Bugün ‘Y kuşağı, Z kuşağı, Milenyum’ çocuklarına ‘Bayram’ dediniz mi, öyle bakıyorlar. Onlar için bayram demek tatil demek, tembellik demek, yatmak demek. Aslında onlara söyleyecek çok fazla lafım yok, artık bizler için de bayram bayramlıktan çıktı; itinayla sandıklara kalktı. Sevgili Y kuşağı, Z kuşağı, Milenyum çocukları bu yazı size... ‘Hatırlamak gerek bazen’ dedim ve size eski bayramları anlatmak istedim. Eskiden ‘Bayram’ dendi mi, evlerde günler, haftalar öncesinden müthiş bir hazırlık başlardı. Dip köşe temizlik yapılır, gümüşler büfeden çıkarılır, itinayla parlatılırdı. Danteller, tığ işleri kolalanırdı. Heyecanla beklediğimiz bayramlık alışverişlerimiz vardı. Bir kırmızı ayakkabı için hepimizin gözyaşı dökmüşlüğü vardır. Kolalı, dantelli mendillerin içine saklanan bayram harçlıkları en sabırsız heyecandı. Bakkal amcadan Arap kızı sakızı, oyuncakçıdan bilye alınırdı. Oğlanlar tek kale maç yapar, kızlar kapı önünde evcilik oynardı. Sonrasında erkekler tıraşlı saçları, kızlar da kurdeleli örgüleriyle jilet gibi ütülü bayramlıklar içinde güle oynaya kapıları çalar şekerler, harçlıklar toplardı. Bayram sabahı oldu mu namaza gidilirdi. Kabristan ziyaretleri de bayramların olmazsa olmazı, en vefalısıydı.
Dantelli tepsiler zamanıBayram kahvaltılarını, yemeklerini unuttuğumu sanmayın. Onların telaşı da bayram temizliği gibi günler öncesinden başlardı. Kavurmanın yağı, baharatı hazırolda beklerdi. Baklava yufkaları kat kat açılır, şerbetler fokurdardı. Yer sofraları, masalar kurulur, bir kuş sütü eksik olurdu. Kısa bayram gezmeleri vardı. Önce küçükler büyüklere sonra büyükler küçüklere iade-i ziyarete giderlerdi. Hanım kızlar dantelli tepsilerin içinde önce su ikram eder sırasıyla kahve-likör, çay, tatlıyla devam edilir, el öpen küçüklerin kafasına kolonya dökülürdü. Henüz büyük dedelerin rahmetli olmadığı, büyükannelerin el ayaktan düşmediği günlerdi. Bol bol sohbet edilir, hem gönüller hem de damaklar şenlenirdi. Küskünler barışır, kırgınlıklar biterdi. Radyolar açılır, yakın zamanlarda televizyonlarda bile bayram havaları çalardı. Evlerden sıcacık dost sohbetleri yükselirdi.
Peki; sonra ne mi oldu? Sanki derin bir uykuya daldık ve elimizde telefonlarla, tabletlerle uyandık. Bayramlar tatil, gümüşler, danteller, bayramlıklar, mendil arası harçlıklar, bayram gezmeleri, el öpmeler, bayram sofraları nostalji oldu. Bayramlaşma artık toplu mesajlaşma haline geldi. Bayram yemekleri, tatlıları açık büfeler oldu. Bayramın maneviyatı bayram reklamlarındaki yaşlı teyzelere ve amcalara gözyaşı dökmek oldu.
Ben sana kurban olayım
Madem hayatımızda bayramın adı kaldı, bayramlaşma toplu SMS oldu, e devir de sizin devriniz işte birkaç komik bayram mesajı...
