◊ Al Pacino ve Robert De Niro isimleri, sinemada bir jenerasyonu temsil ediyor. De Niro sizinle konuştuğu bazı konuları başka kimseyle konuşamadığını söyledi. Sizden de biraz aranızdaki arkadaşlığı anlatmanızı rica ediyorum...
- Genç birer delikanlıyken tanıştık Bob (Robert De Niro) ile. 20’li yaşlarımızda. Nerede tanıştığımızı bile hatırlıyorum; New York’ta 14’üncü Cadde’de. Sokakta tanıştırıldık aslında. Ortak arkadaşlarımız tanıştırmıştı. Tuhaf bir adam olduğunu düşünmüştüm. Dışarı verdiği hissi kavrayamıyorsun ama hissediyorsun. Hiç unutmuyorum, bizi tanıştıran arkadaşıma “Ne garip bir adam” demiştim Bob için.
Sonra kariyerlerimiz paralel olarak başladı. “Pacino & De Niro dönemi” olarak nitelendirildi. Karşılaştırıldık, eşleştirildik... Bizim zamanımızda ünlü olmak başkaydı. Hazırlıksız yakalanmıştık. Alışmamız zaman aldı. Bob daha o dönemden itibaren güvendiğim bir kardeş gibi. Onunla buluşup bize olanları konuşurduk. Bağımız bugünlere kadar devam etti. “The Irishman” için de Bob’a teşekkür etmeliyim, çünkü Hoffa rolünü benim oynamam onun fikriydi.
◊ Aynı soruyu Robert De Niro’ya da sordum; bu işi yapmaya ne zaman karar verdiniz? Aktör olmak istediğinizi ilk ne zaman hissettiniz?
- Çocukken... Yapabildiğimi fark ettiğimde âşık oldum bu işe. Aslında bu iş benim için dikkat çekmenin en kolay yoluydu. Okul tiyatrosu, diğer derslerden kaçmak için en kolay yoldu. Bir taraftan da “Bu nasıl bir iştir ki, okulda bile yapınca insanlar böyle güzel tepkiler veriyor” diye düşünüyordum. Bir gün oyun sonunda izleyicilerden biri yanıma geldi. 12-13 yaşındayım daha. Adam bana “Sen yeni Marlon Brando olacaksın” dedi. Marlon! Düşünebiliyor musun, Marlon Brando!
Başlangıç böyleydi... Sonra performans sanatları okumaya başladım. Akademide sıkıcı dersler yoktu. İngilizce dışında. Bitiremedim, okuldan ayrılmak zorunda kaldım. Çünkü çalışmak zorundaydım. Annem hastaydı, ona bakmalıydım. Bir sürü iş yaptım ama tiyatrodan hiç kopmadım. Berghof Stüdyo’da ustam Charlie Love ile tanıştım. Charlie beni çok farklı bir dünyaya soktu.
OYUN OYNADIĞIM SAHNEDE UYURDUM
◊ “The Irishman” 3.5 saatlik bir film. Fakat izlerken bana 3 dakika gibi geldi, zaman hemen geçti. Bana kısa geldi ama eminim sizin çekerken uzun set günleriniz olmuştur...
- Çok fazla sahne vardı. Çekerken bir sürü değişiklik yaptık. Farklı zaman dilimini çekmek zor bir iş zaten. Yine de Netflix’in desteğiyle mümkün olabilecek en rahat şekilde çektik.
◊ Netflix demişken, sinema deneyimini artık sinema salonlarının dışında dijital platformlarda da yaşar olduk. Neler düşünüyorsunuz teknolojinin getirdiği bu değişim hakkında?
- Değişim kaçınılmaz bir şey. Ya değişimi kabul edip hikayeyi hangi formda olursa olsun, nereden izlenirse izlensin en iyi şekilde anlatmanın yolunu bulacaksın ya da zamanın gerisinde kalıp yok olacaksın. “The Irishman” sinemada da gösteriliyor. Ben de teatral olarak sinemada izlemeyi tercih ediyorum. Ama değişim kaçınılmaz. Zamanın getirdiklerine karşı koymak imkansız.
KENDİMİ MERDİVENLERDEN AŞAĞI BIRAKTIM SONRA MARTYO SAHNEYİ KESTİ!
◊ “The Irishman”de sinemanın rüya takımı bir aradaydı; siz, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel, Martin Scorsese... Nasıl bir ortam vardı sette?
- Set deneyimi de sonuç kadar önemliydi. Sürecin başından itibaren yaptığımız işin özel, insanlara etki edecek ve saygı görecek bir iş olduğunu biliyorduk. Set nasıldı sorusuna dönersem; güvenliydi! Güvendeydik, rahattık. Yönetmen Scorsese’ydi çünkü.
Peter Jackson, 2012 yapımı “The Hobbit: An Unexpected Journey”i (Hobbit: Beklenmedik Yolculuk) saniyede 48 kareyle çektiğinde hepimiz bir “vay” demiştik. Şimdi bir de Ang Lee’nin “İkizler Projesi”ni izleyin... Görüntüler ultra, 3D ve tertemiz ...
