Daha güzel bir isim konulabilir mi bir şarap bağına?
Üstelik gerçek bir isim bu. Gerçek ve nefis bir hikaye...
Antik Çağ’da, şimdiki Kula’nın ortasında Divlit isimli bir yanardağ yaşarmış.
Yaşarmış diyorum, çünkü bu yanardağ kafasına göre takılır, aklına esti mi lav saçarmış.
Köylüler ondan çok korkarmış. Ancak zaman içinde görmüşler ki, Divlit Yanardağı’nın eteklerindeki alüvyonik topraklarda bağcılık açısından bir cevher yatarmış. Yanık Ülke Bağları’ndaki asmalar Divlit Yanardağı’nın yamaçlarında lav taşları üzerinde yetişirken; deniz seviyesinden 924 metre yükseklikte, yanardağdan süzülen rüzgarlarla ve Kula’nın güneşi ile beslenip, simsiyah topraklarla kaplı bu büyüleyici teruarda, kendi özgün tatları ile olgunlaşırmış.
Bölge, zamanla Antik Çağ’ın en önemli bağcılık alanlarından biri haline gelmiş. Başına buyruk Divlit, köylülere birbirinden nefis üzümler, şaraplar, aş, ekmek ve kazanç sunmuş. Ve Antik Çağ’ın insanları bu bölgeye nefis bir isim takmış:
“Katakekaume”. Yani, YANIK ÜLKE.
Sen ne dersen de ey yazdan kalma bünyesini, hafta sonları eylül güneşine bandıran okur! Acı gerçek kapında: Kış geliyor. Sen bu satırları okurken, ben şu meşhur Sığacık Pazarı’nı senin için geziyor ve fotoğraflıyor olacağım. Sığacık pazarı ve Seferihisar notları, haftaya pazar burada olacak.
Ama şimdi eylül, kışa hazırlık ayı. Bol balık, sebze, meyve ve fındık gibi enerji verici gıdalarla beslenme ayı. Özellikle, mürdüm eriği ve fındık, her gün belli bir miktarda tüketmemiz gereken besinlerin başında geliyor.
Balıklardan palamut
Bu ay baş tacınız olsun. Sürüler halinde yaşayan pulsuz, siyah etli bir göçmen balık olan palamut; uskumru, torik ve orkinosu içeren bir familyadan. Sırtı çizgili, karnı gümüş renginde. Memleketi Marmara. Ama komşunun ağı ile tutulan, bize de düşüyor. Eylül ortalarından şubat sonuna kadar bol bol palamut tüketin. Tam bir fosfor ve Omega 3 deposu.
Sebzelerden dolmalık biber, kabak ve mantar
Bugün pazardı değil mi? Hani şu büyük aile sofralarının kurulduğu, bazen kaçamak yapıp “dışarıda” yediğimiz, 2 kadeh rakı parlattığımız, derde, tasaya, gidişata, memlekete darlandığımız. Ya da mutluluğu paylaştığımız, yeni yaşımızı, kızın nişanını, oğlanın mezuniyetini “kendi içimizde” kutladığımız. Ama hep uzun, keyfine düşkün, mezesi taze sofraların başında buluştuğumuz.
Geçtiğimiz hafta bir arkadaşımın ısrarı ile gittim. Üçkuyular Vapur İskelesi’nin üzerindeki Boğaziçi Restoran’a.
Size yalan borcum yok, sahipleri Cem ve Hülya Kocatoros, geleceğimden haberdar olmuş. Bizi büyük bir misafirperverlikle karşıladılar.
Ama haberdar olmadıkları bir şey vardı. O da benim mutfak gezme isteğim. Bir an bile tereddüt etmeden mutfağa yöneldiler. Ben de peşlerinden. Bir kere, mekanda aynı anda hem et, hem balık çıktığı için diğer işletmelerden farklı olarak 2 ayrı mutfak var.Böylelikle etin kokusu, bıçağı, kepçesi balığa, balığınki ete karışmıyor. Ve şaşırtıcı biçimde her iki mutfak da tertemiz. Özellikle balığınki için İzmir’de gördüğüm en temiz balık restoranı mutfağı diyebilirim.
İkinci artı, 360 derecelik İzmir manzarası ve denizin içinde olma hissi. Sonbahar ılıklığı bitmeden yetişirseniz teras, nefis. Mezeler taze, Gavurdağı salatası çok ama çok başarılı, ara sıcaklar kıvamlıydı. Bir tek brokoli orta karardı, o da mevsimi olmadığından olsa gerek. Kimimiz et, kimimiz balık söyledik. Tabağından memnun kalmayan bir kişi bile olmadı.
Cumartesi, sosyalleştiğimiz tek gün. Cumartesi, kendimize, alışverişe, sergi gezmeye, iyi yemeğe ve belki de birbirimize ayırdığımız tek gün. Bugün için İzmir’i biraz kurcaladım. Ve bakın eteğinden neler döküldü...
7. Gün’ü, arayın bulun
Önünüze ilk gelen kitapçıya girin ve İzmir’in medarı iftiharı İhsan Oktay Anar’ın son kitabı 7. Gün’ü isteyin. Şu heyecanla ve hararetle okuduğum kitap, insan olmanın en zayıf ve en yüce yanlarını gösteriyor bana bir bir. Yine fantastik, yine kurgusal, yine olağan üstü bir hikaye. Fiyatı 17 TL.
