alınır.
2) Türkiye'yi AB'de istemeyen unsurların elinden büyük bir koz alınır.
3) Kıbrıslı soydaşlarımız AB'nin getireceği özgür ve müreffeh bir hayata kavuşurlar.
4) Kuzey Kıbrıs'ın dünya ile ticareti açılır, dünyanın bir cenneti hem turizm faaliyetleri, hem üretimi ile aziz Atattürk'ün muasır medeniyet hedefini yakalar.
5) Kıbrsılı Türklerin yaşam hakkını garanti eden tüm anlaşmalar AB'nin şemsiyesi ve koruması altına girer.
Annan Planı çerçevesinde;
a) Türkiye Ada'da sabit sayıda ama uluslararası meşruiyet kazanmış asker bulundurur.
b) Türkiye'nin Ada'daki garantörlük rolü ‘‘Türk parça devletinin sınır ve Anayasal düzenini koruma’’ statüsüne yükselir.
* * *
Herkes şapkasını önüne koyup, bir daha düşünsün!
Yazının Devamını Oku 
25 Haziran 2003
<B>AİHM'</B>nin, Bayan <B>Titina Loizidu'</B>nun açtığı dava sonucu Türkiye Cumhuriyeti'ni takriben <B>650 bin dolar </B>tazminata mahkûm eden <B>28 Temmuz 1998 </B>tarihli kararını nihayet geçen hafta kabul ettik.<br><br>Böylelikle, Türkiye Cumhuriyeti kendi ülkesinde <B>statükonun </B>iflas ettiğini yedi düvele ilan etti. Çöken, asker-sivil bürokrat ekibinden oluşan ve Türkiye'yi Türklere rağmen yönetme iddiasında olan gerici statükodur.
Üstelik, Kıbrıs meselesi statükonun turnosol káğıdı idi ve esas amaç AKP hükümetini Kıbrıs meselesinde dize getirerek teslim almaktı.
* * *
AİHM'nin 1998 tarihli kararını tanımıyorduk. Zira, geriye sadece negatif enerjisi kalan Mümtaz Soysal'ın başını çektiği gerici statüko, Kıbrıs meselesinde şu görüşleri savunuyordu:
1) KKTC'yi tanımayan BM ve AİHM, Kıbrıs meselesinde, hep siyasi kararlar vermektedir.
2) Zaten, KKTC Anayasası'nın 159. maddesine göre, Türk askerinin Kuzey Kıbrıs'ta teslim aldığı topraklar ‘‘devletin mülkiyet hakkı’’ çerçevesinde değerlendirilmektedir.
3) Bugün itibarıyla dünyadaki 188 ülkeden hiçbiri KKTC'yi tanımasa da bu devletin tanınması için değil 30 yıl, 300 yıl mücadele verilmelidir.
4) Mülkiyet konusunda bireysel haklara dayanan uluslararası hukuk mülahazaları önemli değildir.
Ada'da mülkiyet sorunu global (toptan) takas ile çözülmelidir.
* * *
Öte yanda, bakalım Loizidu davasının gerekçeleri ne diyor?
1) Uluslararası normlar ve BM kararları çerçevesinde KKTC, Ada'da ayrı bir devlet değildir. Ada'da bir tek Kıbrıs Cumhuriyeti Kıbrıs hükümeti olarak kabul edilmektedir.
2) Türkiye Cumhuriyeti'nin Loizidu davasına itirazını oluşturan KKTC Anayasası Madde 159 (‘‘devletin mülkiyet hakkı’’) geçerli değildir.
3) Davacı, tazminat ödense dahi mülkiyet hakkını kaybetmez, tapulu mülkünü serbest kullanma hakkı devam eder.
4) Davacı, mülkiyet hakkını, Türk ordusu Kuzey Kıbrıs'ı denetimi altına aldıktan sonra kaybetmiştir. Davacının mülküne ulaşmasına yine Türk ordusu engel olmaktadır.
