Bahar Akıncı

Gribi hafife almak

13 Ekim 2012

Dört gündür tüm vücudum hafif hafif ağırlaşan bir griple mücadele ederken, ben bünyeye ilaçları dayayıp oralı bile olmadan işe güce devam ettim. Bünyeyle birlikte vardığımız dönemeç şu:
6 kez öksürük krizi ve emsalsiz burun patlamaları ile bölünen gece uykusu. Sürünerek kalkıp kendine ballı ıhlamur hazırlama. Ağızdan aşağı ilaç ve vitamin tepeleme. Şişmiş ve ağlayan gözlerle aynalara bakma. Normale dönene kadar TV başında bekleme. Uyku moduna geçme. Bir saat sonra yeni bir krizle uyanma.
Kanat Atkaya’nın deyimi ile hay bin kunduz!
Ve bu aralar bir proje için evimden uzakta bir otel odasında yaşamaktayım, ama Allah’tan Türkiye sınırları içerisindeyim.
Siz bu satırları okurken ben muhtemelen memlekete (canım gülüm İzmir) dönmüş, ağzımda bir kaşıkla doktorumun “kızım cahil misin sen” serzenişlerini dinliyor olacağım. Bu arada saniyede 330 km hızla hapşırma rekoru kimde diye Guinness Rekorlar Kitabı’nın web sitesini incelemeyi planlıyorum. Adayım.
Ben griple olan nefes kesici mücadelemi sürdürürken siz geziniz tozunuz, sevgili bir çorba bile pişirmez okur. Hayat size güzel olsun bari bu aralar. Öneriler sayfada. Hadi bana eyvallah.

Beni yeniden sev

Yazının Devamını Oku

YARA

12 Ekim 2012

“Sen istediğin kadar sakladım san izini. Birileri hep görecek yaranı”
Suskunlar

Kimimiz için 3’ünde başlıyor hayat. Sokakta mendil satarak. Kimimiz biraz daha şanslı. İlkokula gidiyor el bebek gül bebek. Kimimiz üvey. Kimimiz evlatlık. Kimimiz yetimhaneden. Çoğumuz ana kucağından. Büyüyoruz. Yuvarlanıp gidiyoruz.
Yolculuk zor. Yolculuk debdebeli. Karşımıza çıkan engellerin haddi hesabı yok. Bazen bir adam yakıyor canımızı. Kimi zaman en sevdiğimizin çaresiz hastalığı. Bazen, terkediliş. En kötüsü unutuluş. Sevdiğimiz başkasının oluyor bazen, o başkasının yüzünde bizim eski gülümsememiz. Babamızın kanser haberini alıyoruz ona söyleyemeden. Felek hep elinde bir bıçak. Neresini deşsem şunların diye dört dönüyor çeperimizde.
Dört bir yanımız yara doluyor büyüyüp de kemale erene kadar. Sonrası hep bir yaranı saklama telaşı. Ama öyle bir an geliyor ki; bir tek şarkı, bir çift bakış, bir dokunuş. Kabak gibi açığa çıkıyor en derine gömdüm sandığın yara. İnsanlar güneşe bile çıplak gözle bakamazken senin yaranı görmek için sıraya giriyor.
Hepimizin var o yaralardan, biliyor musun? Hepimizin en derini onulmaz yaralarla dolu.
Ne yaralar vazgeçiyor bedenden, ne beden dünyadan. Yapacak hiç bir şey yok çünkü düttürü dünya yine de güzel.

