“Geç anne olanlar yaşadı” dedim ve hemen kadın hastalıkları ve doğum uzmanı Op. Dr. Mitra Özdemir’in kapısını çaldım.
Geç evleniyoruz, geç anne oluyoruz, geç yaşlanıyoruz, beden zamanla yıpransa da ruhu hep enerjik tutuyoruz, bir yanımız hep genç, hep çocuk kalıyor... Eskiden 35’inden sonra anne olanlara mucize gözüyle bakılır, cesaretlerine hayran kalınırdı. Sonra işler değişti, ömür uzadı yolun yarısı 35’ten 45’e çıktı. Evlenen kadın önce “çocuk” değil, “kariyer” dedi. Artık kimsenin acelesi yok, kimse geç evlenince evde kalmıyor, kimse geç anne olunca karta kaçmıyor. Hatta anlaşılan geç anne olan turnayı gözünden vuruyor, geç yaşlanıyor, hep genç kalıyor.
Son yıllarda 40’ından sonra anne olmak oldukça popüler. İleri yaşta hamile kalabilen kişi yeterli östrojene sahip olduğu için gebelikle birlikte vücudu yenileniyor, bu sayede bebek annenin ömrüne ömür katıyor. Östrojen hormonu kadını Alzheimer, kalp ve damar hastalıklarından da koruyor; rahim, meme, kolon kanseri riskinin düşmesi bekleniyor. Hele bir de erkek çocuk doğurduysanız yaşadınız, gençliği garantilediniz. Erkek bebek doğuran annelerin vücudunda doğumdan 27 yıl sonra bile bebeğe ait hücreler bulunuyor.
Tabii işin bir de psikolojik yönü var... Bir düşünsenize 60’ınızdan sonra evde 20’li yaşlarında bir genç... Etrafta muhteşem bir enerji, hareket, ışık... Dünyaya yepyeni bir bakış, bambaşka bir duruş. Hangi beden böyle bir gençliğin yanında yaş almaya devam edebilir ki? Belki de bu yüzden zamane anneleri son derece bakımlı, güzel, fit. Çünkü aynı dili konuşmaları, birlikte yol almaları gereken bir nesil var. Doktorumuz Mitra Özdemir’e göre geç anne olan kadınların özgüveni, sabır ve tahammül eşiği artıyor, menopozla birlikte menopozun getirdiği ruhsal buhranlar da erteleniyor, kendini daha dinamik hissediyor, cinsel fonksiyonlarının aktif olması etrafındaki herkese genç bir görüntü çiziyor.
Hem araştırmalar hem de tecrübeler söylüyor: Artık kadınlar ölümsüzlüğün sırrını keşfetti, geç anne oldu 100 yaşını garantiledi... Peki ya erkekler, sizin de bir sırrınız yok mu?
Ünlü, geç ve güzel anneler
Oyuncu Füsun Demirel 50 yaşındayken ikizleri Mehmet İlkem ve Aslı Senem’i dünyaya getirdi.