Filmde Will Smith iki karaktere hayat veriyor.
Birincisi hiçbir avını kaçırmayan suikastçı Henry Brogan, diğeri ise Smith’in 23 yaşındaki düşmanı Junior yani Smith’in dijital genç klonu...
Ang Lee, Smith’in genç klonunu yaratırken oyuncunun eski fotoğraflarını ve kariyerinin ilk yıllarındaki görüntülerini kullanmış.
Yönetmene, “Neden gençleştirme yöntemi kullanmadınız” diye sordum.
“Artık dijital dönemdeyiz. Will Smith’e benzeyen birini oynatmak ya da onu makyajla gençleştirip, filtrelediğimiz halini kullanmak istemedim” yanıtını verdi.
◊ Günün birinde bu mesleği yapma hayali kuran milyonlarca genç var... Okul yıllarınız ile başlayalım... New York’taki Lee Strasberg Tiyatro ve Film Okulu’na gittiniz. Sizin hayalleriniz neydi o yıllarda?
- Strasberg çok katı bir oyunculuk okuluydu. Los Angeles’a taşınmaya karar verdiğimde, herkes beni vazgeçirmek için elinden geleni yaptı. “Orada yok olacaksın, Los Angeles seni parçalayacak” gibi bir sürü laf söylediler. Ama ben vazgeçmedim. O yıllarda tiyatro yapıyordum. Kendimi oyuncu olarak koyman gereken yeri kestiremiyordum. Hele o dönemin en büyük aksiyon yıldızlarından biri olacağımı hayal bile etmemiştim.
◊ Geçmişe dönüp bakınca kariyerinizdeki işler sizi mutlu ediyor mu?
- Kariyerim bu şekilde oluştuğu için mutsuz değilim. Aksine yıllar geçtikçe aksiyon filmlerini daha da çok sevmeye başladım.
Çünkü bu filmlere hem fiziksel hem mental hazırlanmak zorundasın. Komedi de öyle mesela. Hızlı düşüneceksin, hazır olacaksın... Aksiyon kolay iş değil... Zorluyor! Ben de, beni zorlayan işleri seviyorum.
DÜNYA KADIN EGEMENLİĞİNE GEÇECEK
◊ Sizi bu projeye çeken neydi? Ford, Ferrari, Le Mans yarışları... Bunlar oldukça heybetli isimler. Projenin merkezinde onların olması sizi ne ölçüde etkiledi?
- İşin aslını söylemem gerekirse hiçbir zaman araba tutkunu olmadım. Beni bu işe çeken, insanların bir araya gelip ortak bir amaç uğruna işbirliği yapmaları oldu. Egolarını, farklılıklarını bir kenara atıp ortak amacı her şeyin üstünde tutmak ve tüm enerjiyi o yönde harcamak beni etkiledi.
Çünkü ben de öyle bir insanım. Yarış arabaları, dönemin en hızlı arabasını yaratmak değildi yani beni etkileyen. İnsanların ortak bir tutkunun etrafında birleşip tüm egolarını ve farklılıklarını kontrol altında tutabilmeleriydi.
◊ Carroll Shelby, filmdeki ekibin yaratıcı beyni. Ford tarafından dünyanın en hızlı arabasını yapması için işe alınıyor. Filmde Shelby üzerindeki otorite sahipleri, çeşitli yollardan onu kontrol etmeye çalışıyor. Yaratıcı olarak sizin de içinde olduğunuz birçok proje var. Sizin de otorite sahiplerinin engelleriyle karşılaştığınız oldu mu?
- Filmde iki taraf da birbirlerinden beklentilerini iyi yönetmek zorundaydı. Ford, Shelby olmadan arabayı yapamıyordu, Shelby de Ford olmadan. Aynı filmlerdeki gibi. Tek başına bir sinema filmi yapman mümkün değil.
Otorite sahipleri yani stüdyolarla olan deneyimlerimde şanslıydım. İşlerimi etkileyecek büyüklükte anlaşmazlıklar yaşamadım. Sinema gibi işbirliği gerektiren işlerde birbirimizi anlamaya çalışmak ilk adım olmalı.
◊ Ford, kendi çıkarları için Shelby’yi karar verici mekanizmadan çıkarıyor. Siz de yapımcı ve aktör olarak birçok projeye emek veriyorsunuz. Siz bu filmi Fox’un çatısı altında yaparken Disney, 20th Century Fox’u satın aldı. Nasıl bir ortam vardı o dönem?
◊ Yıllar sonra yeniden ‘Jesse Pinkman’ olmak nasıl hissettirdi size?
- 6 yıl önce karaktere hoşçakal dediğimi düşünmüştüm. Vince (Gilligan) ve diğer yazarların diziyi bitirme şekli mükemmeldi. Hepimiz bu hikayenin bir parçası olduğumuz için çok şanslı hissediyorduk. Yıllar sonra Vince beni arayıp hikayeyi devam ettirmek için fikirleri olduğunu söylediğinde “Bana çekimlere ne zaman başlayacağımızı söylemen yeterli, orada olacağım” dedim. Vince eğer bir şey yapacağım diyorsa laf olsun diye yapmaz. Dizi bittiğinden beri Jesse aklından çıkmıyordu. Kafasında hep Jesse’ye ne olduğu vardı, o yüzden film ile devam etme fikrini sevdim.
