‘Hamilelik hormonu’ ile bu sorunu kolayca çözebilirsiniz. Gözünüz mü korktu? Merak etmeyin düşündüğünüz gibi değil
Yıl dediğin nedir ki? İşte yine yaz geldi. Ağaçlar, çiçekler, vitrinler açıldı saçıldı. İyi de biz nasıl açılacağız? Geçen yıl yaptığımız diyetler bir işe yaramadı. Kış geldi, kilolar da geri geldi. Haydi plajlardan vazgeçtik diyelim. Ama ya mezuniyetler, düğünler, sünnetler? Davetiyenin biri gelip, biri gidiyor. İnsan ne giyeceğini, göbeğini nasıl kapatacağını şaşırıyor. Hızlı kilo vermek için Karatay dedik, Dukan dedik, dedik de dedik! Ama biz bu kiloları veremedik! Ben bu diyet işleriyle yakın zamana kadar sadece biz kadınların ilgilendiğini düşünürdüm. Erkek göbeğinin toplumda bir karizması vardı. Yıllarca koca göbeklerini ‘Türk kası’ diye yutturdular. “Göbeksiz erkek balkonsuz eve benzer” diye savundular. Ta ki Kıvanç Tatlıtuğ’u veya Kerem Bursin’in baklavalarını görene kadar. Bizim göbekli karizmatikler de yenilgiyi kabul edip, diyet peşine düşmüşler. Ama kadınlar kadar dirayetli olmadıkları için en hızlı yolu bulmuşlar. Nereden mi biliyorum? Tabii ki erkek arkadaşlarımdan. Baktım göbekler kasa dönüşüyor hemen olaya el koydum. Öğrendim ki hamilelik hormonuyla zayıflamaya gidiyorlarmış. İnanamadım! Bize ait olan tek hormona el koydular? Bir de öyle bir anlatıyorlar ki sanırsınız mucize. Ben de Türkiye’de bu uygulamayı yapan üç doktordan biri, Dr. Hakan Erol’u buldum, “Nedir bu Beta-HCG” diye sordum.
Bir iğne bin ayıbı örter
Beta-HCG, 1927’de keşfedilmiş. Zayıflatma etkisiniyse İngiliz Doktor ATW Simeon bulmuş. Ve aşırı yağ birikimlerinden sorumlu olan hipotalamik merkezleri (beynin sinir sistemini yöneten kısmı) düzelttiğini görmüş. Biz Beta-HCG’yi ‘hamilelik hormonu’ olarak biliyoruz ama Dr. Hakan Erol, Beta-HCG’ye hormon demek istemiyor ve HCG’nin en büyük gliko-proteinsel öz olduğunu söylüyor. Aslında hepimiz bu hormonla henüz anne karnındayken tanışıyoruz. Hamilelik hormonu erkeğe verilirse göğüsleri büyür mü, başına bir iş gelir mi gibi sorular da böylece ortadan kalkıyor. Çünkü vücuttaki ömrü 33 saat. Beta-HCG’yi nasıl bulursunuz? İşin uzmanına gitmek şart. Kimlere uygulanıyor, kimlere uygulanmıyor? Her türlü obez hastada uygulanabiliyor. Önce bir sağlık testinden geçiyorsunuz. Daha sonra sizin için uygun doz belirleniyor ve insülin iğneleriyle günlük dozlar şeklinde kas içine enjekte ediliyor. Ve geldik asıl merak ettiğiniz soruya: Bu yöntemle kaç kilo vereceğiz? İlk ay yüzde 10 kilogram olarak yağ kaybı başlıyor. Ve kilonuza göre iki ile dört ayda hedefinize ulaşıyorsunuz. “Kiloları verdik ama ya geri alırsak” derseniz; Dr. Hakan Erol, “Beyne yeni vücut şekli ve kilonuz tanımlanıyor. Ve siz ona çok kötü davranmadıkça kilo almanız zor” diyor. Merak ediyorum bu yönteme en çok kadınlar mı, erkekler mi başvuruyor diye ve görüyorum ki erkekler de ‘aşk yastığı’ değil ‘baklava’ istiyorlar.