Geçmişi hatırlıyorum, yıllar öncesini, çocukluk günlerimi... Sakin, sessiz, küçük bir sayfiye beldesiydim... İzmirlinin sevgilisi, çocukluğu, gençliği, aşkları, ayrılıkları, en güzel yaz günleri, 45 dakikayla en yakınıydım... Mutlu bir çocukluktu benimkisi, biraz huzurlu biraz aheste. Çoğu zamanda özgür, başına buyruk... Çok çocuk büyüdü benimle, çok hayatta izler bıraktım. Bir kokum vardı, Egeliler bilir kollarıma yaklaştıkça artan, bir ömür anılarda kalan buram buram deniz kokusu. İnsanlar sadece beni değil, kokumu, ruhumu, doğamı, rüzgârımı bana ait olan her şeyi, her küçük detayı severlerdi. O günlerde herkes birbirini tanırdı. Öyle büyük oteller, küçük oteller yoktu, butik hayatlar vardı. Otel dediğiniz de iki tane otelimiz vardı. Yemekten sonra deniz kenarına çay içmeye, ay ışığında sohbete gidilirdi. Herkesin bir evi vardı, yaz başında açılan, eylülde hüzünle kapatılan. Evlerde toplanılır, mangallar yapılırdı... Gece kulüpleri, barlar, mekânlar, ‘beach club’lar’, ‘happy hour’lar’... Hiçbiri yoktu. Belki bir iki tane küçük bar, onların da eğlence anlayışı bugünkünden çok farklıydı. Birine denize girmek paralı olacak deseniz muhtemelen gülerdi. Herkes istediği yerden denize girerdi. Kumsallar bakir, deniz sakindi. O zamanlarda eğlence demek sabahlara kadar o bar senin bu bar benim gezmek, bayılana kadar içmek demek değildi. Eğlence sohbetti, uzun soluklu sofralarda yenen yemeklerdi, mehtabı seyretmekti, keyifli bir konserdi, akşam serinliğinde çarşıda şöyle bir tur atmak, sakızlı dondurmanın tadına bakmak, lokma, mısır, midye, kumru yemekti. Şimdi soruyorum “Nasıl eğleniyorsunuz?” diye. Beach’lerde boyalarla çıplak bedenlerine resimler yapıyor, yazılar yazıyorlarmış, birbirlerine içki püskürtüyorlarmış, en fazla şişe açtıran en havalıymış, fiyatlar da uçuyormuş... Anlamıyorum. Herkesin ve her şeyin eskiden bir ayarı vardı. Yazın ve tatilin bile. İnsanların iffeti vardı. Lüksten uzak konforlu, deniz kenarında küçük küçük siteler vardı. Herkesin dost, arkadaş, komşu olduğu siteler. Orada hayat güzeldi. İlk dostluklar, arkadaşlıklar, aşklar, ayrılıklar hep o sitelerde yaşanırdı. Son derece masumane, son derece çocuk ruhluydu.
Önce sörfçüler geldi sonra İstanbullular
Zaman rüzgâr gibi esti geçti... Bazen tüy gibi okşadı, bazen sertçe dokundu. Geçen zaman benden de pek çok şey aldı götürdü. Yollarım, kollarım, sokaklarım her geçen gün biraz daha kalabalıklaştı. Hiç tanımadığım yüzlerle, bedenlerle doldu taştı. Tanışmak istedim, onları tanımak istedim ama bir gördüğümü bir daha görmedim. Arabalar her yanımdaydı. Bugünlerde en çok gördüğüm plakayı o günlerde ilk defa görüyordum: 34. İstanbullularmış... Her fırsatta ne kadar güzel olduğumu söylediler, beni çok beğendiler, çok istediler. Ama hiçbir zaman bir Egeli kadar yakın ve samimi olmadılar. Germiyan, Ildırı, Çiftlikköy, Karaköy ve Ovacık... Çeşmeli kardeşlerden en çok beni, Alaçatı’yı sevdiler. Önce rüzgâr sörfçüleri geldi... Ardından İstanbullar. Kimsenin yüz vermediği çocuğum bir anda ilgi odağı oldu. Her yanına kafeler, antikacılar, butikler, butik oteller açıldı. İstanbullular gelirken yalnız gelmediler, yanlarında hayat ve eğlence anlayışlarını da getirdiler. Beni ne kadar beğenseler de içten içe köy gibi buldular. Hemen barlar, kulüpler, beach’ler yapmaya başladılar. Aldılar, sattılar, beğenmediler baştan yaptılar. Çok sevdikleri Bodrum’u bir anda unuttular. Benden yeni bir Bodrum yaratmaya çalıştılar. Ama ben hiçbir zaman Bodrum olmadım, olamayacağım. Ben kalabalıklaştıkça İzmirli benden uzaklaştı, kabuğuna çekildi, İstanbulluların ilgisini sorguladı, kalabalıktan, trafikten, eğlence tarzından, fiyatlardan yakındı. Ama her şey sözde kaldı... Kiminin de hoşuna gitti “İstanbullar geldi kötü mü oldu? Çeşme’ye hayat geldi, eğlence geldi” dedi. Artık her yanım eğlence, her yanım bar, kulüp, beach club... Artık site hayatı yok, komşuluk yok, anlayış yok, uzun soluklu akşam yemekleri, sahil yürüyüşleri, bahçelerden yükselen taş sesleri, iskambil hışırtıları yok... Artık kalabalık var, gürültü var, bireysellik var, bencillik var, her köşe başında kabadayılık var, kavga var, trafikte kaza var, gece yaşayıp gündüz uyumak var. Bütün bunların içinde kocaman bir yalnızlık, ruhumda derin bir boşluk, yorgunluk... Bu kalabalığa, gürültüye, trafiğe ne kadar dayanırım bilmem, tek bildiğim eğer böyle devam ederse rüzgâra kapılıp gidecek olmam.
