Koreli yönetmen Bong Joon Ho’nun filmi “Parazit”, Dolby Tiyatrosu’nda tarih yazdı ve ‘en iyi film’ dalında Oscar kazanan ilk yabancı dilde film oldu.
Peki “Parazit” neden 2019’a damgasını vurdu? Bu film neden bu kadar çok konuşuldu ve sevildi?
Bong Joon Ho ile yaptığım röportajda gittikleri her festivalde filmin çok sevildiğini, izleyen kitleler farklı olsa bile hemen hemen herkesin aynı tepkileri verdiğini söyledi.
“Çünkü film zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu, günümüzde topluma hakim olan kutuplaşmayı doğru ve etkili bir şekilde anlatıyor” dedi.
Aynı fikirdeyim. Filmin hikayesi evrensel. Bu hikayede herkes kendinden bir şeyler buldu. Tabii bir de Bong Joon Ho’nun sinema zekası eklenince, ortaya bir başyapıt çıkmış.
Bong Joon Ho ekonomik sınıf farklılıklarını, farklı sınıfların yaşadıklarını, hissettiklerini mükemmel bir şekilde tasvir etmiş.
Hikayeyi ilmek ilmek işlemiş, izleyiciyi şoke edecek detayları ustalıkla yerleştirmiş.
Henry Golding: Gangster rolünü çok sevdim
“The Gentlemen” son zamanlarda izlediğim en eğlenceli suç-gerilim ve komedi filmi. Karakteriniz Dry Eye fırsat kollayan, ortam elverişli olduğu anda da gücü ele alan biri. Fırsatını kollayıp harekete geçtiğiniz bir an deyince aklınıza ilk ne gelir?
- John Chu’nun “Çılgın Zengin Asyalılar” filmi için bana ulaştığı ve ilk konuştuğumuz an... O aşamada kafamda çok fazla tereddüt vardı. Çünkü aktör değildim. Mesleğim gazetecilikti. Muhabirlik yapıyordum. John beni kendime getiren tokatı attı. Nasıl muazzam bir fırsat ile karşı karşıya olduğumu fark ettirdi. Geleceğimi yeniden şekillendirmek için verilen fırsatı geri çevirmedim. Hâlâ da o fırsatın verdiği başka fırsatlarla geleceğimi şekillendir-meye devam ediyorum.
“Çılgın Zengin Asyalılar” filminden hemen sonra “A Simple Favor” ve “Last Christmas”da yer aldınız. Şimdiyse “The Gentlemen”. Üçü de Hollywood’daki yerinizi daha da sağlamlaştırdı...
- Evet. Benim için de tahmin edilemez bir yolculuktu. Fırsatı yakalayınca üzerine atlamak ve karşınıza çıkan tüm zorluklara rağmen devam etmek gerekiyor. Çok düşünmeden akışına bırakmaktan korkmayın. Geçtiğimiz ay New York’ta filmin basın turunda tüm ekiple pizza yemeğe gittik.
Evet, o gecenin fotoğraflarını sosyal medyada gördüm.
- Pizzacıdayken aklımdan geçen tek şey, “Burada ne işim vardı”. Nasıl olur da o insanlarla bir arada olabilirdim. (Guy Ritchie, Matthew McConaughey, Collin Farrell, Hugh Grant) Açıklaması zor sadece çok tuhaf.
◊ 5’inci sezon 16 Şubat’ta başlıyor. Sizin canlandırdığınız Jamie karakteri artık yaşlanıyor ve kendinden daha genç olanlara yol gösteriyor. Yanılmıyorsam siz de nisan ayında 40 yaşına gireceksiniz. 40 yaşındaki Sam, 20’li yaşlardaki Sam’e neler söylemek isterdi?
Sam Heughan: Los Angeles’a ne zaman gelsem, o günler gözümün önünde canlanıyor. Oyuncu seçmelerine giderken bir Amerikan televizyon şovunda yer almak için kurduğum hayaller... Hep bugünleri hayal ederek yaşardım. Dün ücretini benim ödemediğim konforlu, lüks araçta en şık kıyafetlerimi giymiş basın turu için yola çıkmayı beklerken, genç Sam’in ruhu yanımdan geçti sanki. Tek bir rol için bu yollarda az gidip gelmemiştim. Nereden nereye... Ne kadar şanslı hissettiğimi anlatamam.
