◊ “The Bodyguard”ın böylesine ses getireceğini tahmin etmiş miydiniz?
- İzleyicinin reaksiyonunu tahmin etmek o kadar zor ki... Ama bu kadar sevilmesi ve ilgi görmesi bizi çok mutlu etti tabii. 6 bölümü 5 ayda çektik. Çekimler başladığı andan itibaren normal hayat diye bir şey kalmamıştı. İş dışında hiçbir şeye vakit kalmıyor. O kadar yoğun çalıştıktan, o kadar emek harcadıktan sonra karşılığını almak muhteşem bir his. İzlenme rakamlarını söylüyorlar, bazen ben bile inanamıyorum... Müthiş!
◊ Diziden sonra günlük hayatınız değişti mi?
- Her şey çok yeni. Diziden sonra “Rocketman”in çekimlerine başladım. “The Bodyguard” ile gelen ilginin içine dalmadım, onunla ilgilenmedim, düşünmedim, direkt kendimi yeni işime verdim.
JAMES BOND DEDİKODUSU GURURUMU OKŞADI
◊ Dizide kültürel, politik ve sosyal anlamda aynı fikirde olmadığınız bir kadını korumakla görevlendiriliyorsunuz. Oysa gerçek hayatta fikirlerin uyuşmadığı biriyle çalışmak çok zor!
- Çoğu zaman işimle görüşlerimi karıştırmıyorum. Çalışırken sorunlardan uzak durmanın bir yolu da farklı fikirleri, özellikle de politik görüşleri tartışmaktan uzak durmak. Düşünsene, farklı bakış açıları yüzünden set arasında tartışmışsın, sonra aşk sahnesi çekmen, belki de öpüşmen gerekiyor. Zor olmaz mı? (Gülüyor)
◊ Son filminiz “Eşitlik Savaşçısı”nda mahkeme yargıcı ve insan hakları savunucusu Ruth Gingsburg’u canlandırdınız. Ruth’un mücadelesi size neler öğretti?
- Konuşmak ve sesini duyurmak ne kadar önemliymiş... Ruth kelimelerin gücüne, cümlelerin insanların fikrini değiştireceğine kalpten inanan biriydi. Çok mütevazı bir aileden gelmesine ve ailesinde hukukçu olmamasına rağmen davasından vazgeçmedi. Engel üstüne engel yaşasa da kadınların ikinci sınıf vatandaş görülmesini istemedi. Amerikan yasal sistemine karşı mücadele etmeye başladı.
◊ Küçük bir araştırma yaptım. Harvard 1636’da kurulmuş. Ruth, Harvard Hukuk Fakültesi’ne 1956’da girmiş. 1871 yılında kadın öğrencilerin hukuk fakültesine alınması için dilekçe verilmeye başlamış. Harvard 1950’de hukuk fakültesine ilk kadın öğrencilerini kabul etmiş. Aslında düşünecek olursak çok da uzun zaman önce yaşanmamış bunlar...
- İnanabilyor musun! Bu kadar yakın geçmişte yaşanmış hepsi. Kadınlar kocalarının ismi ve onayı olmadan araba bile kiralayamıyormuş. Çocuklara nasıl ebeveyn onayı gerekiyorsa kadınlara da resmen o muamele yapılıyormuş.
◊ Nehirde iki küçük çocukla günlerce süren çekimlerden bahsederek sohbetimize başlayalım...
- Dürüst olmam gerekirse beni zorlayan sahneler suyun içindekiler değildi. Suda güvenlik önlemleri en yüksek seviyedeydi. Etrafımız herhangi bir aksiliğe karşı müdahale edebilecek insanlarla çevrilmişti.
◊ Hangi sahneler zorladı peki?
- Filmdeki iki küçük çocuğun yüzüne bakıp acımasızca, sert ve merhametsiz bir şekilde konuşmak...
İkisi de çok küçüktü ve alışkın oldukları bir ortam değildi.
◊ Onlara bağırdığınız sahnelerde numaradan yaptığınızı söylemeniz gerekti mi?
- Sürekli... Onlara sürekli açıkladım, ne yapacağımı anlattım ve sahneye hazırladım.
◊ “Yeşil Rehber” bu sene benim en sevdiğim ilk beş film arasında. Sizi ve Viggo’yu (Mortensen) yan yana izlemekten inanılmaz zevk aldım. Merak ettiğim, kimyanız ilk anda tuttu mu, set dışında da uyumlu muydunuz?