“Evlilik olayını geri atmayın. Nasibinizi bulunca kararınızı veriniz. Çok seçici de olmayın. O zaman gülistandan boş çıkarsınız.” Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan genç kızlarımıza böyle bir mesaj verdi. Teoride kulağa biraz keskin gelse de, pratikte fena değildi.
Bilinen ama dile vurulmayan gerçek: ‘Kızların Türkiye’de seçme şansı yoktu, yok!’ Yakın zamanda işlerin değiştiği zannedilse de kızlar hâlâ bekliyor... Çıkma teklifi bekliyor, yemek teklifi, evlenme teklifi bekliyor...
Evlenmek güzeldir
Peki; bir erkeğin evlilik teklifi beklediğini gördünüz mü? Muhtemelen görmediniz. Bekleyen kızlar, bekleyip de bulamayan kızlar, nasipleri arasından karar vermek zorunda olan yine kızlar. E, hep armudun saplısı, üzümün çöplüsü geliyorsa onlar ne yapsın? Keşke her şey Başbakan’ın dediği gibi olsa kızlar seçse, seçici olsa, hayallerindeki erkeği bulunca bir de evlenme teklifi etse. Anadolu’da durum daha vahim, ‘sapı, çöpü’ demeden kızlar karar vermek zorunda çünkü büyükler öyle uygun görüyor. ‘Fazla naz âşık usandırır’ deniyor, kız alınıyor, kız veriliyor. Metropol hayatına gelince, orada da gerçeklere göz kapatma, görmezden gelme var. Kime sorsanız ‘Evlilik mi, çok banal!’ diyor. Belediyenin ilişkiyi onaylaması lüzumsuz, düğün dernek angarya, gelenek görenek demode... Peki, sonra ne mi oluyor? Erkek birlikte yaşamaya ikna ediliyor, evler birleştiriliyor, evlilik istemeyen erkeğin bilinçaltına evlilik kodları yerleştiriliyor. Kızımız düğün dernek hayalleri kuruyor, bekârlığa vedada elebaşı, düğünlerde halay başı, çiçek atma yarışlarında sıra başı oluyor...
Her an, her saniye evlilik teklifi bekliyor. O bekledikçe, erkek kaçıyor... Sarışına kaçıyor, esmere kaçıyor, gözü eldekine değil hep dışarıdakine kayıyor. Belki de Başbakan kızlara değil erkeklere seslenmeliydi. Çünkü seçen, karar veren, teklif eden hep erkekler. Gelen teklifler arasından en sapsızına, en çöpsüzüne karar vermeye çalışan kızlar. Erkek kaçmaktan yorulup, evliliğe kendini hazır hissedince nikâh masasına oturuyor. Kızlar da erkeği seçip ikna ettiğini sanıp, kahraman geçiniyor. Öyle ya da böyle evlenmek, eş olmak, bir olmak, bir çatı altında buluşmak güzel... Toprak Ana gibi üremek, üretmek, var etmek kadının doğasında olan... Ama günümüzde evlilikler yürümüyor. Ülkede evlilik sayısı azalırken, boşanma sayısı almış başını gidiyor. 2013’te 125 bin 305 çift boşanmış.