'Sayın değerli, sağlam ciğerli, bazen üzüntülü, bazen kederli, su gibi akan, şimşek gibi çakan muhterem varlık, kalbimin en derin köşesinde, gülsuyu şişesinde saklamış olduğum selamlarımı sunar hürmetler ederken, evvela seni, beni, gemideki dümeni, tarladaki dikeni, dünyada olup biteni, gurbette hasret çekeni, baharı yazı, kemanı sazı, bahçedeki kazı, erkeği kızı, insandaki nazı, yaratan Allah’tan iyi olmanı diler bayramını kutlarım…
Güneş arkamızda, denizi yanımızdayken, dünyayı yelkeniyle kat eden ikinci Türk’ün anılarını dinledim, ‘uçurtma adam’la baykuştan, kirpiden uçurtmalar uçurdum. En önemlisi korkularımı yendim
Yatın da festivali mi olurmuş, demeyin. Kitabın, şiirin, sinemanın, yemenin, içmenin, karpuzun, şıranın oluyor da yatın neden olmasın. Hemen küçük bir çanta hazırladım... Ve Türkiye’nin ilk yat festivali ‘Turkcell Platinum Hisarönü Aegean Yachting Festival’ için yola çıktım. Önce biraz endişeliydim. Denizle, yatla, tekneyle yelkenle öyle çok sıkı fıkı değilimdir. “Eyvah! Cehaletim ortaya çıkacak...” dedim. Sonra endişelerimi bir kenara attım ve kendimi festivalin rüzgârına bıraktım. Festivalin ev sahibi, beş yüz yat kapasitesiyle hizmet veren, uluslararası mavi bayrak ödüllü Martı Marina & Yacht Club ile Turkcell Platinum. Festivalle birlikte Türk yelkenciler, tekneciler, Ege’de seyreden tüm klasik yatlar, megayatlar, birçok farklı kategoride tekne, tekne sahipleri, deneyimli yelkenciler ve denize gönül vermiş yerli yabancı tüm denizseverler bir araya geldi. Bireysel katılımcılarla birlikte kurumsal olarak adını duyurmak isteyen yelkenciler de oradaydı. Tanınmış şirketler, meslek örgütleri, üniversiteler...
Çılgın uçurtmacı
Bana gelince evet endişelerimi bir kenara atmıştım ama o iç ses yok mu, onu durduramamıştım. “Vır vır” konuşup içimi yiyordu. “Sen tekneye yabancısın... Denizle barışamazsın...” diyordu. Ama Martı Marina &Yacht Club’da gördüm ki endişeye, paniğe hiç gerek yok. Hemen iç sesimi bir kenara bırakıp soluğu konuşmacıların yanında aldım. Ünlü yelkenci ve meslektaş Meriç Köyatası’ndan deniz turizmini, çevre temizliğini ve eğer sahip olursam bir gün kendi yatımda güneş panelini nasıl kullanacağımı öğrendim. Dokuz Eylül Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Enstitüsü’nden Yardımcı Doç. Nilhan Kızıldağ ile tarihe kısa bir yolculuk yaptık ve Hisarönü Körfezi civarındaki Tunç Çağı batığının hikâyesini dinledik. Teknesiyle dünya turu yapan ikinci Türk yelkenci Tanıl Tuncel bize maceralarını anlattı. Tuncel, 1986 ile 1991 yılları arasında dünyayı yelkeniyle dolaşan dört Türk’ten biri, Ümit Burnu’nu geçen ilk Türk yelkenci. Gerçek bir deniz insanı... Daha sonra yelkenciliğin önemli isimlerinden Mustafa Yurtbulmuş ve ekibini dünya turuna uğurladık. Mustafa Bey’in hikâyesi hepimize ilham verdi. Çünkü o bizlerin isteyip de yapamadığı, hayalini kurduğu ama pek çok kez ertelediği bir şeyi yapıyor: Şehir hayatından kaçıp doğaya, denize sığınıyor. Kendini denize adıyor, denizde yaşamaya başlıyor. Şimdi yol arkadaşı teknesi ‘Balıkçıl’la üç okyanus, otuz ülke, otuz sekiz liman ve yüzlerce adaya yelken açacak.