- Tutan kimyayı ya da uyumu tanımlamak aşkı anlatmak gibi zor bir şey. Çok iyi uyum sağladık. Bu uyumun sırrı birbirimize ve yaptığımız işe olan saygımızdı. Çekimlere başlamadan önceki toplantılarda günde en az 10 saat Viggo ile aynı ortamda bulunuyorduk. Bu toplantılarda fark ettim ki Viggo’nun etrafında olmak hoşuma gidiyordu. Bu durum yaptığımız işe de yansıdı.
◊ “Yeşil Rehber”in yanı sıra HBO’nun hit dizisi “True Detective”in üçüncü sezonunda da sizi izleyeceğiz. Sanırım çekimler aynı döneme denk geldi. Onca yoğunluğunuzun içinde neden “True Detective”de de olmak istediniz?
- Evet, denk geldi. İnan bana çok zordu. Yine de “True Detective”i de yapmak istedim.
◊ Sizi zorlamasına rağmen “True Detective”i de yapmak istediyseniz karakteriniz dedektif Wayne Hays’i çok sevmiş olmalısınız...
- Aslında o rol bana teklif edilmemişti. Senaryo bana başka rol için gelmişti. Senaryoyu okuduktan sonra o rolü oynamayı ben teklif ettim.
Dizinin yaratıcısı Nic Pizzolatto kabul edince 10 ay boyunca “Yeşil Rehber” ile “True Detective” setleri arasında gidip geldim. Aynı anda çekmek tabii ki çok zorladı ama şimdi daha iyi aktör olduğumu hissediyorum. Yaşlanmış da hissediyorum. Ciddiyim, saçlarımdaki beyazlar arttı
◊ Dans, müzik, şov dünyası, diziler, sinema derken annelik, spora verdiğiniz önem, güzellik, bakım... Listemin sonunu getiremedim. Nasıl zaman buluyorsunuz tüm bunlara? Her gün bu enerjiyi nereden buluyorsunuz?
- Zaman yaratmak zorundayım. Hepimizin, canımızın istediği şeyler için zaman yaratma eğilimi var. Ben de bazen spora gitmek istemiyorum ama kendimi zorluyorum. Çünkü hem ruhumun hem de vücudumun iyi hissetmesini istiyorum. Eğer sporumu yapmazsam daha kötü hissedeceğim için kendimi zorluyorum.
◊ Ne kadar sıklıkla gidiyorsunuz spora?
- Haftada 3-4 gün mutlaka yapıyorum. Tabii Vegas’ta şovum varken kendimi fiziksel olarak çok iyi tutmak zorundaydım. Ama genel düşünecek olursak haftada 3-4 saatimizi spora vermeye değer diye düşünüyorum!
◊ Peki güzellik-bakım? Her daim güzelsiniz. Nedir bu işin sırrı?
- Güzellik ve bakımla ilgili sırlarım var tabii. Belki bu sırları önümüzdeki sene paylaşırım, bekleyip göreceğiz... Ama sırlarım dışında genel bir kuralım var. Eğer kendine iyi bakmazsan etrafındakilere iyi bakamazsın. Çocuklarım var, yoğun çalışıyorum. İş ve çocuklar zaten zamanımın çoğunu alıyor. Yaptıklarım herkesin yaptığından pek farklı değil. İyi uyku, cilt bakımı... Sigara kullanmıyorum, alkol kullanmıyorum ve kendimin en iyi hali olmak için çabalıyorum.
◊ Çekimlerde güzel görünmek için “ışık nerede olmalı”, “en iyi görüntü hangi açıdan verilir” gibi konulara takılır mısınız?
- Rol yaparken ışık saplantım yok ama 20-25 yıldır bu işi yapan biri olarak ışığın nerede iyi olacağını tabii ki biliyorum. Işık iyi açıda değil diyelim, o zaman görüntünün elden geçmesi gerektiğini de biliyorum ama iyi görünmezsem diye takıntı yapıp endişelenmiyorum. Sonuçta filmde görünen ben değilim. Filmdeki karakter ve karakterin nasıl görüneceğine karar vermek benim elimde değil.
Caleb Carr’ın aynı adlı kitabından televizyona uyarlanan, TNT’nin psikolojik draması “The Alienist” için geçen perşembe bir davet düzenlendi.