Görücü usulü evlilik bu toplumun gerçeği, Batı’da etkisini nispeten yitirse de, Anadolu’da halen devam ediyor. Aile büyükleri tanıdık bir ailenin kızını beğenir. Gençler birbirine münasip görülür. Sonrası malum, telli duvaklı gelinlikler... Böylesini tabii ki desteklemiyorum ama bir de gerçek var; eski evliliklerde saygı vardı, sevgi vardı, emek vardı, vefa vardı, uzun ömür, bir yastıkta kocamak vardı.
Ne varsa eskilerde var
Şimdi diyeceksiniz ki; “Kadın o zaman razı oluyordu, şimdi olmuyor. Özgürleşti artık kahır çekmiyor.” Oysa erkekler de özgürleşti, onlar hiçbir şey çekmiyor. Kadın ne kadar özgürleşse de kanatlarını takıp, bırakıp giden yine erkek. Ne varsa hep eskilerde vardı. Artık herkes iyi günde birbirinin yanında, kötü günde firarda. Başbakan “Bir çocuk iflas, iki çocuk iflas, üç çocuk ise yerinde saymaktır...” diyor. Çok sesli, çok renkli, kalabalık aileler güzel. Eskiden üç değil beş çocuk yapılırdı. Bizler, çoğumuz çok çocuklu, tek maaşlı, büyük ailelerde büyüdük. O zaman hayat şartları daha kolaydı, beklentiler daha azdı. Şimdi çocuk yapmak ciddi bir bütçe istiyor. Masraflar hamile kalınca başlıyor. Doğum koçu, diyetisyeni, pilatesi, baby shower’ı, doğum fotoğrafçısı, oda süslemesi, ikramları...
Geçen hafta Prof. Dr. Ayşegül Öğmegül’le yaptığım röportaj ve iki otizmli oğlunun hikâyesine pek çok geri dönüş aldım. Röportaj sonrası gün boyu düşündüm. Kadın-erkek ilişkisini, çocuk-baba ilişkisini, aile olmayı, kadın olmayı sorguladım...
Sözde çağdaş toplumun kadına yapıştırdığı o kadar çok etiket, o kadar çok söz var ki dilimize pelesenk olan... “Kız yükü, tuz yükü... Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün... Kız doğuran tez kocar... Kızını dövmeyen dizini döver...” Erkeklere gelince “Oğlandır oktur, her evde yoktur... Oğlan olsun deli olsun, ekmek olsun kuru olsun...” Eskiden “yuvayı dişi kuş yapardı”. Şimdi dişi kuşlar sadece yuva yapmıyor; çocuk yapıyor, kariyer yapıyor, yemek yapıyor, temizlik yapıyor, dost oluyor, eş oluyor, yatak odasında harikalar yaratıyor, sokakta hanımefendi oluyor. Gün boyu binlerce parçaya, kimliğe bölünüyor. Ve çoğu zaman bir erkeğe bunlar bile yetmiyor! İhanet, iflas, hastalık, depresyon, andropoz, menopoz, lohusalık, ölüm... Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunda ya da hayatın olağan yükleri omuzlarına ağır geldiğinde en önden koşa koşa gidiyorlar... Dayanamıyor ‘zavallılar’!
