Ancak akupunktur ile zayıflayabilmek ve bölgesel yağlardan kurtulabilmek için hastaların da uygulaması gereken önemli detaylar vardır. Gelin, bugün akupunkturun zayıflamaya olan etkilerini birlikte mercek altına alalım. Geleneksel Çin tıbbının vazgeçilmezleri arasında yer alan ve 5 bin yıldır kullanılan akupunktur, son yıllarda zayıflama yöntemleri arasında en çok araştırılan konuların başında geliyor. Özellikle sağlıksız beslenme ve hareketsiz yaşamın getirisi olan fazla kilo sorunu, her yaştan kesimi etkisi altına alınca, doğal yöntemlerle kilo vermek isteyenlerin de ilgi odağı haline geldiğini söyleyebiliriz. Bu nedenle ben de bugün sizlere akupunkturun zayıflamaya olan etkilerinin neler olduğunu anlatmak istedim. Çünkü toplumda bilinen yargının aksine akupunktur, tek başına zayıflatan bir yöntem değildir.
AKUPUNKTUR TEK BAŞINA ZAYIFLATMAZ
Konunun ayrıntılarına girmeden önce, akupunktur ve kilo verme ile uğraşan bir hekimin mutlaka beslenme üzerine de bir eğitim almış olması gerektiği ya da eğitim almamışsa, mutlaka bir diyetisyen ile çalışmasının şart olduğunu belirtmek isterim. Çünkü akupunktur, tek başına zayıflatan bir yöntem değil, tedavi ile birlikte hastanın beslenme dengesinin sağlanmasıyla işleyen bir sistemdir. Kısacası, “Ben istediğim gibi yiyeyim, içeyim. Nasılsa akupunktur yaptırırım ve zayıflarım” gibi bir durum söz konusu değil. Eğer başarılı bir sonuç alınmak isteniyorsa, hastaların mutlaka hekimleri tarafından hazırlanan diyet programına uyması gerekiyor. Çünkü ancak o zaman akupunkturun etkilerini görebiliyoruz.
AKUPUNKTUR HASTADA NASIL ETKİLER YARATIYOR?
“Şimdi hocam diyet yapıyorsak, o zaman akupunktura ne gerek var” diye sorabilirsiniz. İşte asıl kritik nokta burası. Çünkü zayıflama sürecinde hazırlanan diyetlerle insanların sevdiği yiyeceklere veda etmelerini istemek durumunda kalıyorsunuz. Bu da kişilerde ciddi bir psikolojik stres yaratıyor. Biz bu durumu ortadan kaldırmak amacıyla eş zamanlı olarak mutluluk hormonu sentezleyecek ve hızlı doymayı sağlayacak bir akupunktur yapıyoruz. Böylece hastanın diyete adaptasyonu sağlanmış oluyor. Ayrıca hastalarımızın çoğunun gün içerisinde atıştırma alışkanlığından vazgeçemediğini gözlemliyoruz. Bu durumda da devreye kulak akupunkturu giriyor. Bunun yanı sıra hastanın metabolizmasını çalıştıracak ve hızlandıracak vücut akupunkturunu da kullanıyoruz. Böylece vücudun gastrointestinal sistemi düzenli çalışıyor ve kabızlık gibi problemler, daha kolay çözülebiliyor. Ayrıca beynin yarattığı acıkma hissi de baskılanabiliyor. Yani akupunktur, kilo vermeye, iştahı azaltarak, midede çabuk doyma hissi yaratarak, metabolizmayı hızlandırarak, stresin yol açtığı gereksiz yeme nöbetlerini engelleyerek, uykuyu düzenleyerek ve kişiyi mutlu ederek etki ediyor. Kısacası akupunktur tek başına zayıflatmıyor, yapmış olduğunuz diyete uyumunuzu sağlıyor.
AKUPUNKTUR BÖLGESEL ZAYIFLAMA İÇİN DE KULLANILABİLİR Mİ?