Yeni açılan Koton’u görün
Ve dehşete kapılın. Karşıyaka’da Adliyesi’nin hemen çaprazındaki dev Koton binasının büyüklüğüne inanamadım. Bugüne kadar sayılı alışveriş yaptığım Koton, meğer İngiliz ortaklığına geçmiş, Dubai, Berlin, Bükreş ve Atina mağazalarını açmış. Mağaza o kadar büyük ve koleksiyon o kadar detaylı ki, kendimi bir an için Londra’da ya da Roma’da büyük bir department store’da zannettim.
Gerçek “cheesecake” tadın
Neler yaşıyoruz yahu biz.
İki avucumuza sığacak kadar küçük aklımızı, nelerle kaybediyoruz bazen biz.
Aldatılıyoruz. Dayak yiyoruz.
Çocuklarımız ölüyor hiç yere.
Parasız kalıyoruz. Borç içinde yüzüyoruz.
Ev sahibi çık diyor. Su borusu patlıyor.
Banka borcu birikiyor. Kredimiz patlıyor.
Benim çocuğum yok. Olur mu bilmiyorum. Müracaatlar yukarıya yapılıyor biliyorsunuz, bu konuda. Ama minicik veledi bu yıl okula başlayan arkadaşlarım var. Ve bu aralar en çok dinlediğim şey şu; “66 aylık” meselesi. Kimisinin çocuğu 66 aylık kiminin 71 ay ve üstü. Laf aramızda, haftalardır bana Fransızca konuşuyorlarmış gibi geliyor.
Ama bir yandan da endişelerine ortak olmamak elde değil. Çocuğu özel okulda okuyanlar nispeten daha sakin. Çünkü özel okullarda, birinci sınıf sakinleri, aylara göre tanzim edilmiş durumda.
Ama çocuğu devlet okuluna gidenler de durum fena. Her sabah işi gücü bırakıp erkenden okul yolunu tutup son ders zili çalana kadar kapılarda bekleşiyorlar.
Ben de cuma sabahı gazeteye en yakın okulun yolunu tuttum. Onlarla birlikte çocuklarının çıkışını bekledim. Çay içtim. Dertleştim. Tek tek isimlerinin yazılmasını pek arzu etmediler. Ben de saygı gösterdim.
Endişeler genel olarak şu başlıklar altında toplanıyor:
Kaygıların en büyüğü, henüz 5.5 yaşındaki minicik bir çocuğun; sınıfları 70 kişilere varan bir okulda, kendine nasıl bakacağı. Çoğu ufaklık dersten ya aç, ya ağzı burnu çikolata lekeli ya da tuvaletini tutarak çıkıyor.
Diğer bir endişe normal zamanını doldurarak okula başlayanların mecburen 66 aylıklarla birlikte aynı sınıflarda okutulması. Büyük olan küçükle anlaşamıyor. Küçük, kendini yetersiz hissedebiliyor.
Bugün Pazar.
Bugün güzel şeylerden konuşalım.
Bugün güneşe çıkalım eğer yukarıdan göz kırpıyorsa.
Eşofmanları çekip sahile inelim.
İyot kokusunu ciğerlerimize doldurmak için.
Bugün Pazar.
4,5 yaşındayım. Yer, Kütahya Maltepe Parkı.
Benim yaşlarımda olduğunu sonradan öğrendiğim 3 azman çocuk, bir irice kediciğe işkence ediyor. Bağırıp çağırıp yaygara koparıp çocukları kedinin başından uzaklaştırıyorum.
Kedi o kadar korkmuş ki, sakinleştirmem gerek. Elimi uzatmamla birlikte hayvancayız var gücüyle bana saldırıyor. Yüzüm gözüm, ellerim, özellikle de sağ avuç içim kan içinde kalıyor. Bunların hepsi toplasan 5 saniye içinde oluyor. Annemin haykırışlarını duyuyorum. Kedi kaçıyor. Babam beni kaptığı gibi hastaneye koşuyor.
Sonrası malum. Dikiş sargı derken asıl işkence başlıyor. Her sabah okul öncesi karından 1 adet kuduz iğnesi. O zamanlar kuduz aşısı bu zamanki gibi 1 adet değil. Ha babam iğne yiyorum her sabah. Anaokuluna ağlaya ağlaya gidiyorum.
Ama asıl hikaye, bundan sonra başlıyor.
Her türlü tedavi deneniyor. İlaçlar, aşılar, iğneler, hipnoz tedavisi. Aklınıza ne gelirse. E diyeceksiniz ki, kediden uzak dur. Ama iş öyle değil. Sokakta açık havada otururken bile bir tanesi 2 metre yakınıma yaklaşsa, bende başlıyor emareler. En sonunda biorezonans tedavisi görüp büyük ölçüde kurtuluyorum.
Bir daha hiç kedi sevemedim. İçimden gelmedi çünkü. Biraz biraz, belki minik, yavru kediler. Ama nefret de etmedim. Birisi çıksa da şu kör olası kedi ırkının kökünü kurutsa demedim hiç. Bu konuya nereden geldik? Geçtiğimiz hafta Hükümet, Hayvan Hakları Yasa Tasarısını Meclis’e sundu. Hayvan hakları savunucularından yeni taslağa eleştiri yağdı: Kanun bu haliyle çıkarsa hayvan beslemek suç sayılacak.