Başımıza gelmeyen kalmadı! Ne çocuk psikologları, ne rehber öğretmenler, ne büyüklerimizden gördüklerimiz bu kuşağı anlamamıza yetiyor. “Nasıl oldu da bu hale geldiler” diye dert yanan ebevyenlere naçizane tavsiyem: Yanıtı çok uzaklarda aramayın
Empati yapıyorum anlamaya çalışıyorum. Kitapların, uzmanların dediği gibi‘ergenlik dönemi’ diyorum. Kendimi onun yerine koyuyorum, o yaşlarıma geri dönüyorum, olmuyor. “Seni anlıyorum…” diye başlıyorum, pes edip bırakıyorum. Biz annelerimizle konuşmadan bakışarak, kaşla gözle anlaşırdık. Bir kaş havaya kalktığında kahve zamanı geldiğini, öbür kaş havaya kalktığında büyüklerin yanında nasıl oturacağımızı, iki kaş birden çatıldığında ortadan toz olacağımızı anlardık. Bizim çocukluğumuzda ergenlik kapıdan içeri girmezdi. Ama bu 2000 doğumlu çocukların hepsi ergen doğdu.
Bu senenin başından beri bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete: TEOG mudur? LGS midir? Tek sınav mıdır? İki sınav mıdır? Sınavlar nedir, ne değildir?
Olayı tam anlayamadab, o şaşkınlıkla paldır küldür dershane peşine düştük. Önce herkes gibi en iyi dershaneyi bulduk. Çocuklarla birlikte artık biz de hazırdık. Kim korkar TEOG’tan! İlk sınavdan sonra anladık ki dershaneyle bu iş bitmiyor. Çılgın gibi özel ders için en iyi öğretmenleri aradık, bulduk. Türkçe, matematik, fen derken elde avuçtaki birikimden de olduk. Öğretmenlerin biri gelip, biri giderken, kapı hiç durmadan çalarken, galoşların biri giyilip diğeri çıkarılırken sınav zamanı geldi çattı. Geçen yıl Justin Bieber konserlerinde ezilme tehlikesi geçirdikten sonra çilemiz bitti zannediyorduk. Yanılmışız! TEOG bizi daha fena ezecekmiş. Haberimiz yokmuş.
ÖĞRETMENLER BİTTİ DİYETİSYENLER BAŞLADI
Diğeri mücadeleci, kanatları olan romantik bir siyasetçi. Anneler Günü’nde iki dostum Ayşe Önal ve Şafak Pavey’le buluştum. Anne-kız ilişkilerine bir kez daha bayıldım. Siz de bayılacaksınız
Şafak biraz geçmişe dönmek istiyorum, sen çok çalışan bir annenin çocuğuydun, bu zor muydu?
- Şafak Pavey: Aslında çalıştığı için değil ama ortalama annelere benzemediği için zordu. Annem sanki çok hoşgörülüymüş gibi yapıyor. Kesinlikle doğru değil. Onun, bizim toplumun alışkın olmadığı bir çıtası var ve çok yüksek... Bir de şu var: Karnemiz sıfır gelse umursamaz, kırılan dökülen kaybolan şeylere aldırmaz... Paradan hiç anlamaz, klasik bir lafı vardır “Ölüm mü var ucunda” diye. Ama bizim apartman görevlimize selam vermeyi unutsam, onu, tatmin edecek düzeyde hakkaniyetli ve cesur davranmamışsam sıkı bir azar işitir, sıkı da bir dayak yerim.
Şafak nasıl bir çocuktu?
- Ayşe Önal: Kesinlikle normal bir çocuk değildi. İnatçı ve meraklıydı. Sekiz yaşındaydı, oturduğumuz Eskihisar sahilinden tek başına yamaçlara tırmanıp Anibal’in mezarını bulmuştu. Sonra Anibal kim diye baktık, google da yok tabii, koca bir tarih ansiklopedisi almak zorunda kalmıştık. Bir yandan da çok şanslı büyüdü. Keçileri, köpekleri ve tavukları vardı. Okuldan döndüğünde ben işte olduğum için hayvanlarıyla zaman geçirirdi.
Unutamadığın bir an var mı?