◊ 6 yıl sonra Jesse Pinkman’de neler değişmiş?
- Senaryoyu okumadan önce endişeliydim aslında. Hikayenin nasıl olacağını merak ediyordum. Jesse’yi bıraktığım yerden alıp yeniden başlamak kolay olacak mıydı? Senaryoyu ilk defa Vince’in ofisinde okudum. Koltuğa uzanmış sayfaları çevirirken Jesse’yi nasıl portreleyeceğimi gözümde canlandırmıştım. Beni en çok şaşırtan da üzerinden yıllar geçtiği halde Jesse’nin vücuduna hiç ayrılmamışım gibi girebilmem oldu... Jesse’nin ekran hayatının her saniyesini yaşamış olmak, provaya fazla ihtiyaç duymadan çekimlere başlayabilmemi sağladı.
◊ Başka roller de oynadınız ama sanki Jesse karakteri üzerinize yapıştı. İnsanlar sokakta hâlâ Jesse diye sesleniyordur sanırım...
- Evet. “Hey Jesse!” Beni dünyaya tanıtan bu karakter oldu. Herkes beni Jesse olarak tanıdı. Oyunculuğumun farklı yönlerini izleyiciye göstermem benim görevim. Ama insanların hâlâ sokakta Jesse diye bağırmaları beni rahatsız etmiyor.
◊ “Goliath”ın üçüncü sezonu 4 Ekim’de Amazon Prime’da yayınlanmaya başladı. Yeni sezonla ilgili neler söylemek istersiniz?
- Hep en son sezon önceki sezonlardan daha iyi denir ya, bizim dizide de öyle oldu. “Goliath”ın en iyi sezonu bu. Günümüzde yaşanan ve izledikçe merak uyandıracak bir hikayesi var.
◊ Büyük şirketlere karşı savaşıyorsunuz bu sezon.
- Evet, büyük şirketler karşısında kalan küçük insanların yaşadıklarını anlatıyoruz.
◊ Goliath yani dev; başka bir deve karşı... Sizin de karşınıza zaman zaman mücadele etmesi zor ‘dev’ler çıktı mı?
- Bazen karşımdaki dev sadece kendim oluyorum. (Gülüyor) Her neyse, o konuya girmeyeyim... Tabii ki çıktı. Eğlence dünyasının kendisi karşımızdaki dev. Los Angeles’a ilk geldiğimde tek bir kişiyi bile tanımıyordum. Sıfırdan başlayıp bu sektörde var olma çabası da karşımdaki bir başka devdi. Los Angeles, karşımdaki devdi... Hâlâ öyle aslında ve hep de öyle kalacak galiba.
EN ZORU DUYGULARI KONUŞMADAN İFADE ETMEK
◊ “Joker”i iki kere izledim. Performansınızla ilgili konuşulacak çok şey var, fakat ben afişte de yer alan merdiven sahnesinden başlamak istiyorum...
- O sahnede kritik bir hata yaptım. Basamaklarda prova yapmadım. Çok dardı. Normal merdiven genişliğinde değillerdi. Maalesef bunu hesaba katmamışım. Sahneye dönersem... O sahnede ilginç olan şey, iki farklı şekilde görüntülenmiş olması. Birincisi gerçeklik. Gerçekliği gösterirken dans hareketleri tutarsız, istikrarsız ve ritim iyi değil. Diğeri ise düşsel... Joker’in kafasındakiler. Onun gözünden kameraya yansıyan hali. Yavaş çekimde izlediğiniz kısımlar. Zarif, estetik, akıcı olan hali...
Todd’un (Yönetmen Todd Phillips) bu sahneye yaklaşımını etkileyici bulduğumu da eklemeliyim. Çekimler süresince herkesin anladığı gerçeklik ile Joker’in anladığı gerçeklik, onun algılama şekli bizi çok uğraştırdı. Ama bahsettiğim sahnede bu iki farklı dünya oldukça iyi tasvir ediliyor.
◊ Nasıl hazırlandınız bu sahneye?
- Michael Arnold isimli bir koreografla çalıştım. Fikirlerimi yönetmen dışında kimseyle paylaşmam. O yüzden koreograf ile çalışmaya pek istekli değildim. Ama iyi ki çalışmışım. Bana hareketleri ve ritmi öğretmekle kalmadı, dansın alfabesini de anlattı. Senaryoda Arthur’un kafasında sürekli müzik olduğu yazıyordu. Beyninde sürekli müzik çalıyormuş. Koreograf ile çalışana kadar müziğin karakteri ne kadar etkilediğini, Arthur ve Joker’i nasıl resmettiğini fark etmemiştim. Galiba müzik, karakterin iki farklı yönünü resmeden en iyi şeydi.
BANYO SAHNESİNİ