5) Türkiye çok miktarda askerini Ada'da aktif olarak bulundurmaktadır. Ada'nın bu kısmını kontrolü altında tuttuğu bariz şekilde meydandadır. Türkiye Cumhuriyeti, davanın esasları itibarıyla, KKTC'nin aldığı kararlardan ve uyguladığı politikalardan doğrudan sorumludur.
6) Dolayısıyla, Türkiye'nin AİHK'da kabul ettiği bireysel hak ve özgürlüklerin korunması hususundaki sorumluluğu sadece TC sınırları içinde değil, Kuzey Kıbrıs'ta da geçerlidir.
7) Mahkeme bu kararı vermekte selahiyetini, Türkiye'nin AİHM kararlarına (madde 46) uyacağına dair yaptığı 22 Ocak 1990 tarihli deklarasyonuna dayandırmaktadır.
* * *
Loizidu davasının içtihat teşkil edeceği Ada'daki mülkiyet miktarı 1.460.643 dönümdür.
Gerici statükonun bağnaz aklı ülkemize 25-30 milyar dolara mal olmak üzeredir!
Yazının Devamını Oku 
23 Haziran 2003
<B>TÜRKİYE Cumhuriyeti</B> nihayet <B>Titiana Loizidu</B> davası hakkında <B>AİHM'</B>nin ülkemizi <B>tazminat ödemeye</B> mahkûm eden kararını kabul etti. Hatırlayalım, bu kararı Türk basınında ilk ben yazmıştım ve <B>vatan hainliği</B> ile suçlanmıştım. Şimdi ben ve Türkiye Cumhuriyeti paralel düşünüyoruz!
* * *
Hálá şartlar öne sürerek zaman kazanmaya yönelik hinlikler taşıyan bu son girişim, 28 Temmuz 1998 tarihli AİHM kararı çerçevesinde, takriben 650 bin $ tazminat ve 350 bin $ ceza faizinden (1998'den beri yıllık % 8) oluşan tazminatı 8 Ekim 2003'e dek ödemeyi kabul etmiş oldu.
Bu kararın sonuçlarını kabul eden Türkiye Cumhuriyeti, Rauf Denktaş ve onun akıl danesi Mümtaz Soysal ve üç-beş şahinin bizleri yıllardır oyalayan temel tezlerini de kaldırıp çöpe attı.
Artık elimizde sadece, her girişiminde olduğu gibi, bu konuda da tezleri sadece Türkiye'yi oyalamış, ülkeye zaman ve prestij kaybettirmiş, AB yolunu tıkamış, ülkeyi yalnızlığa zorlamış, inadı yüzünden bir de 350 bin $ ceza faizini milletin sırtına yüklemiş, uluslararası hukuku hiçe sayan bir adet danışman var:
KKTC Cumhurbaşkanı Danışmanı Mümtaz Soysal!
* * *
Bu zevat, hükümete kızıyor -belli ki son kararda onun görüşlerini hiç kaale almamışlar- ve diyor ki:
- BM'nin KKTC'yi tanımama kararı ve AİHM'nin kararları siyasidir.
Aynı şahıs Irak Savaşı sırasında da, savaşa karşı çıkma gerekçesi olarak, BM'nin kararı olmamasına atıfta bulunmuştu. O zaman da işine böylesi gelmişti. Soysal'a göre, dünyada 188 ülke arasında, ilaç niyetine bir tek ülkenin dahi KKTC'yi tanımaması siyasi bir karar: Rum komplosu! Bir tek o kül yutmuyor!
Refah Partisi'nin kapatılma kararına itirazını reddeden AİHM alkışlanmalı ama Soysal'ın görüşlerini çöpe atan aynı AİHM ise ‘‘Rum kuruluşu’’!
Soysal son yıllarda sürekli çelişkiler içinde yaşıyor. 1999'da da Bülent Ecevit'i ‘‘IMF'in emrine girmekle’’ suçlamış ve yollarını ayırmıştı. Ama arada kurduğu partinin milletten bir adet oy dahi alamayacağını görünce, içindeki iktidar güdüsü ile, 1999-2002 arasında daha beter IMF'ci olan Ecevit'in ulusal sol birliği çağrısına 3 Kasım öncesi balıklama daldı!