Diyetisyenler, ilgili bölümlerde eğitim gören öğrenciler bu kampanya için harıl harıl çalışıyor. Resim yapıyorlar, fotoğraf çekiyorlar, skeç hazırlıyorlar, müzik yapıyorlar... İzmir Özel Şifa Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nde okuyan üç kız öğrenci de kampanyaya bir şarkıyla destek verdi.
Ellerine gitarlarını, flütlerini aldılar muhteşem bir iş çıkardılar. Şarkılarının adı ‘Diyet-İsyan’. Melodisi Halil Sezai’nin ‘İsyan’ şarkısından tanıdık, sözleri yüzde 100 orijinal. Videolarını kasım ayında sosyal medya üzerinden yayınladılar. Binlerce kişiye ulaştılar. Bu üç genç kız bana Gezi’deki gençleri, onların direnişini hatırlattı. Bir kez daha anladım ki şimdiki çocukların direnişi de isyanı da bir başka. Üç gençle; Beyza Kuşçu, Bengü Burcu İpek ve Gizem Taban’la buluştum. Onlarla ‘BESVAK’ı, kampanyayı, ‘Diyet-İsyanı’ ve diyetisyenleri konuştum...
Şarkı patladı
Gizem, manken gibi upuzun ve incecik. Sesi de çok güzel. Beyza tam bir fırlama. Harika yan flüt çalıyor. Bengü çok neşeli. Gitarda o var. Kızlar bana önce BESVAK’ı anlatıyor. Vakfın tohumları Prof. Dr. Ayşe Baysal tarafından 1975’te atılıyor. ‘Beslenme ve Diyetetiğin’ kurucularından Baysal, kitaplarının telif gelirini Türkiye Diyetisyenler Derneği (TDD) bünyesinde oluşturulan burs fonuna aktarıyor. Ekonomik gücü az olan sayısız öğrenciye burs veriliyor. Dernek 2002 yılında Baysal’ın öncülüğünde Beslenme Eğitimi ve Araştırma Vakfı’na dönüştürülüyor. Kızlar da vakfın gönüllülerinden. ‘Diyeti Diyetisyen Yazar’ kampanyasını duyunca hemen ne yapabiliriz diye düşünmeye başlamışlar.
Üniversite birinci sınıftan beri amatör olarak müzikle ilgilendiklerini ve müziğin evrenselliğine inandıklarını söyleyen Gizem, “Biz de bu kampanyaya bir şarkıyla destek vermek istedik” diyor. Beyza’nın aklına Halil Sezai’nin ‘İsyan’ şarkısı geliyor. “Melodisi aynı kalsın, sözlerini yeniden yazalım” diyorlar. Ortaya son derece esprili bir isyan şarkısı çıkıyor. 30 binin üzerinde kişi videolarını izliyor. Herkes bu kampanya için bir şeyler yapıyor ama onların videosu alıp başını gidiyor. “Bu kadar ilgiyi biz de beklemiyorduk... Şarkı patladı!” diyorlar.
Herkes işini yapsın
Gizem; “Biz hekimlerle birlikte çalışıyoruz. Dahiliye uzmanlarıyla, cerrahlarla birlikte obeziteyle savaşıyoruz. Ama bu birbirimizin alanına müdahale edebiliriz anlamına gelmiyor.
ADANA
Bereket, heybet ve renk
Çukurova’nın bereketi, Torosların heybeti, insanının renkleri… Kürt’ü, Türk’ü, Ermeni’si, Süryanisi… Rengine renk, bereketine bereket katmıştır. Memleketlisi; omzunda ceketi, ayağında köselesi ağır ağır yürür Toroslar gibi heybetli. Bakmayın siz onun külhanbeyliğine, kasketine, şalvarına. Hemen “Gardaşım hoş geldin!” der. “Ciğerim aç mısın?” diye sorar. Harbi adamdır Adanalı. Argo en çok onun ağzına yakışır. Boğazına da düşkündür bizim külhanbeyi. Sabahın beşinde ciğere oturur, akşam oldu mu da ocak başına kurulur. Adana kebabı, cartlak kebabı, Adana tava, şırdan, ciğer, içli köfte, munbar, şalgam, burma ve halka tatlı
insanın aklını başından alır.