Geçtiğimiz günlerde Beykoz Korusunda bir kafede çay içen kadınların üzerine 60 yaşlarında bir ağaç devrildi. Üç kadın hayatını kaybetti… Günlerce suçlu arandı bulunamadı. Önce Belediye suçlandı sonra Orman ve Su İşleri Bakanlığı ardından da Çalışma Bakanlığı. Kimse, hiçbir kurum suçu üzerine almadı. ‘İhmal’ dendi… “Dört, beş yıldır en az 20 kez bu ağaçların kesilmesi için belediyeye söyledik… Orman Müdürlüğüne haber verdik... Ormancılar geldi, çürük ağaçların fotoğrafını çekip gittiler” dendi. Gidiş o gidiş… Ağaçlar kaderine terk edildi ta ki onlar kendi kaderlerini ellerine alana kadar. Üç de can vardı doğanın, ağaçların ağır bedenlerinin altında yok olup giden. Beni en çok da Ayfer öğretmenin hayat hikâyesi etkiledi. 66 yaşında emekli öğretmen… Beşiktaş Anadolu Lisesi’nde yıllarca felsefe öğretmenliği yapmış. Keyifli, hayat dolu bir kadın… Ama hayatının son altı ayı çok acıtmış Ayfer öğretmeni. Kanser önce boşandığı eşini sonra gencecik kızını ondan almış. Hayat Ayfer öğretmeni hırpalamış, yormuş, acıtıp kanatmış. Ama o her acının altından dimdik kalkmış. Sarsılmış ama yıkılmamış. Ta ki bir ağaç gelip hayatını alıp onu sevdiklerine götürene kadar...
“Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir ki?” Gerisi hep teferruat, hep süslü, ağdalı sözler. Kimine göre ‘ağaç değil bürokrasi’ öldürdü kimine göre ‘kaderde ne ise oydu…’ Oysa burada üç değil dört ölüm vardı, yorgun ve yaşlı ağaç artık dayanamamıştı. Doğayı, toprağı, ağacı suçlayamıyorum. Bu zamansız ölümün bir faili olacaksa eğer meçhul değil meşhur olmalı. İlk taşı günahsız olanımız atmalı, aynaya ilk en cesurumuz bakmalı. Böyle olaylarda insanoğlu kendiyle yüzleşiyor aslında. Dev siteler, rezidanslar, boy boy, sıra sıra AVM’ler yapıyoruz… Kat üstüne kat, hayat üzerine hayat çıkıyoruz… Köprüler, yollar, otoparklar için on binlerce ağaç kesiyoruz… 50 yıllık, 60 yaşlık, 100 yıllık yemyeşil hayatları toprağından söküp alıyoruz… Son on yılda 2 milyon 403 bin 355 hektar orman alanı usulsüz açma ve yerleşme alanı zarar görüp yok oldu. Yine bu dönemde 1 milyar 224 milyon 622 bin 900 kilogram ağaç yasa dışı kesildi. Üstelik bu rakamlar sadece bizim bildiğimiz bir de bilmediklerimiz var. Manzarayı bozuyor diye keyfe keder kesilenleri hiç saymıyorum bile. Biz onları toprağından, evinden, yurdundan kopardıkça onlar bize yüzünü değil sırtını dönüyor. Yeşil olan, doğaya ait, doğadan gelenle aramız her geçen biraz daha açılıyor. Aramıza seller, depremler, ölümler, felaketler giriyor. Doğa bizden bir şekilde intikamını alıyor. Oysa atalarımız ağaç üzerinde yaşarmış. Ağaçlara bağlı, onlara bağımlılarmış. Doğa onları beslemiş, korumuş yeri gelmiş onlara yuva olmuş. İlk sanatsal çizgiler, mağara duvarlarına çizilenler yine doğanın, yanık bir dal parçasının eseriymiş. İlk ulaşım aracı, ilk müzik aletleri ve hatta Tanrı figürleri bile hep ağaçtanmış. Eski toplumlarda ağaç ölümsüzlüğü, yeni doğuşu sembolize edermiş. Her topluluk bir dönem ağaca tapmış, her kültür varoluş nedeni bir Tanrı’da bir de ağaçta aramış. İnanışa göre cennette iki ağaç varmış biri incir ‘gerçek ağacı’ diğeri de zeytin ‘hayat ağacı’. Din kitaplarına gelince Peygamberlerin yaşamında ağaçlar ‘dokunulmazmış’.