Elbette kısırlığa neden olan birçok faktör bulunuyor. Ancak yapılan son çalışmalar gösteriyor ki ağır metallere maruz kalan çiftlerde gebelik çok daha zor oluşuyor. Özellikle sebebi bilinmeyen infertilite yaşayan çiftlerde ağır metal toksisitesinin de düşünülmesi oldukça önemli. ‘Hiçbir sağlık sorununuz olmadığı halde çocuk sahibi olamıyor musunuz’ ya da ‘Erken menopoza mı girdiniz?’ Elbette ki, bu iki soruna neden olabilecek oldukça fazla faktör bulunuyor. Ancak ben bugün göz ardı edilmemesi gereken ve üreme sağlığını olumsuz etkileyen ağır metal toksisitesinden bahsetmek istiyorum. Çünkü yapılan birçok bilimsel çalışma bizlere gösterdi ki gerek beslenme gerekse çevresel faktörler nedeniyle ağır metallere maruz kalan çiftlerde gebelik daha zor oluşuyor. Elbette ki, birçok insanın kanında küçük miktarlarda ağır metaller bulunuyor. Ancak bazılarımız, yaşadıkları çevre, yaptıkları iş ve sağlıksız beslenme nedeniyle daha sık ve yüksek dozlarda bu metallere maruz kalabiliyor. Bu nedenle hangi ağır metallere temas ettiğinizi ve bu toksik metallerin üreme sağlığınıza nasıl zarar verdiğini bilmeniz oldukça önemli. Ben özellikle çocuk sahibi olamayan hastaların öncelikle tedavilere buradan başlamalarını öneriyorum. Çünkü her ne kadar günümüzde ağır metallerden korunmak zor olsa da belirli tedavi yöntemleriyle vücudunuzda bulunan toksik yükü azaltmanız mümkün.
AĞIR METALLERİ NEREDEN ALIYORUZ?
‘Ağır metaller ve toksinler, nasıl oluyor da yumurta ve sperm sayısını etkiliyor ya da erken menopoza neden oluyor’ diye kafanızda soru işaretleri oluşmuş olabilir. Eminim, sizler de son yıllarda çocuk sahibi olamayan hasta sayısında ciddi bir artış gözlendiğini duymuşsunuzdur. Eskiden çocuk sahibi olamayan çiftlerin oranı yüzde 15 civarında iken şimdilerde bu oran yüzde 20’lere yükseldi. Bu da her evli yedi çiftten birinin çocuğu olmadığı anlamına geliyor. Geçmişle bugünü kıyasladığımız zaman en büyük değişkenlerin beslenme ve teknoloji olduğunu görüyoruz. Çok fazla teknolojik altyapıya maruz kalıyoruz. Bu teknolojik altyapının manyetik alan etkisi ise sıkıntı yaratabiliyor. Bunun dışında içme suları, diş dolguları, çalışma ortamı, mutfağımızdaki gereçler, kozmetik ürünler, tarım ve böcek ilaçları, temizlik maddeleri ile çevresel koşullar vasıtasıyla da ağır metallere ve toksinlere maruz kalabiliyoruz. Bu nedenle özellikle kullandığımız tüm malzemelerin içeriğine bakmanız ve ağır metal varlığı olan ürünleri kesinlikle kullanmamanız, almanız gereken en önemli tedbirlerden biri. Peki, hangi ağır metaller üreme sağlığını etkiliyor? Şimdi sayacağım metalleri sıkça duyduğunuzdan eminim ama üreme sağlığınıza nasıl zararlar verdiğini okuduğunuzda çok şaşıracaksınız.