YAPMADAN DÖNMEYİN
¬Arkeoloji Müzesi, Etnografya Müzesi, Misis Mozaik Müzesi ve Atatürk Evi’ni gezin.
¬ Ulu Cami, Sabancı Merkez Cami, Bebekli Kilise, Taş Köprü ve Tepebağ eski Adana
17 Aralık öncesi kumanda elimizde o dizi senin bu dizi benim, o yarışma programı senin bu yarışma programı benim diye dolaşırken şimdi reytinglerden de anlaşıldığı gibi haber kanalları ve tartışma programları hepimizin göz bebeği oldu! İşten çıkalım koşa koşa eve gidelim, iki laf arası telefonlara, tabletlere yüklenelim… Aman bugün ne patladı? Üç kuruş paramız ne oldu? Biz ne olacağız? Bu ülke ne olacak? Martta ne olacak? Hepimiz birer siyaset yorumcusu olduk. Evlerimiz siyaset meydanı… Oturup kalkıp, ‘Ah… Vah…’ ediyoruz. Ancak ne haber kanalları ne de dost meclislerindeki sohbetler bizi toplumsal krize götürmekten alıkoyamıyor. Baktım bunlar beni kesmiyor “Ne olacak bu memleketin hali?” diye hemen sarıldım telefona. Tanıdığım bütün psikologları, sosyologları aradım. “Hem halkta hem de halkı yönetenlerde, kurumlarda nedir bu sinir? Nedir bu gerginlik? Nedir bu güvensizlik? Nedir bu kimlik karmaşası, gelecek kaygısı?”
diye sordum…
Toplum da evlilik gibi bir kurum. Başımızda bir çatımız, aile reisimiz var. Peki, ya bir gün o aile reisine, aile kurumuna güvenimiz sarsılırsa? Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık… Bütün bunların karşılığı yoldan çıkmak! Bizi yönetenler, kurumlar yoldan çıkarsa bize ne olur? Bizi nasıl etkiler? Bütün bunları siz de benim gibi merak etmiyor musunuz?
Hırsızlık temel olarak üçe ayrılıyor. Kimi ihtiyaçtan çalıyor, kimi kleptomani, kimi de doymuyor, daha fazlasını istiyor. Uzmanlar, hırsızlık yapan kişilerin genellikle narsist, psikopatik özelliklere sahip olduklarını ve özgüven eksikliği yaşadıklarını söylüyor. Bu kişiler sevilmediklerini, önemsenmediklerini düşünüyor. Kendilerini önemli hissetmek için de çalıyorlar… Rahatlamak ve haz almak işte tam da bu noktada devreye giriyor. Düzene kafa kaldırdıklarını sanarak güven tazeliyorlar, zeki ve kurnaz olduklarını düşünüyorlar. İşin kötüsü hırsızlığın ‘bir defalığa mahsus’ olanı yok! Şiddet gibi bir başladı mı arkası geliyor. Güven istiyor, daha fazla haz almak istiyor, şişkin bir ego baldan tatlı geliyor ve çalmaya devam ediyor. Üstelik çalan kişi için hayat akışında devam ediyor. Her şey normal, her şey mantıklı! Çünkü mülkiyet duygusunun gelişmediği bu durumlarda her şeyi mubah görüyor.
SOSYOLOJİK KRİZDEYİZ!