Sonra her ne olduysa değiştik ‘modernleşme’ adı altında sözde evrimleştik. Kendimizi doğanın da, ağacın da üstünde görür olduk. Doğanın bizden intikam aldığına bir kez daha inanıyorum. Bunun ilk olmadığını da biliyorum. Hatırlarsanız geçtiğimiz yıl da kavak ağacı kesilirken bir kadın ağacın altında kalıp fena yaralanmıştı. Ama biz uslanmıyoruz yeşili kesmeye, doğadan hayat çalmaya devam ediyoruz. Peki; merak ediyorum hayat son bulup da toprağa uzandığımızda neden engin ve dingin bir ağacın altında gölgelenmek istiyoruz?
Ama öte yanda da bir duvar gibi karşımıza dikilen korkularımız. Spiritüel gelişim danışmanı Gülnur Ünal zihnimizdeki düğümlerin çözümünü tek bir sözcükle veriyor: Cesaret. 7’den 70’e herkesin ihtiyacı.
İstiyoruz, istiyoruz, daha çok istiyoruz... Aşk, kariyer, para, başarı... Yapılacaklar listemiz her geçen yıl kısalacağına uzuyor. Hayallerimiz gecekondu misali, fırsat buldukça üstüne kat çıkıyoruz. Evrene mesajı salıyoruz, sonra bekle Allah bekle... Ha oldu ha olacak derken ömür geçiyor. “İyi düşün, iyi olsun” demekten hepimiz birer modern zaman Pollyanna’sı olduk. İşin kötüsü artık Pollyannacılık da fayda etmiyor.
“Ne yapalım, nasıl yapalım?” derken, spiritüel gelişim danışmanı Gülnur Ünal imdadımıza yetişiyor ve o sihirli sözcüğü söylüyor: Cesaret. Ama cesur olmak, risk almak, mevcut şartları elinin tersiyle bir kenara itmek öyle sanıldığı gibi kolay değil. “Ya pişman olursam?” diyor insan. Başarısızlık feci korkutuyor. Mevcut şartların rahatlığı, sürpriz bilmezliği tatlı geliyor. Hayaller erteleniyor, bir sonraki güne, bir sonraki aya, hatta yıla, yıllara kalıyor.
Sınırlarımızla mutlu muyuz?Tam da bu noktada “Haydi ilk adımı atın!” diyor Gülnur Ünal. Çünkü korku; temelinde bizi koruyan, yabancısı olduğumuz her şeye karşı temkinli hareket etmemizi sağlayan bir duygu. Hele bir de korkularınızı içselleştirip hayatınızın gerçeği olarak kabullenirseniz yandınız! Siz onu benimsedikçe o daha da güçleniyor, isteklerinizin, hayallerinizin önüne koca koca duvarlar örüyor. Ve en çok da geçmişteki kötü yaşanmışlıklarımızdan, tecrübelerimizden besleniyor. Biz o tecrübelerle, yaşanmışlıklarla barışamadıkça cesaretimiz kırılıyor, korkularımız büyüyüp serpiliyor. Ama sınırını bilmek ve çizmek elimizde...
Cesaretten başka çıkış yolumuz yok!
Kumrular birbirlerine ‘gugukçuk’ ötüşüyle kur yapıyor. Erkek dişinin peşinden ayrılmıyor, aşka kanat açılıyor. O günden sonra kumrular birbirlerinden ayrılmıyor. Kumrunun gözü eşinden başkasını görmüyor. Diğer yandan bizim gözler fıldır fıldır dönmekte. Kumrular bir ömür eş değiştirmiyor, biz bir ömre sayısız eş, sayısız sevgili, sayısız aşk sığdırıyor, bunu da maharet sanıyoruz. Kumru hiçbir zaman başkasının yuvasına girmiyor, biz kendi yuvamızın yolunu unutuyoruz. “Kuş” deyip geçmeyin, eşine öyle bağlı ki eşlerden biri ölürse, geride kalan ömrü boyunca gönlüne kilit vuruyor. Biz gönülden gönüle uçuyor, kucaktan kucağa düşüyoruz.