ÜREME SAĞLIĞINI OLUMSUZ ETKİLEYEN AĞIR METALLER
Arsenik:
Eğer, sizin de geçmeyen bir öksürük şikâyetiniz ve boğaz ağrınız varsa o zaman kağıt ve kalemlerinizi hazırlamanızı öneririm. Çünkü, bu doğal ve bitkisel tarifler sizin için. Viral hastalıkların en sık karşılaşılan belirtilerinden olan boğaz ağrısı ve öksürük şikâyetleri, havaların soğumasıyla birlikte elbette her zaman artış gösteriyor. Ancak bu yıl COVID-19’un yeni varyantlarının çok daha bulaşıcı olması da hasta sayılarını tetikleyen önemli bir faktör oldu. Elbette ki üst solunum yolu rahatsızlıklarından korunmak için en temel tedbirler, kişisel temizlik, maske kullanımı, sosyal mesafe, kalabalık ortamlardan uzak durmak, dengeli beslenme ve yeterli uykudur. Ancak bu hastalıklara karşı vücudumuzu korumamıza yardımcı olabilecek şifa dolu bitkiler de var. Yapılan araştırmalar, özellikle bitkisel boğaz pastillerinin bariyer görevi görerek, virüslerin çoğalmasını engellediğini ve bu hastalıklara karşı etkili olduklarını gösteriyor. Peki, evlerimizde bitkisel bir boğaz pastilini nasıl yapabiliriz? Öksürüğe iyi gelen doğal tarifler nelerdir? Hadi gelin, bugün hep birlikte önce ilaçlara sarılmak yerine şifalı bitkilerle hazırlanan bu özel tariflere bir göz gezdirelim.
BOĞAZ PASTİLİ KULLANIRKEN BUNLARA DİKKAT!
Öncelikle boğaz pastillerini kullanırken bazı noktalara dikkat edilmesi gerektiğini hatırlatmakta fayda var. Çünkü oral yolla alınan boğaz pastilleri, ağız içinde emilerek tüketilmeli ve doğrudan yutulmamalıdır. Pastiller, ağızda uzun süre kalması gereken maddelerdir ve 3-4 saat koruma sağlar. Bu nedenle pastili aldıktan sonra en az 1 saat boyunca bir şey yiyip içilmemelidir. Ayrıca bitkisel bir pastil hazırlayacağımız için kronik hastalığı olanların, düzenli ilaç kullananların, hamilelerin ve emziren annelerin, pastil kullanmadan önce mutlaka hekimlerine danışmasını öneririm. Çünkü bitkiler de bazı ilaçlarla etkileşime geçebilmektedir.
BOĞAZ AĞRISINA İYİ GELEN BİTKİSEL TARİFLER
Hazırlayacağınız bitkisel pastillerle hem virüsten korunabilir hem de iyileşmenizi hızlandırabilirsiniz. Ayrıca kalabalık yerlerde, toplu taşımada ve marketlerde vakit geçirirken, bitkisel boğaz pastillerinin koruyucu özelliklerinden de yararlanabilirsiniz.
MALZEMELER
Dolayısıyla hem sağlığımız hem de yaşam kalitemiz için bağırsak hareketlerimizde sorun olmaması önemli. İşte tam da bu noktada devreye probiyotikler giriyor. Ancak probiyotiklerden fayda sağlayabilmeniz için rahatsızlığınıza uygun probiyotikleri kullanmanız şart. Çünkü, hepsinin farklı marifetleri var. Bağırsaktaki dengenin düzelmesi ve sağlıklı bir yaşam sürebilmemiz için artık probiyotiklerin ne kadar önemli olduğunu biliyoruz.
Ancak bilmemiz gereken çok önemli bir konu daha var. O da probiyotiklerin kendi aralarında türlere ayrıldığı ve farklı rahatsızlıklara iyi geldiği... Eğer probiyotik tercihini doğru ve planlı bir şekilde uygulamazsanız emin olun yarardan çok zararı olacaktır. Onun için doğru probiyotikleri tercih etmeyi öğrenmek şart...