◊ Bu sezon kırmızı palto giymiş bir Sam görüyoruz. Geçmiş sezonlara bakınca Jamie’nin o paltoyu giymesi ilginç geldi bana...
- Evet, geçtiğimiz sezonlarda Jamie o kırmızı üniformanın temsil ettiği her şeye karşı mücadele ediyordu. Bu yüzden o paltoyu giymek büyük ve önemli bir şey Jamie için. Ayrıca oldukça sadık ve gururlu bir adam olduğu için, o paltoyu giyme kararını almak onun için çok zordu. Fazla spoiler vermeden şöyle açıklayayım; Jamie “iyi bir sebep” için giyiyor ama istediği gibi olmuyor...
BENİ TURİZM ELÇİSİ YAPTILAR
◊ İskoçya’da “Outlander” turları yapılıyor değil mi?
- Evet... İskoçya’ya gelen turist sayısı “Outlander”dan sonra katlanarak arttı. İlk sezonu çektiğimiz Doune Castle’a ziyaretçi sayısı yüzde 800 artmış. Yüzde 800! Artık birçok tarihi yer ziyarete açılıyor. Hepsinin sebebi “Outlander”.
İlk maçında potayı ıska geçince maç dönüşü sabaha kadar salonun ışıklarını açtırıp şut çalıştı. Daha sonra bir çığ gibi büyüdü Kobe. Parklarda oynayan çocuğun sırtında bazen 8 bazen 24 oldu. Sözü vardı şehre ve bu sözü tuttu. Salona her zaman ilk o geldi, sabahlara kadar hep en çok çalıştı çünkü inadın, hırsın, zamanın, kazanmanın ismiydi Kobe Bryant. İtalyanca ve İspanyolca bilir, piyano çalar, felsefe konuşur, her türlü sporla ilgili bilgisi olan hayat adamıydı Kobe Bryant. Los Angeles’ta sokaklarda yaşayan evsizlerin babası, onlar için her sene büyük organizasyonlar yapan adamdı Kobe Bryant. “Basketbol bitince artık anlatacak çok hikayem var, bunları yapacağım” diyordu. Oyuna olan sevgisini şiir yaptı, o da yetmedi çizgi filme döktü, hatta Oscar da kazandı. Hem NBA şampiyonluğu, hem olimpiyat altın madalyası, hem de Oscar kazanan tek kişi oldu Kobe Bryant. Hikaye devam edecekti, etmeliydi. Sırada, son zamanlarda maçlara birlikte geldiği kızı Gianna’ya Mamba Mentality’yi öğretmek vardı. Kızıyla maçlara geliyor ona detayları anlatıyordu.
EFSANELER ÖLMEZ
20 yıl boyunca, NBA muhabirliğine başladığım ilk günlerden bu yana tek bir soru sorma hayalini kurduğum adamdı Kobe Bryant. Yıllarca soyunma odası kapısında beklediğim, duştan çıkıp ayaklarını buza sokan sonra mikrofonu uzattığım adamdı Kobe Bryant. Bana iş disiplini nasıl olur, başarmak için nasıl mücadele edilir, bunu öğreten adamdı Kobe Bryant. Ocak 26 sabahı hikaye yarım kaldı. Oysa ki daha çok iş vardı yapacağı. O sabah keşke hiç olmasaydı ya da o helikopter hiç kalkmasaydı... Ama hayat hikayesinin, kaderinin yazılmış bir parçasıydı artık. Belki hikayesi yarım kaldı ama efsaneler ölmez, senin gibi milyonların kalbine yazılır Kobe Bryant.
Kaybeden tüm iddaa kuponlarına %3'e varan iade sadece Misli.com'da, katılmak için buraya tıklayın
Filmi izlerken Judy için üzülmeyen yoktur herhalde... Filmden yola çıkarak soruyorum, Judy’nin nasıl göründüğü kontrol edilmek isteniyor. Şimdi farklı bir zaman diliminde yaşıyoruz ama işverenlerin sizin fiziksel özelliklerinize karıştığı oldu mu?