Yazının Devamını Oku

Olabilir de olmayabilir de

8 Ekim 2012
BUGÜN pazartesi olabilir. Olsun. Kötü, kara, sıkıcı bir hafta bizi bekliyor olabilir. İşler güçler üst üste birikmiş, borçlar gırtlağa dayanmış, sevgili terk etmiş, evin badanası gelmiş, kızın okul taksiti bekliyor olabilir. Olsun.
Korkmayın, henüz keçileri kaçırmadım, yerlerinde bağlı duruyorlar. Ama bir hikaye okudum. Siz de okuyun istedim. Ve haftaya daha az gergin başlayın...
Bir zamanlar yaşlı ve bilge bir adamın yaşadığı bir köy varmış. Köylüler ne zaman bir konuda çıkmaza girseler, kaygıya kapılsalar, bu adamın yanına koşarlar ve onun açıklamalarıyla huzur bulurlarmış.
Bir gün köyün çiftçilerinden biri büyük bir telaş içinde bilge adama gelmiş.
Bilge adam, bana yardım et. Korkunç bir şey oldu. Öküzüm öldü, tarlamı sürecek başka hayvanım yok. Söyle bana, bundan daha kötü bir şey olabilir mi?
Bilge adam cevap vermiş: OLABİLİR de OLMAYABİLİR de.
Adam bir koşu köye dönmüş ve komşularına bilgenin aklını kaçırdığını söylemiş. Tabii ki, başına gelenden daha kötü bir şey olamazmış. Bilge adam bunu nasıl göremiyor diye düşünmüş. Ne ki, ertesi gün çiftçi çiftliğinin yakınlarında başıboş gezen genç ve güçlü bir at görmüş.
Adamın artık bel bağlayacağı öküzü olmadığı için, aklına bu atı yakalayıp ölen hayvanın yerine kullanmak gelmiş ve atı yakalamış.
Ne sevinmiş; o güne kadar tarla sürmek hiç bu kadar kolay ve keyifli olmamış. Yanıldığını söyleyip, özür dilemek için bilge adama gitmiş. Haklıymışsın, bilge adam. Öküzümü yitirmek olabilecek en kötü şey değilmiş. Tersine Tanrı’nın bir nimetiymiş. Eğer başıma bu gelmeseydi yeni atımı yakalamazdım. Sen de kabul edersin ki, bu da olabilecek en güzel şey.
Bilge adam bir kez daha OLABİLİR de, OLMAYABİLİR de demiş.
Eyvah diye düşünmüş çiftçi bu adam gerçekten keçileri kaçırmış.
Oysa, çiftçi yine olacaklardan habersizmiş. Birkaç gün sonra oğlu ata binerken düşmüş. Bacağı kırıldığı için artık tarlada babasına yardım edemeyecek duruma gelmiş. Açlıktan öleceğiz diye hayıflanmış çiftçi ve bir kez daha bilge adama koşmuş. Bu kez ona, atı bulmanın olabilecek en güzel şey olmadığını nasıl bildin, diye sormuş. Bir kez daha haklı çıktın. Oğlum sakatlandı ve tarlada bana yardım edemez hale geldi.
Bu kez artık bundan daha kötü bir şey olamayacağına eminim. Herhalde sen de kabul edersin.
Ne var ki bilge adam yine sakin bir ifadeyle çiftçinin yüzüne bakmış ve onun üzüntüsünü paylaşan bir sesle OLABİLİR de OLMAYABİLİR de, demiş.
Bilge adamın bu denli cahil oluşuna öfkelenen çiftçi, hışımla tekrar köyüne dönmüş. Ertesi gün köye askerler gelmiş ve yeni patlayan savaş için ne kadar eli ayağı tutan erkek varsa götürmüşler.
Köyde bıraktıkları tek genç adam çiftçinin oğluymuş. Böylece orduya alınanlar büyük ihtimalle ölecekken, oğlanın hayatı kurtulmuş.
Bu masaldan alınacak önemli bir ders vardır.
Gelecekte ne olacağını bilemeyiz. Sadece, tahminde bulunur ve bunun gerçekleşeceğine inanırız. Genimizde var, çoğu zaman ufacık bir şeyi büyütme eğilimindeyizdir. Ve çoğu zaman da yanılırız. Sakin kalıp, çeşitli olasılıklara açık olabilirsek, eninde sonunda her şey yoluna girer.
Unutmayın; OLABİLİR de, OLMAYABİLİR de...
Yazının Devamını Oku

Güzel şeyler pazarı

7 Ekim 2012

ÇOCUKKEN en nefret ettiğim gündün pazar. İlla ki ödev yapma, illa ki banyo yapma, illa ki çanta hazırlama günüydün. Televizyonda illa ki maç olurdu ve evde de bir televizyon.
Ve ben senden illa ki nefret ederdim pazar.
Büyümenin tek işe yarar tarafı, büyürken sana sadece pazarları geri veriyorlar. Çık dolaş, diyorlar. Bütün gün ofiste kapalı kaldın.
Ya da hadi ailece bir yere gidin. Yemek yapın ya da uzun kahvaltı. Hatta üst üste 2 film yapanınız bile var, biliyorum.
O yüzden bu pazara 2 konu seçtim. 2’si de sofra başında geçiyor.