* * *
Mümtaz Soysal artık açıkça Türkiye'ye zarar vermektedir.
Her şey bir yana, Loizidiu kararına uyulmaması yönünde görüş bildirerek ve milleti 1998'den beri oyalayarak hepimizin cebinden 350 bin $'lık (ceza faizi) hovardılık yapmıştır.
Eğer, bu ceza faizini Türkiye öderse, ceza parasının Mümtaz Soysal tarafından karşılanması için, ben bir TC vatandaşı olarak, kendisini mahkemeye vereceğim.
* * *
Ama o, her şeyden önce, kendisinde zerre kadar gurur var ise önerilerini iplemeyen hükümetin önünde gölge olmaktan ve artık millete zarar vermekten vazgeçmeli ve KKTC danışmanlığından hemen istifa etmelidir!
Yazının Devamını Oku 
21 Haziran 2003
<B>BU </B>köşeyi nebze kadar takip edenler bilirler, adını önce <B>yolsuzluk ekonomisi</B>, sonra da <B>zina ekonomisi</B> olarak koyduğum rezil sistemi, somut iddialar ile teker teker sıralamıştım. Etibank, Egebank, Türkbank ile ilgili ilk yolsuzluk iddiaları bu köşede yayınlandı. Bugüne gelene dek hep bir eksikliğe vurgu yapmıştım. Özellikle banka soygunlarında işadamları derdest edilmişlerdi ama 3 Kasım öncesine dek işadamları ile yatağa giren siyasiler ve kapıda erkete bekleyen bürokratlar sorgulanmamıştı.
Soygun bir zina ekonomisidir. İşadamı-siyasetçi-bürokrat üçlüsü bir araya gelmeden insan değil devleti, kendi bankasını bile soyamaz.
Allah TBMM Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu'ndan bin kere razı olsun ki, şimdi zina ekonomisi tüm aktörleri ile derdest oluyor.
* * *
Ben daha önce yazdıklarımı tekrar etmeyeceğim. Zira, artık her şey ortaya döküldü, gazeteler nihayet temiz vatan özlemini keşif ettiler, kimileri hálá zina ekonomisine kendi katkılarının üzerine yatmaya çalışsalar da, şimdi çarşaf çarşaf yayın yapıyorlar.
* * *
Benim ilgimi şimdi bir başka nokta çekiyor.
Başını Mesut Yılmaz ve kardeşi Turgut Yılmaz'ın çektiği ve dönemin ANAP'ının iç-kabinesinden oluşan ekip Soruşturma Komisyonu'nda sorulara cevap verirken iki noktada birleşiyorlar:
1) Hepsi gözlerine batırılan gerçekleri reddedemiyor, dönemini savunamıyor,
2) Yine hepsi suçu hep ama hep alttaki bürokratların üzerine atıyorlar.
* * *
Mesut Yılmaz, iktidar gölgesinde yürüdüğü dönemde, zaten empati denen duygudan zerre kadar nasibini almamış fıtratı ile, elinde sigaralığı, ‘‘Mağrurlanma padişahım senden büyük Mesut Yılmaz var!’’ rolleri oynarken, şimdi komisyon karşısında ter döküyor.
İnsandır, ter döker ama koskoca Başbakan Mesut Yılmaz komisyonda emrindeki insanları resmen sattı.
O Mesut Yılmaz ki, mahdum Turgut ile, ‘‘Hangileri emrimizden çıkmaz’’ diyerek teker teker milletvekili, bürokrat seçerlerdi.
Emirlerinin zerre kadar dışına çıkan bürokraları birlikte azarlarlardı. Şimdi koskoca Başbakan, emrindeki insanlara sahip çıkmak bir yana, onları resmen satıyor.
Meğerse, hem Mesut Yılmaz, hem onun iç-kabine memuru Cumhur Ersümer, hem de yine iç-kabineden Nejat Arseven'in kardeşi olduğu için Botaş'a genel müdür olmuş Nevzat Arseven hepimizin cebine göz diken pahalı doğalgaz alımına bilmeden imza atmışlar!