- Evet, bir dereceye kadar karışanlar oldu. Hollywood’da yaşayan ve çalışan bir kadınım. Maalesef görünümümüz halka açık tartışma konusu.
Dünya genelinde...
- Evet, dünya genelinde herkes görünümümüzle ilgili fikir beyan etme hakkına sahip! “Müdahale etmek” deyince aklıma ilk gelen örnek, Marilyn Monroe. Marilyn evinden çıktığı andan itibaren kendinden beklenen şekilde hareket etmek zorunda kaldı ya da beklentilere tahammül etmek zorundaydı. Onu tanımlayan, ondan beklenen şey zarafetinin, güzelliğinin zirvesinde olmasıydı. Aynı şey Judy’nin performansı için geçerliydi. Judy’nin sahnede bocalama şansı yoktu. Çocuk yaşta stüdyo sisteminin içine girmiş ve stüdyo patronlarının “Acaba nasıl pazarlanabilir, acaba nasıl izleyiciye satılabilir” tartışmalarının parçası olmuş bir yıldız...
Onun zamanındaki diğer genç yıldızlar daha uzun, daha güzel. Hollywood’un görmek istediği kalıba uygun yıldızlar. Ve Judy’ye sürekli onlardan biri olmadığı, ne kadar şanslı olduğu hatırlatılıyor. Korku içinde...
Biraz önce de dediğim gibi, Judy kendisi için en iyi sunumu yapmak isteyen bir planın parçası olmuştu. Ben o derecede bir deneyim ve baskı yaşamadım. Belki Judy kadar özel bir yetenek değildim, kim bilir...
BENİM İÇİN EN ÖNEMLİ ŞEY İŞİM
◊ Efsane dizi “House” ile başlayalım sohbetimize. “House”dan sonra “Veep” geldi. Tabii “The Night Manager” ve diğer işleriniz de var ama “House”un yeri ve etkisi başka...
- “House”u hep büyük bir gurur ve sevgiyle hatırlayacağım. Çünkü şimdiye kadar üstlendiğim en heyecan verici mücadeleydi. Bu arada şimdi olsaydı yapamayacağım gerçeğini de biliyorum. Çünkü o proje için gerekli enerji ve kuvvete şimdi sahip değilim.
“House” öylesine yoğun bir işti ki, bittikten sonra oyunculuğa ara verdim ve müziğe geçtim. Tamamen farklı bir dünyaya geçip bir müzik grubuyla müzik yapmaya başladım. Hayata yeni başlayan bir çocuk gibi. Daha önce hiç bilmediğim bir alanda yetenekli müzisyenlerle dolu farklı bir dünyaya geçtim. Muhtemelen bu geçiş, hayatımda verdiğim en doğru karardı.
Ondan sonra kendimi “Veep”i ve diğer işleri yaparken buldum ki o işlerin bir parçası olmak da harikaydı. Ama benim üzerimde hiçbirinin etkisi “House” kadar yoğun olmadı. “House” çok fazla önem verdiğim bir işti. Her detayına takıntılıydım. Sette de set dışında da insanları deli ederdim. “House” bittiğinden beri biraz daha aklı başında bir insan oldum. İyi mi, kötü mü bilmiyorum. Sonuçta işle ilgili akıl sağlığı hedefim değildi. Ama her şeyi bir kenara bırakıp sadece o işe takıntılı olmak ağır bir yüktü...
◊ Diziniz “House” Türkiye’de “Hekimoğlu” adıyla uyarlandı. Bir mesajınız var mı?
- Var! Hekimoğlu benim gibi kendini çok kaptırmasın. Kendini ve etrafındakileri deli etmesin. Tüm ekibe ve Türk izleyicilere selamlar...
◊ Önce “Veep”, şimdi de yeni diziniz “Avenue 5”... Komedi, daha çok eğlendiğiniz bir alan mı?
- Sanırım öyle. Aslında sadece komedide değil, yaptığım tüm işlerden artık daha fazla keyif alıyorum ama içimde daha az hissediyorum. Yeni bir oyuncakla oynamak gibi, bir şeyleri keşfediyorum. Yapabildiğimin en iyisini yapıyorum ama hayatımın merkezi ya da ölüm kalım meselesi yapmıyorum işlerimi artık. “House”a ölüm kalım meselesi gibi muamele ediyordum. En başından itibaren öyleydi. Şimdi yeni şeyleri keşfetmekten keyif almayı öğrendim.