Dizinin başrol oyuncusu Daniel Brühl’ün babası Alman, annesi ise İspanyol... Almanca, İspanyolca ve Portekizce konuşuyor. Tabii İngilizcesi de kusursuz. “Inglourious Basterds”taki Alman savaş kahramanı Fredrick Zoller rolüyle tanındı, yönetmen Quentin Tarantino onu Amerikan hatta uluslararası izleyici ile tanıştırdı. Zaten o filmden sonra birçok Amerikan prodüksiyonunda yer aldı.
O gece Daniel ile partideki herkes gibi ben de sohbet etmeye başladım. Diziler, sinema, oyunculuk, bu seneki favori adaylar derken konu futbola geldi. Almanya’da büyümüş olmasına rağmen İspanyol tarafı biraz daha ağır basıyor. Tam bir Barcelona fanatiği... Barcelona’nın maçlarını yakından takip ediyor.
Neyse konuyu uzatmadan bana sorduğu ilk şeyi söyleyeyim. Arda Turan’ın en son yaşadığı olaylar... Bar kavgasını İspanyol basınından takip etmiş. Benden çok bilgisi vardı konu hakkında. “Neden? Anlayamıyorum neden?” dedi!
“Bu sorunun cevabını Arda’dan başkası veremez” dedim...
Güzel bir noktaya dikkatimi çekti konuşurken: Yetenek yönetimi... “Çok yetenekli olabilirsin ama o yetenek iyi yönetilmezse hiçbir anlamı yok” dedi ve ekledi: “Bu bizim işimiz için de geçerli. Sadece yetenek değil farklı özelliklerimiz bizi sektörde yukarılara çıkarıyor ya da daha kalıcı kılıyor. Umarım Arda eski günlerine döner.”
NetflIx’ten muhteşem davet
TARON EGERTON: SENARYOYU OKUMADAN “HAYIR” DEDiM!
◊ Bu projeye önce “hayır” sonra “evet” demişsiniz.
- Evet.
◊ Neden?
- Dürüst olmam gerekirse, senaryoyu okumadan “hayır” dedim. Küstahlığa kaçan bir yanım var. Gerçi her fırsatta kendimi düzeltmeye çalışıyorum ama... Kendimce çok da basit bir sebeple “hayır” dedim aslında.En son “Robin Hood” uyarlaması 3-4 yıl önceydi. Endişelendim. Çünkü “Kingsman” ile güzel bir çizgi yakalamıştım. Bu işi de sadece adı çok büyük diye aceleyle kabul etmek istemedim. Yönetmenimiz Otto Bathurst ile konuştuktan sonra projenin doğruluğuna inandım, onun vizyonuna güvendim ve kabul ettim.
◊ Atlarla aranız çok iyi değilmiş bir de...
- Güzel hayvanlar ama üstlerinde olmak yerine 100 metre uzaklarında olmayı tercih ederim. Çünkü korkuyorum.Atlarla özel ilişkileri olan insanlara saygım sonsuz ama benim yok. Atlardan korkuyorum ve uzaklarında olmayı tercih ediyorum. O yüzden aylarca at binmek zorunda kalmak nasıl zordu anlatamam.
◊ Filmde genç Dumbledore’u canlandırıyorsunuz. Sizden önce iki aktör aynı karakteri oynadı. Siz karakteri yaratırken onlarla aynı yönde mi ilerlemek istediniz yoksa tamamen kendi hayal gücünüzden mi yola çıktınız?
- İkisinden de biraz kattım. Zaten filmleri iyi biliyordum. Geriye dönüp tekrar çalışmadım. Karakteri romandan yaratınca, romanın yazarı aynı zamanda senaryoyu yazınca, karakterin geçmişinden çok fazla dokuya ve detaya sahip oluyoruz.
Yani Dumbledore birçok açıdan bilgi sahibi olduğumuz bir karakterdi. Ben ve oynayan diğer aktörler aynı kaynaklardan faydalandık. Benim geri dönüp daha iyi anlatmaya çalıştığım şeyler, içindeki karmaşa, drama, hengame ve çözülmemiş kişisel maceralar... Diğer iki aktör Dumblebore’un 100 yaşlarındaki halini oynadığı için bu hisleri anlatması gerekmedi...
◊ Geçen hafta Natalie Portman ile başrolü paylaştığınız, aralık ayında gösterime girecek filminiz “Vox Lux”ı izledim. Tamamen farklı iki film deneyimi sizin için...
- Kesinlikle. “Vox Lux”ı birkaç haftada çektik.