Peki, filler tepişirken biz çimenlere neler oluyor? Artık günah yok, ayıp yok vicdan yok! Toplumsal değerlerimiz zedeleniyor, bir bir elimizden alınıyor. En önemlisi de güvenimizi kaybediyoruz… İçinde bulunduğumuz topluma, yaşadığımız topraklara, başımızdaki devlete, bizi yönetenlere eskisi kadar güven duymuyoruz. Uzmanlar güven eksikliğinin toplum üzerindeki etkisini şöyle açıklıyor: Dikkat dağınıklığı, işine odaklanamamak, kimlik karmaşası (eski manevi değerlerin çöküntüye uğraması), yetersizlik duygusu, öfke ve dürtü kontrol sorunları, kendi geleceğini öngörememek… Etrafıma bakıyorum herkeste müthiş bir karamsarlık, gelecek kaygısı, sinir-stres. Patlamaya hazır saatli bombalar gibiyiz. Devletin güvenlik kurumları kriz içinde, birbiriyle kavgalı… İlişkilerimiz bozuluyor, suç oranları artıyor. Bu kavga, bu düzensizlik ne zaman biter bilmiyorum ama herkes gibi ben de yeniden güven duymak istiyorum. Ve bu defa sözü sosyologlara bırakıyorum. Uzmanlar bağıra bağıra ‘Sosyolojik kriz’ yaşıyoruz, kaybedilen güven ancak gerçek ve somut delillerle tazelenebilir” diyor. Devleti ve devletin kurumlarını tartışırken toplumu, kendimizi unutuyoruz. Aradığımız güveni bulamadıkça kaçıyoruz. Ailemize, mahallemize, yakın çevremize, memleketimize, hemşehrilerimize…
Kariyer, dolgun bir cüzdan, güzel bir vücut hiçbirine itirazım yok ama sarmanın kıvrımına, domatesin kırmızısına, böreğin çıtırına bir kez daha bakın derim!
Geçen gün geçmişlerini yeniden keşfetmek için İtalya’ya geri dönen iki ünlü İtalyan şefi, Antonio Carluccio ve Gennaro Contaldo’yu izliyordum. Bu iki İtalyan’a bayılıyorum. Özellikle de çıplak şef Jamie Oliver’ın ustası, ‘İtalyan Yemeğinin Babası’ Antonio Carluccio’ya. İki erkeğin mutfak aşkı son derece iştah kabartıcı… Gurmeler yine iş başındaydılar ve bu defa büyükanne yemeklerinin peşine düşmüşlerdi. Ama benim ilgimi çeken büyükanne yemekleri değil başka bir konuydu…
Bir İtalyan restoranına girdiler. Yemekten sonra kızlı-erkekli hemen hemen 30’larında olan bir grupla sohbete daldılar. Konu büyükanne yemekleriydi. Ama sohbet dönüp dolaşıp ‘kadın ve mutfak’ ikilisine geldi. Masada gazeteci genç bir kadın vardı. Kısa saçlı, bol küpeli. Asi, meslek âşığı bir muhabir… Hiç düşünmeden yemek yapmadığını, mutfağa girmediğini söyledi. Bizim şefler önce şaşırdı sonra üzüldüler. Masadaki diğer kadınlar için de durum farklı değildi. Onların da yolu mutfaktan geçmiyordu. Kimisi yemek yapmayı sevmiyordu, kimisi de çok çalışıyordu. Onlar sohbet ederken gözümün önünden bizim Türk kadınları geçti. Galiba mutfağa girmeyen sadece İtalyan kadınları değildi!
Artık bizim kadınlarımız da mutfağa uğramaz oldu. Hemen itiraz etmeyin, biliyorum aranızda mutfak sevdalıları da var. Ancak sevdadan öteye gitmiyor. Gerçek o ki, günümüz dünyasında kariyer mutfaktan önce geliyor. Plaza kadınının gözü ne ayşekadın fasulyeyi, ne şevketibostanı ne de imambayıldıyı görüyor. Belki eve eşinden sonra giriyor.
SİLAH GİBİ TELEFONLAR
İşin ilginç tarafı, durum böyleyken ‘food-porn’ çılgınlığının hayatımızı ele geçirmesi. Facebook, Twitter, Instagram… Sosyal medyada yediğini, içtiğini paylaşmayanı dövüyorlar. Hem yemiyor, içmiyor, mutfağa girmiyor havasındayız hem de en havalı yemeklerin peşindeyiz. Restorana mı gidiliyor, hemen silah gibi telefonlar çekiliyor, ‘şak-şak’ yemekler fotoğraflanıyor. Sağa, sola yatanlar, akrobasi yapanlar… Biz bunları çok gördük. Evde davet mi var? Sofra kuruldu, misafir mi geliyor? Hemen sinsi sinsi sofraya yaklaşılıyor, flaşlar patlatılıyor. Yemeğin tadını, içeriğini, malzemesini, hikâyesini bilmeden hemen paylaşmak istiyoruz.