ANTİBİYOTİK ÖNÜNE ÇIKAN HER BAKTERİYİ ÖLDÜRÜR
Probiyotikler, ishallerin durdurulmasında oldukça marifetlilerdir. Özellikle antibiyotik kullanımına bağlı gelişen ishal vakalarında. Neden mi? Çünkü antibiyotikler, sadece hastalığa neden olan bakterileri yok etmekle kalmayıp, bağışıklık sistemini destekleyen ve iltihap önleyici role sahip olanlar gibi yollarına çıkan faydalı bakterileri de öldürür. Bu durum da bağırsak florasının bozulmasına neden olur. En ufak bir boğaz ağrısında, nezlede ve soğuk algınlığında antibiyotik kullanılması, iyileşmenizi sağlamadığı gibi bağırsak duvarınıza da korkunç zarar verir. Bu nedenle doktor reçetesi olmadan asla antibiyotik kullanılmamalıdır.
İSHALE İYİ GELEN PROBİYOTİKLER
Vücudumuza yarar sağlayan faydalı bakterileri içeren probiyotikler, rahatsızlıklara bağlı olarak değişkenlik gösterir. Yukarıda bahsettiğim gibi antibiyotik kullanımı sonrasında bağırsaklarımızda yaşayan milyarlarca faydalı bakteri de yok olur. Bu nedenle bağırsak sağlığınızı desteklemek ve antibiyotik kullanımından kaynaklanan ishalden kurtulmak için laktobasil içeren bir probiyotik kullanmanız gerekir. Bunu günde 5 milyar suş olacak şekilde alabilirsiniz. Eğer, sizin aldığınız probiyotiğin içerisinde 2 milyar suş varsa o zaman 2.5 tablet veya en az 3 tablet şeklinde kullanmanız faydalı olacaktır.
Çünkü siz de yeme bağımlısı olabilirsiniz. Vücudumuzun ihtiyaçlarını karşılamak için gerçekleştirdiğimiz yemek yemenin bağımlılık olarak adlandırılacağı belki de hiç aklınıza gelmemiştir. Çünkü bağımlılık dediğimiz zaman sigara, alkol ve uyuşturucu maddeler aklımıza gelir. Ancak son yıllarda yeme bağımlılığı da çok ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Tıp dünyasında ise yeme bağımlılığı bir ‘davranış bozukluğu’ olarak tanımlanıyor. Elbette ki hepimiz bazı dönemler çok daha iştahlı olabiliyoruz. Ancak bizim bahsettiğimiz yeme bağımlılığı, bundan çok daha fazlasını içeren tehlikeli ve zamanla hastalıkları da beraberinde getiren ciddi bir sorun. Yapılan araştırmalar, gıdaların da beyinde alkol, sigara ve uyuşturucu benzer bir bağımlılığa yol açtığını ve özellikle şeker, tuz, un, karbonhidrat ve yağ içeren ürünlerin bağımlılık yapan gıdaların başında geldiğini bizlere gösteriyor. Şimdi siz, ‘Hocam, gün içinde yediğimiz besinler, bizi nasıl bağımlı yapabilir ki’ diye sorabilirsiniz. Bunu sormakta da aslında haklısınız. Çünkü gün içinde tükettiğiniz küçük atıştırmalıkların, sinirlendiğinizde yediğiniz çikolatanın sizi sinsice ele geçirdiğini fark etmeniz pek mümkün olmuyor. Bu nedenle gelin, bugün bu ciddi bağımlılığa karşı hep birlikte bir farkındalık oluşturalım ve önlemimizi alalım.
YEME BAĞIMLISI OLDUĞUNUZU NASIL ANLARSINIZ?