Gardırobu değiştiriyor
Erkek andropoza giriyor, eline kitabı alıyor, boynuna fuları takıyor, cüzdanını dolgun tutuyor. “Evlilik de neymiş, bana göre değilmiş!” diyor, önce gardırobu sonra evdeki ‘hanımı’ değiştiriyor. 60’lık-70’lik ihtiyar delikanlılar, 25’lik gençlerle yarışıyor. Kotlar giyiliyor, gömlekler renkleniyor, sohbetler şenleniyor, saç ekiliyor, botoks yapılıyor, artık kola tansiyon aleti değil sarışın çıtırlar takılıyor. İşin aslı erkek andropozu taşıyamıyor, kendi yaşından sıkılıyor, geçmişe geri dönmek istiyor.
Kadın menopoza giriyor, ama kadın için hayat devam ediyor. Hiçbir kadın menopoza girdi diye evlilikten sıkılmıyor; evini, eşini, çocuğunu bırakıp gitmiyor. Sonuç ‘zavallı’ erkek gidiyor...
İki oğlu Ata Sinan Koçbeker (20) ve Bumin Yılmaz Koçbeker’le (18) birlikte Konya ve Sapanca’nın ardından İzmir’de yeni bir hayat kurmuşlar. Yeni hayat, yeni ev, yeni düzen derken, ortaya çıkan bir video ile geride kaldığı sanılan bütün karanlıklar tekrar kâbusları olmuş
“Hayat biz plan yaparken başımıza gelenlerdir” diye söze başlasak... Nasıl bir hayatınız oldu?
- 1993’te uzman cerrah Osman Koçbeker ile evlenip Konya’ya yerleştik. Severek evlendik. Sinan doğdu, 3-4 yaşına kadar çok sağlıklı görünen bir bebekti. Otizm tanısı konulduğunda ben dahil kimse inanamadı. O sırada ikinciye hamileydim. Eski eşim iyi bir insandı. Ta ki çocuklarda sorun ortaya çıkana kadar. Sorun ortaya çıkınca 180 derece değişti. Uzun yıllar beni suçladı.
Genetik anlamda mı?
Ortada yol, elektrik, hatta insan yokken tüm hayatını, işini bıraktı, bir sörf okulu açtı. Alaçatı Beach Resort’un sahibi Engin Kalafatoğlu, beldenin geçirdiği evrimi anlattı.
Geçenlerde yazdığım ‘Alaçatı’ yazımdan sonra kendimi “Alaçatı’yı Alaçatı yapan taş evleri, butik otelleri, restoranları mı? Yoksa rüzgâr sörfü mü?” tartışmasının içinde buldum. Hemen en doğru adrese TIFCA (International Funboard Class Association) Asbaşkanı, Alaçatı Beach Resort’un sahibi Engin Kalafatoğlu’na gittim. Rüzgâr sörfü, board, yelken, mastfoot, bumba, fin derken karşıma bambaşka bir dünya çıktı.
Onun esas mesleği mühendislik ama o da her şeyi bir kenara bırakıp Alaçatı’ya koşanlardan. 1970’li yıllarda Çeşme Boyalık’ta tatil yaparken bir sabah balkona çıkıyor ve denizde kelebek gibi bir şeylerin gidip geldiğini görüyor. Bir Almanın Altınyunus Oteli’yle anlaşıp ‘Windsurf’ okulu açtığını öğreniyor. Ondan rüzgâr sörfünü öğreniyor, kısa zamanda işi ilerletip kendi de öğretmeye başlıyor. Ancak kalabalıktan dolayı board yapmak zor; sürekli denizde yüzen insanlara çarpıyor. Skip adındaki arkadaşı çözüm üretiyor, “Sizi insan olmayan bir yere götüreceğim...” diyor. Birkaç arkadaşıyla sürat teknesine biniyorlar. Bütün yarım adayı dolaşarak şu an ‘Alaçatı Beach Resort’un’ olduğu yere geliyorlar. Tesis yok, yol yok, elektrik yok, su yok... Sadece bozuk patika bir yol var. Yine de mekândan büyüleniyor, yatırım yapmak istiyor. Ama fizibilitede çıkan raporda “Buradan bir şey olmaz!” yazıyor. Pes etse de aklı Alaçatı’da kalıyor: 1993’te buradan ufak bir kulübe alıyor, adını da ‘Dog House’ koyuyor. Fuarlara katılıyor, kampçıları davet ediyor, su, elektrik, telefon santralı getirtiyor. Mekân yavaş yavaş canlanmaya başlıyor. Bir gün sörf turnuvası yapmak için radyo desteği arayan bir grup geliyor. Anlaşıyorlar ama Engin Bey “Bir şartım var, afişlere Çeşme değil Alaçatı yazacaksınız” diyor. İlk yıl ‘Çeşme-Alaçatı’, ikinci yıl ‘Alaçatı-Çeşme’, üçüncü yıl ise sadece ‘Alaçatı’ yazıyorlar.