 

Mövenpick’te tamamen organik kahvaltı

Mövenpick Hotel’in dünya mutfaklarından lezzetler sunan restoranı Margaux, kahvaltı için artık daha da keyifli ve cazip bir hale geliyor. Mövenpick Hotel İzmir’in ünlü kahvaltısı, artık %100 doğal ürünleri tercih edenlerin de favori noktası olacak. Baş aşçı Barış Torcu ve ekibinin hazırladığı zengin açık büfe kahvaltı, özenle seçilmiş naturel ürünlerle artık daha da zengin. Çam balı, sızma zeytinyağı, kuru domates, yeşil/siyah zeytin, yumurta, süt, domates, tereyağı ve beyaz peynir gibi organik ürünlerin yer alacağı büfe, her sabah sağlığına özen gösterenleri bekliyor.

Yazının Devamını Oku

Akıl oyunları

6 Ekim 2012

Beynimizin bize döndürdüğü dolapları, insan düşmanına döndürmüyor şu hayatta. Üstelik bizimle uğraştığı yetmiyormuş gibi kendi içinde de çekişip duruyor ha bire. En basitinden, sağ beyin “eğer” derken, sol beyin “fakat” diyor. Çünkü sol beyin kelime ve sayılarla ilgilenirken, sağdaki kafayı geçmişe takıyor.
Bunları neden mi yazıyorum? Dublin’deki yüzlerce kitapçının arasından seçip girdiğim ve içinden saatlerce çıkamadığım Chapster’da beni acayip etkileyen bir kitap buldum. İsmi: Beyninize Hoş geldiniz. Yazarları ise biri İngiliz, diğeri Çinli 2 uçuk bilim insanı: Sandra Aamodt ve Sam Wang.

Hatırlayamadığınız o şarkı var ya
Hani bazen bir şarkı veya şarkının bir bölümü aklımıza takılır kalır. Öldür Allah, bir türlü hangi şarkı olduğunu hatırlayamayız. Çünkü beynin ‘sıralı hatırlama’ ilkesi, hafızamızın işleyişi açısından özel ve kullanışlı bir göreve sahiptir. Her şeyi olay akışının sırası içinde hatırlamamız gerekir. Yani aslında, herhangi bir kâğıda adınızı yazarken, sabahları çay demlerken veya akşam evinize dönerken hangi sokaklardan ve kapılardan geçeceğinize karar verirken bile beynimiz bu kurala göre çalışıyor.
İşte biz ölümlüler de bu ‘sıralı hatırlama’ fonksiyonu sayesinde günlük işlerimizi sürdürebiliyoruz. Bir şarkının veya bir film repliğinin sadece bir parçasını düşündüğünüzde, beyniniz –anılarınızın arasında- bu bilgi parçacığını eşleştireceği bir olay dizini arıyor.
Büyük ihtimalle beyniniz en sonunda bu parçacığı buluyor ve siz aklınıza takılan o şarkıyı hatırlıyorsunuz.

Yazının Devamını Oku

40 yaş anneleri

5 Ekim 2012

Hastayım ben bu cesur kadınların. Tıp dinlemeyen, doktor dinlemeyen, “Dur yapma, olmaz” dinlemeyen. Gelir geçer kuralların hepsine meydan okuyan, “Bu yaştan sonra çocuk senin neyine” diyen kafaları hiçe sayan. Hollywood’la başladı, İstanbul’a sıçradı, şimdi de İzmir kapılarına kadar geldi, dayandı.
Evet, eminim ki çok zor belli bir yaşı geçtikten sonra doğurmalara kalkışmak.
Eminim ki, iki kat testi, tedavisi, kontrolü var. Hayır, “Aman canıım tıp ne kadar ilerledi artık” demeyeceğim. Tıp ne kadar ilerlerse ilerlesin, her kadının bir biyolojik saati var.
Ama işte şimdilerde, zurnanın son deliği burada zırtlıyor!
Çünkü modern zamanlarda çalışan, kariyer yapan kadının, çocuk yapası anca 40’larında tutuyor. Hatta daha açık konuşalım, bazı kadınlar artık doğru adamı bulacağım diye inat ediyor. (Doğru adam diye bir şeyin olmadığını, 40’larına varınca anlıyorlar sanırım ama bu başka ve uzun bir yazı konusu beyler.)

Teknoloji geldi, yaş farkı gitti!