Tok olduğunuz halde yemek yiyorsanız, yemek sonrası önünüze bir meyve tabağı geldiğinde dayanamayıp, meyveleri bitiriyorsanız, mutfağınıza koyduğunuz çerez tabağından her mutfağa girdiğinizde ağzınıza atıyorsanız, çocuklarınıza yemek hazırlarken, sürekli bir şeyler atıştırıyorsanız, üzgün ve sıkıntılı olduğunuz zamanlarda tatlı tüketmek istiyorsanız, o zaman yavaş yavaş yeme bağımlısı oluyorsunuz demektir. Çünkü bu durum, 4 veya 5 ay devam ettiği zaman devreye bu sefer hormonlar giriyor ve siz hormonal bir bağımlılık yaşamaya başlıyorsunuz. Çünkü ağzınıza attığınız her besinle birlikte insülin salınımının yanı sıra tokluk hormonu salınımı da ortaya çıkıyor. Hele bir de tatlı ve şekerli gıdalar yediğinizde bu sefer mutluluk hormonu bağırsaklarımızdan salınmaya başlıyor. İşte, tehlike çanları da bu devrede çalıyor...
TATLI GIDALARLA GELEN MUTLULUK
Biz artık biliyoruz ki mutluluk hormonunun yüzde 85’i bağırsaklardan salınıyor. Özellikle tatlı gıdalar tükettiğimiz zaman daha fazla mutluluk hormonu salgılıyoruz. Bunun sonucunda da kendimizi sakinlemiş ve rahat hissediyoruz. Zaman geçtikçe ve mutluluk hormonu miktarı fazla salınmaya başladığında da bağımlılık oluşmaya başlıyor. Özellikle çikolata ve tatlı bağımlılığı da bu nedenden kaynaklanıyor. Bağımlılık yapan gıdalar arasında ise şeker, tuz, un ve yağ içeriği yüksek gıdalar yer alıyor. Cips, kurabiye, kek, pasta, dondurma ve çikolata gibi gıdalar, en sık görülen örnekler. Düşünün, televizyon karşısında yemeden duramadığınız tabak tabak cipsler ya da gün ortasında yeme hayalini kurduğunuz çikolata veya kekler, sizce kimin marifeti...
Hava sıcaklıklarındaki ani değişimlerle birlikte üst solunum yolu hastalıklarının görülme sıklığında da artışlar başladı. Bunların yanı sıra hâlâ etkisini sürdüren COVID-19’un yeni varyantlarının birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ortaya çıkması, toplumda endişe yarattı. Endişelenmekte de aslında oldukça haklıyız. Çünkü, Eris ve Pirola olarak adlandırılan bu iki yeni varyant, eskilerine göre bulaşma konusunda çok daha becerikli görünüyor. Maalesef ki COVID-19 hâlâ grip gibi bir mevsimsel hastalığa dönüşmedi ve eylül ayı itibarıyla da yeni bir dalgaya girmiş durumdayız. Okulların açılmasıyla birlikte çocukların kalabalık ortamlarda daha fazla zaman geçirmesi, bu hastalıkların yayılmasını da kolaylaştırıyor. Bu iki varyantla ilgili mevcut verilere baktığımızda ise birçok ülkede son 3 ayda hastane yatış oranlarının yükseldiğini ve virüsün hızlı bir şekilde yayılmaya başladığını görebiliyoruz.
RİSKLİ GRUPLAR İÇİN TEHLİKE DEVAM EDİYOR
Elimizdeki veriler, her iki varyantın ağır seyretmediğini ve endişe verecek kadar tehlikeli olmadığını gösteriyor. Ancak uzmanlar, her ne kadar yeni varyantlar nedeniyle kapanma ya da maske zorunluluğunun geri gelmesinin söz konusu olmadığını vurgulasa da risk grubundaki kişiler için ölümcül olabildiği uyarısını da sürekli gündeme getiriyorlar. Bu nedenle özellikle 65 yaş üstü bireylerin, kronik rahatsızlığı olanların, bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerin, KOAH ve şeker hastaları ile obezlerin kapalı ve kalabalık ortamlarda fazla bulunmamalarını ve hatta mümkünse maske kullanarak, korunma konusunda tedbirlerini arttırmalarını öneriyorum.