Hesaplı bir spor değil
Kalafatoğlu’na soruyorum: “Ne Alaçatı’yı bu kadar popüler yaptı?” Cevap olarak “Kayıtsız şartsız rüzgâr sörfü ve sörfçüleri... Alaçatı, rüzgâr sörfü için dünyanın en iyi eğitim ve slalom parkuru. Bir yılda ortalama 8-10 bin kişi burada eğitim alıyor” diyor. “Rüzgâr sörfünün kaç sınıfı var?” diye soruyorum. Kalafatoğlu, birçok sınıfının olduğunu ‘Olimpik Sınıf’ ve ‘Funboard’un bunlardan ikisi olduğunu söylüyor. Alaçatı’da daha çok funboard yapılıyormuş.
“Nasıl yarışçı olurum? Bütçem yeter mi?” diye soruyorum. Yarışçı olmak için 30-40 bin Euro’yu gözden çıkarmanız, 5-6 board, 8-10 yelken ve daha birçok malzeme almanız lazım. “Denizde kum, bende para” diyorsanız 18 yaşına kadar ‘gençler’de yarışıyorsunuz, 18’den sonra kadın-erkek olarak ayrılıyorsunuz, daha sonra ‘Master’ oluyorsunuz, 40 yaş üstünde ise artık ‘Grand Master’sınız. Tabii yeteneğiniz ve sabrınız varsa...
Ne kadar öderim?
10 ders 500 TL. Eldiven, ayakkabı, cankurtaran yeleği, ıslak giysi (wetsuit), ve diğer tüm malzemeler ücrete dahil. Malzemeleri günlük de kiralayabilirsiniz. Günlük kiralama ücreti ortalama 100 TL. Eğer malzemeleri satın almak isterseniz 8-10 bin TL’yi gözden çıkarmalısınız.
Evet, artık devir değişti. O ünlü ‘gerdek gecesinin’ tahtı sarsıldı. Her şeyi yaşıyoruz, her şeyi biliyoruz ama yine de günümüz çiftlerinin yeni korkulu rüyası ‘balayı’. Peki balayında sizi ne gibi sorunlar bekliyor? Uzman Kinlik Psikolog Işınsu Gündüz anlattı
Danışmanlar, koçlar derken hayatımıza bir de cinsel terapistler, seksologlar girdi. Annelerimiz ‘Cinsel terapist nedir?’ bilmiyorlardı. Cinsellik en karanlık tabuydu. Artık yeni nesil cinselliği konuşmaktan korkmuyor. Bir sorunları olduğunda da anneye değil işin uzmanına danışıyorlar. Işınsu Gündüz ‘cinsel işlev bozuklukları’ alanında uzmanlaşmış genç bir klinik psikolog. Gündüz’ün hastalarının büyük çoğunluğu yeni evli çiftler. Özellikle balayı sendromundan müzdarip olanlar çok. Peki balayında sizi ne gibi problemler bekliyor?