Doğada tekeşli olan kuş sadece kumru değil, kelaynak, angut, penguen de tek eşle ömür geçirenlerden. Bakmayın siz ‘angut kuşu’ dediklerine, bu canlının aşkı pazara kadar değil mezara kadar. Eşi öldükten sonra ömrü boyunca yas tutuyor. Ölen eşinin yanına yırtıcı bir hayvan gelirse asla uçup gitmiyor, eşinin yanından ayrılmıyor oysaki angut kuşu korkaklığıyla tanınıyor. Ve bu cesaretinin karşılığı çoğu zaman da ölüm oluyor. Kelaynakların da romantik olduğu biliniyor. Ama beni en çok doğuştan şık, smokinli, asil penguenler etkiliyor. Bizim çizemediğimiz örnek aile tablosunu bu paytak paytak yürüyen sevimli kuşlar çiziyor. Çiftler hep yavrularıyla birlikte dolaşıyor, erkek penguen kuluçka döneminde eşine yardımcı oluyor hatta kuluçkaya bile yatıyor. Bizde annelik doğuştan, babalık sonradan öğreniliyor. Uzmanlara göre doğum sonrasındaki emzirme süreci de erkeği yeni eş aramaya itiyor. Sonuç, penguenlerin fendi taş fırın erkeğini yeniyor, insanın bir sonraki ömründe kuş olası geliyor.
Kuğuda ahlak kalmamış
Aşkın ve sadakatin sembolü kuğuları unuttuğumu sanmayın. Ancak kuğular özellikle de siyah kuğular sandığımız kadar masum değillermiş. Araştırmalara göre her altı siyah kuğudan biri ‘evlilik dışı ilişki’ sonucu dünyaya geliyormuş. Anlaşılan o ki bizimkiler gibi kuğular için de monogami, monotonluk anlamına geliyor.
Bütün bunlardan sonra kuşları bırakıp kendi dünyamıza dönesim yok ama mecbur döndük. Bizde kafalar epeydir karışık. Hem evlilik delisiyiz hem de evlilikten şikâyetçi. Hem tekeşliliği yüceltiyoruz hem çokeşliliğe deli oluyoruz. Kimi “Monogami insan doğasına aykırıdır” diyor, kimi övüyor. Uzmanlar araştırmalar, açıklamalar yapıyor: “Erkeklerin yüzde 70’i, kadınların yüzde 40’ı kaçamak yapıyor... Hayvanlar âleminin yüzde 98’inde monogami yoktur.” Benim romantik aklım yine kumrulara gidiyor ve “Biz neden kumru değil de yalıçapkını olduk?” diyorum. Hatta yalıçapkını hafif kalır hepimiz birer ‘bonobo’ olduk. Ertuğrul Özkök’ün de dediği gibi “Bonobo ideolojisi hızla yayılıyor”. Bugün etrafıma bakıyorum herkes ‘bonobo’ olmuş, ‘seri monogami’ tavan yapmış. Evleniyoruz, boşanıyoruz, tekrar evleniyoruz, birlikte yaşıyoruz, ayrı yaşıyoruz ama hep birileriyle yaşıyoruz... Sonsuz ve korkunç bir arayış içindeyiz. Sizi bilmem ama bu aralar ben ‘Baharı bekleyen kumrular gibi... Sen de beni bekle sakın unutma’ şarkısını daha bir anlayarak severek dinliyorum.
Peki şimdi ne olacak?
8 Eylül’de okullar açılıyor, bugün ayın 31’i... Stres bitti mi? Bitmedi, tam gaz devam. Ne kıştan bir şey anladık ne de yazdan. TEOG’ nedir, ne değildir, iyi midir, kötü müdür anlayamadan kendimizi bir yarışın içinde bulduk. “Kim korkar TEOG’dan?” dedik, Don Kişot gibi başladık yel değirmenleriyle savaşmaya. En iyi dershaneleri bulduk, baktık dershanelerle iş bitmiyor, özel ders için en iyi öğretmenlerin peşine düştük. Derken kendimizden geçtik. Biz veliler patlamaya hazır bomba, çocuklarımız stres topu oldu. Koçların, danışmanların, psikologların kapılarını aşındırdık. Küçücük yaştaki çocuklarımıza şeker gibi antidepresan yutturduk. Yeni sistemle bir türlü barışamadık. Ya biz sistemi anlayamadık ya da sistem bizi anlamadı.