ERİS VE PİROLA VARYANTLARININ BELİRTİLERİ GRİBE BENZİYOR
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından ‘izlenmesi gereken varyant’ olarak tanımlanan Eris varyantı, ishal, boğaz ağrısı, öksürük, ateş, tat-duyu kaybı, ses kısıklığı, baş ağrısı, nefes darlığı, burun akıntısı ve halsizlik gibi üst solunum yolu şikâyetleriyle kendini gösteriyor. Pirola varyantının belirtileri arasında ise boğaz ağrısı, burun akıntısı, hapşırma, balgamlı veya balgamsız öksürük, baş ağrısı, ses kısıklığı, kas ağrısı ve koku duyusunda değişiklikler yer alıyor. Her iki varyantın semptomları influenza ve grip ile örtüştüğü için test yaptırmayan kişiler tarafından hastalık çok daha hızlı yayılabiliyor. Peki, yeni varyantlardan ve üst solunum yolu hastalıklarından korunmak için neler yapmalıyız? Nasıl tedbir alacağız?
Dengeli ve sağlıklı beslenme çocuklarımızın hem bedensel hem de zihinsel gelişimi açısından oldukça önemli bir konu. Geçtiğimiz hafta okulların açılmasıyla birlikte milyonlarca öğrenci de yoğun bir ders maratonuna başladı. Ancak yaz tatilinden yeni çıkan birçok öğrenci maalesef ki konsantrasyon eksikliği ile karşı karşıya kalacak ve bu durum da okul başarılarını olumsuz etkileyecek. Ayrıca yetersiz beslenen ve ihtiyaç duyduğu enerjiyi besinler yoluyla alamayan öğrencileri bir de halsizlik, yorgunluk ve performans düşüklüğü gibi sorunlar bekliyor. Bu sağlık sorunları da beraberinde elbette ki, konsantrasyon ve dikkat eksikliğini getiriyor. Bu nedenle çocukların okul dönemi boyunca doğru bir şekilde beslenmesi ayrı bir önem teşkil ediyor. Peki, ders çalışırken odaklanmayı arttıracak, hafızayı güçlendirecek besinler nelerdir? Gelin hadi, çocuklarımızı bu istenmeyen durumlardan kurtaracak besinlere bir göz gezdirelim. Bu listeyi siz de mutlaka not alarak mutfağınızda görebileceğiniz bir yere asın. Çünkü bu liste sayesinde çocuklarınız daha verimli bir şekilde ders çalışabilecek.
ÇOCUKLARDA ZİHİN AÇAN BESİNLER
Zihin açmaya destek olan besinler, çocuklarınızın hızlı karar verme becerisi ile algı yeteneğinin gelişmesine yardımcı olurken, hafızalarının da güçlenmesini sağlar. Bu besinlerin başında ise tam bir protein kaynağı olan yumurta gelir. İyi protein tüketmek, aynı zamanda beyni güçlendirmek demektir. Özellikle yumurta sarısında beyin dostu kolin, fosfolipidler ve Omega 3 yağları bol bol bulunur. İçeriğinde ayrıca A, D ve B grubu vitaminler de yer alır. Bu vitamin grubunun da hafızayı güçlendirme özelliği vardır. Bu nedenle çocukların kahvaltısında her gün bir haşlanmış veya omlet mutlaka bulunmalıdır.
OMEGA 3 İÇEREN BALIKLAR
İçeriğinde yüksek oranda Omega 3 yağ asitlerini içeren yağlı balıklar, beyin gelişimi ve hafızayı güçlendirme açısından çok önemli besin kaynağıdır. Doğal yağlı balıklar, ayrıca iyi bir D vitamini deposudur. Çocuklarınızı bilişsel gerilemeye karşı koruyabilmek için özellikle Omega 3 bakımından zengin olan somon, ton balığı ve sardalye gibi balıkları tercih edebilirsiniz.