Bir kere ufak bir tarih bilgisi verelim: İngilizcedeki ‘Honeymoon’ ile bizim ‘balayı’ aynı anlama gelmiyor. Oradaki ‘moon’ süre değil, ‘ gökyüzündeki ay’ anlamında. Balayının geçmişiyle ilgili değişik hikâyeler var var. Örneğin, Babil döneminde yeni evlenen çiftler törende ve 30 gün boyunca içine bal katılmış, ‘bal likörü’ adında bir şarap içerlermiş. ‘Ay’a gelince, onun anlamı biraz farklı. Yine o dönemde kadın vücudunun Ay’ın evrelerine denk gelen periyodik değişimler gösterdiğine ve ilk dönem nasıl geçerse diğerlerinin de o şekilde devam edeceğine inanılırmış. Balayının günümüzdeki anlamına ise 16. yüzyıldan sonraki yazarların eserlerinde rastlanıyor. Evliliğin ilk ayında yapılan tatil olarak nitelendirilmesi ise 18. yüzyıldan sonra başlıyor.
Günümüzde ‘balayı’ büyük olay… Hazırlıklar aylar öncesinden başlıyor, rezervasyonlar erkenden yapılıyor, her siteye ‘tıklanıyor’, ‘en iyi balayı otelleri’ araştırılıyor. Odaya şampanyalar, çikolatalar isteniyor ama anlaşılan çoğu çift için balayı hüsranla sonuçlanıyor. Gündüz’e göre eğer çift ilk cinsel ilişkilerini balayında gerçekleştirecekse, heyecan, korku, merak, beklenti, tedirginlik, toplum baskısı, ‘balayı psikolojisi’ de çiftlerle birlikte tatile gidiyor.
Artık çiftler evlilik öncesinde cinselliği yaşamaya başlıyor, belki bir süre birlikte yaşadıktan sonra evlilik kararı alıyor. Ama balayında her şey tepetaklak olabiliyor. Gündüz uyarıyor; “Balayında yapılan seksi, filmlerdeki ve televizyonlardakiyle karıştırmayın! Etraftan duyduğunuz balayı hikâyelerine kulağınızı kapayın. Çünkü gerçek dışı beklentiler hayal kırıklığı yaratıyor. Bu sadece balayı için değil, evlilikler, birliktelikler için de böyle.”
Belki balayınızda hayallerinizdeki seksi yaşamadınız ama ilişkinizin sonu değil. Hemen hemen bütün çiftler, bir yıla yakın bir sürede bu uyumu sağlayabiliyor. Çift daha önce cinsellik yaşamış olsa da, evlilik hayatına, aynı evin içinde yaşama fikri en az altı ay sürüyor. Bu dönemde yaşanan cinsel uyuşmazlıklar da ‘problem’ olarak kabul edilmiyor. Ve uzmanlar çiftin birbirlerine, alışabilmeleri, düzenlerini kurabilmeleri, hem ilişkilerinde hem de cinsel hayatlarında uyumu yakalayabilmeleri için ortalama 2 yıl çocuk yapmamalarını öneriyor. Anlaşılan o ki, ‘balayı’ meselesini çok büyütmemek gerekiyor. Gezin-tozun, yazın, güneşin, denizin, tatilin, sevgilinin tadını çıkarın. Kim bilir belki filmlerdeki kadar da iyi olur…
Özlemişim Alaçatı’yı. Ara sokaklarında dolaştım, yeni dükkânları, restoranları keşfettim, eskileriyle hasret giderdim. Herkesin bir Alaçatı hikâyesi var. Benimkisi biraz daha farklı… 90’lı yılları hatırlıyorum. İzmirliler bilir, o yıllarda Alaçatı unutulmuş, yalnız bir köydü. Bir yerlisi vardı, bir de rüzgâr aşığı sörfçüler. Sonra ne mi oldu? Bu yalnız köye çiçek düzenleme ustası muhteşem bir kadın geldi. Dokunduğu her şeyi sanata dönüştürüyordu. Ve Alaçatı’ya da dokundu. Aşkla, tutkuyla, sevgiyle… Ve geri dönmemek üzere Alaçatı’ya tutundu; taş sokaklarına, evlerine, insanlarına inandı… 2002 yılında aramızdan ayrılan Leyla Figen eşini de inandırdı ve Alaçatı’dan tatlı, küçük bir ev almaya ikna etti. Hayallerinin peşinden giden bir kadındı. Önce evlerinin karşısındaki eski yem deposunu temizletti. Deponun dokusuna dokunmadı. Olduğu gibi kalsın istedi. Atmosferi ve tarzıyla Agrilia işte böyle doğdu. Ona yalnızca ‘kafe’ demek büyük haksızlık olurdu. Daha sonra eşi gibi dostu Zeynep Öziş’i de ikna etti. Alaçatı’nın ilk oteli ‘Taş Otel’ hayat buldu. Ve ‘Tuval’… Semra Erdoğan’ın dokunuşlarıyla hayata karışan Alaçatı’nın ilk restoranı. Oranın eskiden metruk bir ahır olduğunu söylesem, inanır mısınız?