Rejimdeyiz ama yeni açılan restoranlara gitmek için deliye dönüyoruz, soslu İtalyanlara “Hayır” diyemiyoruz. İki kültürün arasında sıkışıp kaldık. Köklerimiz Türk mutfağına, anne yemeklerine dayanıyor, dallarımız modern plaza kadınına uzanıyor. Kariyer yapmak istiyoruz, fit kalmak istiyoruz, güzel yemekler yemek istiyoruz… Yemek sitelerine giriyoruz, blog’lar okuyoruz, yemek kitapları alıyoruz. Evimiz yemek kitaplarıyla dolup taşıyor. Okuyoruz, bakıyoruz ama uygulamıyoruz. “Şu kadınbuduköfteyi biri yapsa da yesek” diye iç geçiriyoruz. Aslında mutfağı seviyoruz ama bir türlü barışamıyoruz. Manikürümüz bozulur, aman tırnağımız kırılır, saçımız yemek kokar diye korkuyoruz. Eskiden “Kadının kalçalısı, yemeğin salçalısı” derlerdi. Şimdi ne kadının kalçalısına ne de yemeğin salçalısına, yağlısına rağbet var. Evde çalışan yardımcılar bile birer diyetisyen. Yağı dökmeden çiçek fısfısıyla püskürtüyorlar. En havalı, orijinal reçeteleri biliyorlar. Lezzeti bol anne yemeklerini sayemizde unutmak üzereler.
MANİKÜRÜMÜZ BOZULSUN
''Bir bilene sor…” lafı son yıllarda altın çağını yaşıyor. Ne giyeceğimizi, ne yiyeceğimizi, kariyerimizi, eşimizi, hayatımızı… Aklımıza gelen her şeyi soruyoruz. Danışmanlar, koçlar hayatımızı ne zaman ele geçirdi bilemiyorum ama işin tadının kaçtığı kesin. Kiminle tanışsam, kiminle selamlaşsam herkes bir konuda uzman olmuş, koç olmuş. Günümüz insanının en büyük sorunu ‘bilmek’ hem de ‘her şeyi bilmek’. Herkesin her konu hakkında söyleyecek bir sözü var. Ama artık bilmek de yetmiyor. Sormak, danışmak istiyoruz. Koçumuz, danışmanımız olsun istiyoruz… Onlar olmadan bir hiçiz.
İşe mi gireceksiniz hemen bir kariyer koçuna koşun.
Kariyer hedefleri, planları, iş bulma çabaları… Bunlarla yorulmayın. Bırakın koçunuz sizin için parlak ve havalı bir kariyer planlasın.
Pastayı, böreği, çöreği çok mu kaçırdınız? Eşe, dosta tanıdık bir yaşam koçu sorun. Elbet vardır bir bildikleri. Yaşam koçu size hangi saatte ne yiyeceğinizi, ne içeceğinizi söylesin. “Ben mutfağa girmem!” derseniz; sizin için pişirsin, paketlesin, kapınıza göndersin.
Her şeyin koçu
Dolaplarınız dolup taşıyor… O tuhaf kesimli pantolonu bir türlü atamıyorsunuz… Yıllanmış ceketi bir gün moda olur diye saklıyorsunuz… “Bugün ne giysem?” diye her sabah deliye dönüyorsunuz… Dönmeyin! Hemen bir gardırop danışmanı, imaj danışmanı edinin. Gelsin dolaplarınızı açsın, baksın. Sıkı bir gardırop temizliği yapsın. Bu sezonun modası nedir, ne değildir bir bir sıralasın.
İlişkiniz mi monotonlaştı? Heyecan mı bitti? Buyurun ilişki koçuna. Anlatın derdinizi, çekiştirin birbirinizi. İlişki kurtulduysa tek taşı takalım ve hemen düğün hazırlıklarına başlayalım. Başlayalım derken siz bir şey yapmayacaksınız tabii. Her şeyi sizin için organizasyon şirketleri yapacak. Dekoru, fotoğrafçısı, video çekimi, pastası, davetiyesi… Siz sadece ‘Evet’ deyip, imzayı atacaksınız geri kalan her şeyi onlar yapacak.