Meğerse, hepsini alttaki zavallı bürokratlar aldatmış!
Onlar önlerine gelen anlaşmaları okumadan imzalamışlar!
Mavi Akım çerçevesinde kurulan şirketin hamiline yazılmış %4.4 hissesinin de kimde olduğunu kimse bilmiyormuş!
* * *
Zamanında gürlediğinde mangalda kül bırakmayan Turgut Yılmaz da, Komisyon'da suçlanınca, kendisini paralı ilanlarla savundu, gazetecilerin önüne çıkıp basın toplantısı yapamadı!
Meğer bunlarda zerre kadar yürek de yokmuş!
Yazının Devamını Oku 
19 Haziran 2003
<B>DİKKAT </B>ediyorum, şahsiyetini <B>statükoya</B> teslim etmiş, akıl kullanmayı katiyen öğrenmemiş, dolayısıyla analiz yapmayı akıl dahi edemeyen, somut iddialara somut cevaplar verilmesi gerektiğini bir türlü öğrenemeyen köşe yazarları, sözde akademisyenler, hatta okurlar; işlerine gelmeyen her görüş karşısında sanki aynı merkezden komut almışlar gibi ortak sözlerle saldırmaya başlıyorlar. - Ulan Rum dölü, AİHM'nin Rumların emrinde bir kuruluş olduğunu bilmiyor musun?
Aynı mantık, Refah Partisi'nin itirazı AİHM'de reddedildiğinde:
- Ne haber, AİHM son sözü söyledi, bizi doğruladı, diye yazmıştı.
Rum dölü, vatan haini, satılmış ajan, liboş, şeriatçı entel, bu zavallı mantığın kullandığı aklın ortak sözleri!
* * *
Adı büyük kendi küçük prof.'lar, köşeli yazarlar, okuduğunu anlamayan okurlar sadece kendilerinden sorumlular ama aynı akıl eksikliğini devletlülerde görünce insan kamu adına irkiliyor.
Uluslararası hukuk alanında uzman bir dostum:
- Türkiye uluslararası sorunlarını hálá güçle çözmeye çalışıyor, uluslararası hukuk normları ile katiyen ilgilenmiyor, diyor.
Haklı, attığımız imzaları bile inkár edebiliyoruz.
* * *
1) Helsinki'de 10.11.1999 tarihinde varılan anlaşmanın 4. maddesine göre AB üyesi veya adayı tüm ülkeler 2004 yılının sonuna dek aralarındaki tüm ihtilafları çözmek zorundalar. Aksi halde, taraflar aralarındaki ihtilafları Lahey Adalet Divanı'na götürmeyi kabul etmek zorundalar. Bu madde çerçevesinde tüm AB adayları kendi aralarındaki meseleleri çözdüler bile. Biz şimdiye dek ne yaptık?
2) Yunanistan 21.12.1993 tarihinde Batı Avrupa Birliği çerçevesinde Ege meselesinin kendi güvenlik meselesi olduğunu ve Uluslararası Adalet Divanı kapsamında çıkarılmasını istedi, biz bu konuda bu güne dek neden gıkımızı çıkarmadık?
3) KKTC'nin Müslüman ülkeler dahil, dünyada hiçbir ülke tarafından tanınamayacağı, tanıyacak ülkelere amborgo uygulanacağı BM Güvenlik Konseyi'nin 541 ve 550 No'lu kararları ile mühürlenmiş iken hálá ona-buna ‘‘Lütfen bir zahmet KKTC'yi tanıyın’’ diye yalvarmanın mantığı ne?
4) AİHM, 10.05.2001 tarihinde almış olduğu kararla Kıbrıs'ta kayıp kişilere ilişkin olarak Türkiye haksız bulmadı mı?
5) Loizidou davasında yine AİHM'de 28 Temmuz 1998 tarihinde 650 bin $ tazminata mahkum olmadık mı? O tarihten beri bir de yıllık %8 faiz ödemeye mahkum değil miyiz?