Yazının Devamını Oku

Mücadele ile geçen ömürler

1 Ekim 2012

DUBLİN’deki gecesi 45 Euro’luk küçük, ama tertemiz otelimin (Belverede Hotel) lobisinde oturmuş bu yazıyı yazıyorum size... Mektuplaşıyormuşuz gibi ne güzel. Bir yandan da 3 gündür sokakları arşınlayıp insanlarla tanışıyorum. Gençler çok farkında değil, ama sokakta, market sırasında ya da parkta oturan hangi İrlandalı ile konuşsam; tarih boyu çektikleri acılardan bahsediyor.
Tıpkı bizimki gibi mücadelelerle dolu bir geçmişleri var İrlandalıların. Kelt savaşçıları M.Ö. 300 yıllarında İrlanda’ya gelmiş ve İrlanda’yı kurmuş. 8’inci yüzyılda Vikingler dehşet saçmış. 1500’lerde I. Elizabeth bugünün bölünmüş İrlanda’sının temellerini atıp Protestan İngilizleri ülkeye yerleştirmiş. Katolik İrlandalılar özellikle 1845-1851 arasında çok acılar çekmiş. Açlık ve salgın hastalıklar bir milyon kişi hayatını kaybetmiş, 1 milyon kişi de başta ABD olmak üzere değişik ülkelere göç etmiş. İngiliz asilzadeler ve yönetim kadrosundakiler artan yiyecek fiyatları sayesinde zengin olmuş. 1918 seçimlerinde İrlandalılar çoğunluğu ele geçirmiş. 1948’de İrlanda Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiş, ama özellikle 1970’lerden sonra problemler artmış. 2005’te IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) silahlı eylemlerine son vermiş. Kuzey İrlanda beklenen barışa kavuşmuş. Ancak şimdi de krizle boğuşuyorlar.

Gündüzleri okuyan geceleri içen şehir... Dublin
Tüm bunlara rağmen İrlandalılar mutlu bir halk. Kaldığım otelin karşısındaki marketi işleten yaşlı Timothy şöyle söylüyor:
“Gündüzleri imagine, akşamları bira-votka-cin!” Yani; “gündüzleri çalışıyor, okuyor, hayal kuruyor;
akşam 6 oldu mu pub’lara koşuyoruz.”

Yazının Devamını Oku

Sınıf ayrımı olmayan şehir... Dublin

30 Eylül 2012

DUBLİN Kütüphaneleri ile ilgili bir proje hazırlamak üzere, dünyaca ünlü World Wide Group’un davetlisi olarak 3 gündür Dublin’deyim sevgili okur.
Atatürk Havalimanı’ndan uçağa binerken, şehrin adının Türk yolcular için DUBLİN yerine DABLİN olarak yazılması ile başlayan dumurum; şehirdeki kitap+kütüphane+kitapçı+okur sayısının pub’la çarpımını görünce doruğa ulaştı.
Bir noktadan sonra artık hepsi birbirine benzeyen Avrupa kentlerinden bir çok özelliği ile ayrılıyor Dublin. Dünyanın en güzel parkları Dublin’de. Ya İzmir’de ne var?


Bir kere, gencinden yaşlısına bütün Dublin doğa manyağı. Yüzlerce dönüm yeşil alanı, bizdeki gibi istimlak etmek  yerine, milli parklara çevirmelerini bırakın; binaların üzerleri bile rengarenk nefis sarmaşıklarla kaplı.
Öğle tatillerinde dahi kendilerini parklara atan Dublinliler sayesinde, parklarda pek çok takım elbiseli adam, döpiyesli, topuklu ayakkabılı kariyer kadını görmeniz mümkün. Kentin sahip olduğu yüzlerce park arasından en güzelleri; St. Stephen’s Green, Ringsent, Irishtown, Herbert ve Dublin Hayvanat Bahçesi’nin de bulunduğu Phoenix Parkı.  İzmir’i düşünüyorum hüzünle... Sahip olduğumuz tek büyük alan; Kültürpark. O da son dönemdeki çabalara rağmen o kadar köhne ki, spor yapmak dışında kullanan çok az. Canlı, cıvıl cıvıl, yaşayan bir Kültürpark görebilecek miyiz yaşlanmadan önce?
İkincisi; katedraller, Parlamento Binası, tarihi kütüphaneler, ortaçağ kaleleri ve mansion olarak geçen bazı tarihi evler dışında, 5 katın üzerinde bina yok. Kentteki hemen tüm evler, oteller, alışveriş merkezleri 4 katlı olarak planlanmış. Binanın büyüklüğünü dikey değil yatay olarak sağlıyorlar. Tabii, 1500’lü yıllardan itibaren düzenli bir şehir planlaması uygulayarak!

Yazının Devamını Oku