Alaçatı’nın kadınları
Alaçatı’nın kadınları hep farklıdır, sihirlidir… Köşe Kahve’nin sahibi sevgili Tomris Maravent de onlardan biri. İstanbul’da tükendiğini hissedip, Alaçatı’nın kollarına koşanlardan… Alaçatı’ya ilk geldiğinde etrafında terziler, nalburlar, kağıthaneler olan Metin Akalın’ın köy kahvesinde oturuyor. Ve 2004 yılından sonra o küçük mola durağı Tomris’in Köşe Kahvesi oluyor. O dönemde ne bir ses, ne bir nefes Alaçatı’nın yerlisinden başka kimse yok. Elektrik kesiliyor. Kahvenin eski sahibi, Tomris’in ‘Metin Abisi’, ‘lüks lambasını’ kapıp geliyor. Alaçatılılar bu tatlı, cesur kadını çok seviyor. Ona kalplerini, sohbetlerini, kollarını açıyor. Ve bir yıl sonra değişim başlıyor. Tomris, Köşe Kahve’yi yaz-kış açık tutuyor. Ve zamanla Alaçatı da canlanıyor. İnsanlarla kaynaşıyor. Hayatına farklı bir ses, farklı renk katmak isteyenlerin ikinci evi oluyor. Bir gelen bir daha dönmüyor. Buranın ruhu, havası, toprağı insanı içine çekiyor. Biliyorsunuz Alaçatı’nın yüzü, yüzleri her yıl değişiyor. Ama değişmeyen bir şey varsa o da Tomris ve Köşe Kahve. Köşe Kahve’de soluklanmaya, limonatamı yudumlayıp Tomris’le sohbet etmeye bayılırım. Ve bilirim ki; o hep o köşede, Köşe Kahve’dedir. Alaçatı’nın kadınlarını anlat anlat bitmez… Ama insan unutuyor işte. Alaçatı’nın geçmişini, sokaklarını, hikâyelerini, insanlarını, Alaçatı’yı Alaçatı yapan kadınlarını, lezzetlerini… ‘1. Uluslararası Kaybolan Lezzetler Festivali’ işte tam da bunları hatırlattı bana. Unutmak ve hatırlamak arası bir yere aldı götürdü beni. Ne çok şeyi unuttuk, ne çok şeyi kaybettik aslında. Hem de bilerek ve isteyerek… Eski aşklar, eski filmler, gelenekler-görenekler, alışkanlıklarımız, komşuluklar, dostluklar, sohbetler, sofralar, lezzetler… Şimdi neredeler? Hepsini bulmak imkânsız. Biz de işe lezzetlerle başladık. Ve hafta sonu Alaçatı’nın taş sokaklarında kaybettiğimiz lezzetleri aradık. Çok da kalabalıktık. İstanbullular yine çoğunluktaydı.
Likör günlükleri