6) Ahmet Cavit An adlı Kıbrıslı bir gazeteci Güney'e geçmek için izin alamayınca Türkiye Cumhuriyeti'ni AİHM'de dava etmedi mi? Dava 20.02.2003 tarihinde sonuçlanıp, Türkiye Cumhuriyeti 19.500 Euro ödemeye mahkum olmadı mı?
* * *
Hukuk alanında neden hep kaybediyoruz?
Cevabı ‘‘BM'nin ve AİHM'nin Rum ajanları olduğu!’’ mudur?
Yazının Devamını Oku 
18 Haziran 2003
<B>GEÇENLERDE Kıbrıs</B>'tan aradılar, ‘‘<B>Rauf Denktaş</B> sana mektup yollamış’’ dediler. Bir <B>basın toplantısında</B> açıklamış. Aradan en az iki hafta geçti, mektup henüz elime ulaşmadı. Nereye yolladı, nasıl yolladı; anlamış değilim.
Gazetede çıkan her yazımda e-posta adresim yayınlanıyor, mektup adresim belli, faks numaram açık; Cumhurbaşkanı emretsin, başka adres de vereyim; ancak şu ana dek gelen bir mektup yok!
Günde 100-150 e-posta geliyor ama Rauf Denktaş'ınki yok. Hatta Denktaş'ın kadim dostu bazı başka köşe yazarları da mektubu ele geçirmişler, mektuba dayanarak bana sövdüler.
Ama, bunca zamandır kocaman Cumhurbaşkanı'nın mektubu elime geçmedi!
* * *
Rauf Denktaş geçenlerde sınırları açtı diye çok sevindik. 28 yıllık hasretin ardından Türkler güneyi, Rumlar kuzeyi gördü. Karşılıklı hasret giderildi.
Bu insani hareketi herkes beğendi.
Sınırlar aniden neden açıldı?
İyi kalpli yöneticiler sayesinde mi?
Yoksa mecburiyetten mi?
Maalesef, mecburiyetten!
Ben Loizidou davası ile AİHM tarafından 650.000 $ tazminata mahkûm olan Türkiye Cumhuriyeti'nin, bu davanın yaratacağı içtihat ile 25-30 milyar $ tazminat ödemeye mahkûm olacağını yazana dek, şahinler bu gerçeği milletten gizlemeye çalışmışlardı.
Şimdi bu davanın yaratacağı sonuçları nasıl göğüsleyeceğini bilemeyen, Türkiye'nin önünü sadece AB önünde tıkamakla kalmayıp, Türk milletini bir de 25-30 milyar $ ödemeye mahkûm eden Rauf Denktaş ve yandaşları yine Türkiye Cumhuriyeti'ni tazminat ödemeye mahkûm eden bir başka AİHM kararını milletten gizlemeye çalışıyorlar.
Ahmet Cavit An davası!
* * *
Ahmet Cavit An Kıbrıslı bir gazeteci.
Güney'e geçmek istiyor.
İzin alamayınca Türkiye Cumhuriyeti'ni, BM'nin kararı çerçevesinde, ‘‘işgalci’’ sıfatı ile AİHM'de dava ediyor.
Dava 20.02.2003 tarihinde sonuçlanıyor ve Türkiye Cumhuriyeti 19.500 Euro ödemeye mahkûm oluyor.
Sınırlar sonradan açılıyor.
* * *
Allah'tan diğer örneklere içtihat yaratmasın diye bu kez kararın sonucuna katlanma cesaretini gösterdiler ve sınırları açtılar!
Loizidou davasındaki inatları yüzünden hepimiz cebimizden 28 Temmuz 1998 tarihinden beri bir de yıllık %8 faiz ödemeye mahkûm oluyoruz.
Rauf Denktaş ‘‘Ne yaptı isem Türkiye'nin bilgisi ve talimatı ile yaptım’’ diyor.
‘‘Neden sırf benim üzerime geliyorsunuz?’’ diye kızıyor.
Rauf Denktaş sadece bir sembol!
1974 yılının kahramanı, hukuk tanımaz şahinlerle yatağa girmenin bedelini ödemek zorunda.
Her geçen gün beter geriliyor ve beter yalnız kalıyor!
Yazının Devamını Oku 