Önce “TEOG’da stres yok, başarı var” dediler, büyük bir “Oh” çektik. Sözde araştırmalar yapıldı, öğretmenlerin müfredatı yetiştirmek için daha özenli çalıştığını, sınavın öğretmen-öğrenci ilişkisini olumlu etkilediğini, öğrenciler kendi okullarında sınava girdikleri için motivasyonlarının arttığını, daha planlı çalıştıklarını, dersi derste öğrendiklerini, okullardaki devamlılık oranında artış olduğunu söylediler.
Amacından şaştı
Ama işin doğrusu pek de söylenenler gibi olmadı. Uzmanlara göre “TEOG amacına ulaştı”, velilere göre
Önce cenazelerdeki gelenek ve görenekler değişmeye başladı. Ölüye gösterilen saygı, ‘Merhumu ya da merhumeyi nasıl bilirdiniz?’ sorusuna verilen ‘iyi bilirdik’ yanıtıyla herkesin yüreğine su serperdi. İmamlar soruları sürdürür, son olarak da ‘Hakkınızı helal ediyor musunuz?’ diye üstüne basa basa tekrarlardı. Yanıt elbette beklendiği, bilindiği gibi: ‘Helal olsun’. İslam kültürünün de gelenek ve göreneklerimizin temelinde de bu vardı. Her şeyle birlikte bu kültür de zamanla değişmeye başladı. İmam sordukça ‘Ben hakkımı helal etmiyorum’ diyenler de oldu. Tiyatro ve sinema dünyasının değerli ismi Çolpan İlhan’ın cenazesinde bu sözler kulaklarımızda defalarca çınladı, hepimizin kalbi en derinden acıdı. Sonrası malum tepkiler, eleştiriler, tartışmalar... Çolpan İlhan’ın cenazesinde gördüklerimi daha önce filmlerde seyretmiştim. Ancak bu defa bunun bir film sahnesi değil, gerçeğin ta kendisi olduğunu anladım. Kalabalığı uzaktan izledim. Bir kadın yaklaştı, taziye sahiplerine sarıldı, sohbete başladı. Geçmişi anlatıyordu, Kerem’i, Kerem’in çocukluğunu... Sonra yanıma gelip “Kim ölmüş?” dedi. “Çolpan İlhan” dedim, “Çolpan İlhan kim? Nerelilermiş?” diye sordu. “Sadri Alışık var ya, onun eşi” dedim. Cenazeyi başından sonuna izledi. Ben de etrafımı izledim. En havalı siyah gözlüğünü kapan tanıdık tanımadık herkes cenazedeydi. Haliyle ‘Ön safta yer tutma’, kameralara sağdan soldan her köşeden kafa uzatma, protokolün cenazeye en yakın yerinde boy gösterme yarışı kaçınılmazdı. Bu defa cenaze yakınları ünlü bir isme “Taziyenizi ilettikten sonra dilerseniz kenara çekilebilirsiniz” dedi. Yanıt ilginçti: “Hayır, ben burada kalmak istiyorum… Yıllardır görmediğim dostlarımı görüyorum… Arkalarda kalmak istemiyorum.”
Fotoğraf makineleriyle flörtleşmek
Önemli olan bir görevi saygıyla yerine getirmek mi? Yoksa kültürü, geleneği, göreneği, saygıyı, her şeyi yok sayıp tribüne oynamak mı? En önde saf tutup sağa sola, eşe dosta hava atmak mı? Varlık mücadelesi mi? Kendini göstermek mi? Ölüye saygı mı, protokole saygı mı? Son zamanlarda çokça konuşulur türden ‘saygı’ mı, ‘aman ne olacak’ diye gereksiz bir ‘kaygı’ mı?
Nedir bu güçlüye yakın olma, ünlüye yakın olma, protokol merakı? Nedir kameralarla, fotoğraf makineleriyle bu gereksiz, anlamsız flörtleşme? Psikolog Perran Söğütlü’ye göre: “Yalnızlaşan insanlar varlıklarını bu tür toplumsal olaylarda gözler önüne sermek, ‘Ben de varım’ demek istiyorlar. Yaşadığımız toplumda bir cemaate, bir topluluğa, bir gruba, bir güce ait olmak istiyorlar. Bu şekilde güvende olma duygusu yaşıyorlar. Bireysel olarak başarı öyküsü yoksa, varoluş sıkıntısı yaşıyorlarsa kendilerini bu şekilde ifade edebiliyorlar.”