Twitter’da takipçi sayısı 13.5 milyondan 14.1 milyona çıktı...
NEDEN RICKY GERVAIS?
İçeriden bir bilgi:
Ta geçen sene 76’ncı Altın Küre Ödülleri töreninde Sandra Oh ve Andy Samberg sahneye henüz çıkmış açılış konuşmasını yaparken...
Hollywood Yabancı Basın Birliği’nin bazı üyeleri “Seneye töreni Ricky Gervais sunmalı” diye lobi çalışmalarını başlatmıştı bile. Çünkü ödül verenler, Ricky’yi ve onun ustaca yazılmış şakalarını seviyor.
Törenden iki gün önce kırmızı halı seremonisinde Ricky’nin basına özellikle vurguladığı bir şeyi hatırlatmak istiyorum:
“Unutmayın, söylediğim her şey şaka.”
◊ Oyunculuğa dünyanın en büyük iki serisinde; “Harry Potter” ve “Alacakaranlık”ta (Twilight) oynayarak başladınız. “Batman” öncesinde ise bağımsız işler yapmayı tercih ediyordunuz. Bu geçişi sormak istiyorum size...
- İlk yaptıklarım, 200 milyon dolar bütçeli stüdyo filmleriydi. Seyirci kaygım yoktu. Ama risk içeren filmler yapmayı da seviyorum. Filmi sadece başkalarının beğeneceğini düşünerek yaptıysanız ya da “İzleyici mutlaka beğenecek ama benim hoşuma gitmemişti” diyorsanız yanlış hikayeyi seçmişsiniz demektir. Yaptığım filmler bana hitap eden filmlerdi. Aynı şey şimdi de geçerli. Filmin seri, bağımsız ya da büyük bütçeli olması fark etmiyor.
◊ Son filminiz “The Lighthouse” (Deniz Feneri) sanat filmi. Senaryo ağır, çekim şartları zorlayıcı, hikaye tuhaf, karakteriniz zor... Bu hikayeler size neden ilginç geliyor?
- Gerçekten sadece bir karaktere bağlandığım ya da filmi seçerken sadece tek bir şeyin ilgimi çektiği çok nadirdir. Sanırım bazı yönlerden bilinçaltımda kendi kendime meydan okuma isteği var. Senaryoyu ilk okuduğunda hikayeye ya da karaktere nasıl yaklaşacağımı bilemiyorsam, orada beni çeken bir şey oluyor. Meydan okumak...
Ayrıca filmi seçerken asla nihai ürünü düşünmüyorum. Filmin nasıl vücut bulacağını değil, sadece süreci düşünüyorum. Süreçte imkansız görünen bir şey varsa, çekimlerin 3-5 ay boyunca eğlenceli geçeceğini biliyorum. Ne kadar zor, ne kadar zorlayıcı olursa tatmin edici olma şansı o kadar yüksek oluyor.
ROBERT EGGER’IN KAFASINDA BİR ŞEYLER EKSİK
◊ “The Lighthouse”daki yönetmeniniz Robert Eggers ile çalışabilmek için 6-7 yıl uğraştığınızı duydum. Neden onunla çalışmayı bu kadar çok istediniz?
- “The Witch” filmi yüzünden... Robert’ın ilk uzun metrajı o. Hani uzun zamandır aradığınız bir şey bir anda karşınıza çıkar ve “İşte bu!” dersiniz ya... O filmi izlediğimde de öyle bir şey oldu. Filmdeki set tasarımı, sinematografi, kullanılan dil; her şey beni Robert ile çalışma fikrine çekti. “The Witch”in korku filmi olduğunu düşününce, onunla çalışmak için ortak noktayı nasıl bulacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu. Ama bir şey olacaktı. İlk filmini bu kadar ustaca yapan bir yönetmenin potansiyelinin çok daha fazla olduğunu tahmin edebiliyordum. Birkaç proje için bir araya geldik ama olmadı. Sonunda bu artistik sanat filmi “The Lighthouse”u yaptık.