Yarın yeni eğitim öğretim yılı başlıyor ve milyonlarca öğrenci için ders zili çalacak. Ancak yaz tatili boyunca bilgisayar, tablet, cep telefonu ve televizyonla uzun süre vakit geçiren birçok öğrenci için ciddi bir tehlike ortaya çıkabiliyor. Bu tehdidin adı, ilk etapta masum gibi görünen bilgisayar oyunlarının neden olduğu dopamin bağımlılığı... Peki, dopamin bağımlılığı nedir? Nasıl mücadele edilir? Bu sorunun yanıtını vermeden önce dopamin hormonunun vücudumuzda nasıl bir role sahip olduğundan bahsetmemiz gerekiyor. Çünkü dopamin, ruh halinizi, ödül ve motivasyon duygularınızı etkileyen önemli bir beyin kimyasalıdır. Motivasyon, hafıza, dikkat ve hatta vücut hareketlerini düzenlemede önemli bir rol oynar. Vücudunuzda büyük miktarda dopamin salındığında, belirli bir davranışı tekrarlamanız için sizi motive eden bir zevk ve ödül duygusu yaratır. Bu durumda dopamin salınmasını sağlayan eylemin tekrar tekrar yapılmasını teşvik eder ve bağımlılık başlar.
BİLGİSAYAR OYUNLARI HİÇ DE MASUM DEĞİL
Bilgisayar, telefon, tablet ya da oyun konsolu gibi araçlar, sadece çocukların değil yetişkinlerin de hayatında giderek daha fazla yer alarak, bağımlılık haline geliyor. İlk etapta her şey masum başlıyor ve oyunlar çocukların hayatını etkilemiyor. Ancak zamanla oyunlarda geçirilen zaman artıyor. Bilgisayar, tablet ve cep telefonları çocukların ellerinden düşmüyor. Çocuklar, özellikle oyunlarda olmadıkları bir kişiliğe bürünüyorlar. Oyun içinde savaşıyorlar, imparatorluklar kuruyorlar ve olmadıkları bir kahramanı yaratarak, öz güvenlerini bu oyunlardan sağlıyorlar. Oyun oynadıkça kendilerini güçlü ve mutlu hissediyorlar. Bu öz güveni ve duyguları sürekli yaşamak istedikleri için de bağımlı oluyorlar. Bu süreç içinde beyinde dopamin salındıkça bağımlılık da artmaya başlıyor. Zamanla da çocuğun hem günlük hayatı hem de fiziksel ve ruhsal sağlığı olumsuz etkileniyor. Çünkü çocuklar, sadece o faaliyet süresince dopamini yüksek salgılıyor ve o aktivite dışında hiçbir şeyden zevk almıyor.
ÇOCUKLARIN DERS NOTLARI DÜŞÜYOR
Anne ve babalara özellikle bu süreçte çocuklarında dopamin bağımlılığı olup olmadığını çok iyi gözlemlemelerini öneriyorum. Çünkü bağımlılık gelişmeye başladığı zaman yavaş yavaş çocukların uyku düzeni bozuluyor, ders notları düşüyor, okula gitmek istemiyor ve kişisel hijyenlerine dikkat etmiyorlar. Ailelerin bu belirtilere çok dikkat etmeleri gerekiyor. Çocuklar, genellikle ailelerin koydukları zaman sınırlamasını geliştirdikleri yöntemlerle aşmaya çalışırlar ve genellikle de başarılı olurlar. Ancak Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), düzenli olarak iki saatten fazla ve bir yılı geçen bir süredir bilgisayar oyunu oynanıyorsa bu durumu bağımlılık olarak kabul ediyor. Bu nedenle çocuklarınızın bilgisayar oyunlarıyla ne kadar vakit geçirdiğini iyi gözlemlemeniz gerekiyor.