Şahit olduğum bir diğer cenaze töreni efsane Başkan Süleyman Seba’nınkiydi. Beşiktaş Kongre üyesiyim. Seba sadece biz siyah-beyazlılar için değil tüm spor kulüpleri için sembol bir isimdi. Renklerin kardeşliğini yaratmış, başarıdan önce sevgi ve saygıyı ön planda tutmuştu. Bu da zaten başarıyı getirmişti. Devletin en tepesinden Çarşı’nın en mütevazı esnafına kadar on binler Seba’nın cenazesinde buluştu. Sadece İstanbul’dan değil, Türkiye’nin dört bir tarafından. Efsane başkana yakışan bir törendi. Peki yakışmayan neydi? “Protokolde en önde olacağım” diye tutturmak, “Süleyman Başkan’a en yakın bendim” görüntüsü vermek için uğraşmak, kameralara boy gösterip “Bakın ben de buradaydım” demek. O hırslı kalabalığa, başkanın yakın-uzak dostlarına şöyle bir baktım. “Keşke hepimiz sonsuzluğa uğurladığımız yakınlarımızın, sevdiklerimizin son günlerinde onların yalnızlığına arkadaş olsak” dedim.
Peki bu hain ikili nasıl çalışıyor? Metabolizma hastalıkları uzmanı Dr. Didem Dereli Akdeniz anlattı
Evde stres, işte stres, okulda stres, sokakta stres, trafikte stres, tatilde bile stres... ‘Plaja gidelim, serinleyelim’ diyoruz, pareoyla neremizi örteceğimizi şaşırıyoruz. Denize dalamayınca boğaza dalıyoruz, limonatalara, dondurmaya dadanıyoruz.
Belinizdeki simitlerin, erimeyen basenlerinizin, tuz ekerken sallanan kollarınızın nedeni stres. Stresle yediğiniz her lokmanın löp löp ete dönüştüğünü söylesem inanır mısınız? Tuhaf ama beynimiz trafikte sıkışıp toplantıya geç kalmamızla yırtıcı bir hayvanın saldırısına uğramamızı bir tutuyor. Vücudumuz sinir sistemini uyarıyor, çeşitli hormonlar salgılayarak strese cevap veriyor. Katekolamin denilen adrenalin, noradrenalin, kortizol, endorfinler, büyüme hormonu, prolaktin ve testosteron hormonu düzeylerinde değişiklik görülüyor. Beyinde bulunan hipotalamus isimli bölge böbreküstü bezlerini uyarıyor.
Canlı bombaya dönüşüyoruzAdrenalin, kortizol hormonlarının kana salınmasını sağlıyor. Bu hormonlar da boş durmuyor, kalp hızını, solunum sayısını, kan basıncını ve metabolizmayı artırıyor. Böylece kan akımı yükseliyor, kaslara daha fazla kan gidiyor. Stres kısa sürerse ne âlâ aktif, dinamik ve heyecanlı oluyoruz. Ama günümüzde stres kısa değil, bir ömür sürüyor. Hal böyle olunca da sürekli salgılanan kortizol hepimizi birer canlı bombaya dönüştürüyor. Bugün kime sorsanız insülin direnci var. Bir türlü kıramadığımız bu direnç vücutta kortizol arttıkça güçleniyor. İnsülin metabolizmamızı çalıştırmaya uğraşırken hain kortizol insülinin başının etini yiyor, “Elindekini harcama” diyor. Üstüne beynimiz de mutluluğa yönelince işler hepten çığrından çıkıyor.
Mutlu olduğumuzda beynimiz endorfin ve seratonin salgılıyor. Yedikçe mutluluk hormonumuz artıyor, yedikçe şişiyoruz... İnsülinimizi çalışmaz hale getiren kortizol sayesinde normal zamanda alacağımız kilonun iki-üç katını alıyoruz. Doktorumuz da “Aç kalmak çözüm değil, siz önce stresi yenin” diyor.
4 ADIMDA STRESİ YEN!
20 dakika yürüyüş eşittir bir kare çikolata kadar endorfin. Mutlu eder, kasları çalıştırır ve insülin direncini azaltır.