Aynur Tartan

5 adımda İzmir’de yılbaşı

28 Aralık 2013
Kanı aheste akan, hayatı ve zamanı ‘ti’ye alan sevgili İzmirli ve İzmir tutkunu; yeni yıla üç gün kaldı. Hâlâ program yapmadıysan işte sana birkaç alternatif yılbaşı programı.

Deprem çantası değil tatil çantası
İzmirli en küçük tatili bile es geçmez, çantaları, valizleri kapıya sıralar. Deprem çantası gibi tatil çantası vardır. Yılbaşı arkadaşım, yani diyeceğim o ki... Hazır salı günü tatil... E sen çarşambaya da şöyle güzel bir bahane bulursun oldu mu sana iki gün tatil. Al arabayı vur kendini yollara. Kuşadası, Foça, Çeşme, Ayvalık, Şirince…

Çeşme’nin yolları taştan
Biliyorum bu yıl da Çeşme’ye gideceksin! İlk iş romantik bir taş otele giriş yapıyoruz: Alavya, Curcuna, Kırmızı Ardıç Kuşu, Cadde 75, Kedili Ev… Akşam yemeği için hiç düşünmeden ‘Alancha’ derim. Köşe Kahve, Dutlu Kahve, Ferdi Baba ve Picante de fena değil! “Mekânlarda ne var, ne yok?” dersen Alaçatı House 44 yeni yıla 900 kişilik sokak partisiyle girecek. Alaçatı Avlu’da hem sokakta hem de bahçede olmak üzere iki parti var.

Evde tombala Kordon’da kutlama
Anladım sen tatile gitmek istemiyorsun. O zaman hemen evin yolunu tutuyoruz. En otlusundan mezeler, çeşit çeşit zeytinyağlılar, iç pilavlar, hindiler, patlamış mısır, közde kestane, komşu teyzenin tatlısı, tombala, çinko, bingo, Milli Piyango… Saat 12.00’ye yaklaşırken çoluk çömbelek Kordon’a, çimlere çıkıyoruz. Çiğdemleri çitliyoruz ve hep birlikte havai fişek gösterisini izliyoruz. 2014’e 10. Yıl Marşı’nı söyleyerek İzmir klasikleriyle giriyoruz.

Sokakta hayat var

Yazının Devamını Oku

Hayatımızdan gidenler

21 Aralık 2013
Gelin bu yılı uğurlarken işe sevdiklerimize kartpostal göndermekle başlayalım. Güzel bir dost sofrası kuralım. Eşi, dostu, akrabayı eve çağıralım. Hindi nar gibi kızarırken, kestaneleri çıtırdatalım.

Koskoca bir yılı geride bırakıyoruz… Hepimizin damağında acı-tatlı hatıralar. Umutlar ve özlemler biriktiriyoruz. Son zamanlarda hayatımıza girenleri ve hayatımızdan gidenleri düşünüyorum. Hayatımıza yeni geleni büyük bir coşkuyla karşılıyoruz. Gelen bir bebekse eğer hastane odasından başlıyor hazırlık. Organizasyon şirketleriyle doğuma gidiyor, doğum fotoğrafçılarıyla gelene “Merhaba!” diyoruz. Bir de gidenler var… Eski günleri, gelenekleri, dostları, büyükleri, gidenleri özlüyoruz.
Geçen günlerde aile büyüğümüzü, babamızı, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Fikret Tartan’ı başka bir hayata uğurladık. Dini görevlerimizin hepsini yerine getirdik. Ancak İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi’nde düzenlenen tören hepimizi o gün orada olan herkesi derinden etkiledi. Eşim, annemiz Melek Tartan ve değerli dostları onu anlattılar, onu konuştular. Hüznü dile dökmek kolay değildi; hele ki oğlun babaya vedası hiç kolay değildi. Oğlu, babasından dürüst, namuslu ve ilkeli olmayı öğrendiğini söyledi. Dostları; “Baba dostumdu. Tiyatro için yaşadı. Daha yazacak çok şeyi vardı. Sanat adına bizi birleştiren bir dosttu. İleride yeniden görüşeceğiz…” dediler.

‘Hoşça kal demek’

Öyle güzel, öyle anlamlıydı ki sadece sanatçılarımızı değil, dostlarımızı, arkadaşlarımızı, hayatımıza dokunan herkesi keşke böyle uğurlayabilsek diye düşündüm. Onlar için bir iki küçük söz söyleyebilsek. Salonlarımız, sahnelerimiz, sözcüklerimiz, anlatacaklarımız olsa… En güzel elbisemizi giysek, saçımızı o gün daha bir güzel tarasak hatta makyaj yapsak ve giden için bir araya gelsek. Küçük bir anı anlatsak mesela… Ya da teşekkür etsek… Artık her şeyi o kadar hızlı yaşıyoruz ki, gidene “Hoşça kal!” derken bile aceleciyiz. Gideceğimiz yerler, buluşacağımız dostlar, ufukta bekleyen işlerimiz, hırslarımız var. Acele etmeden, usul usul veda etmeyi öğrenmeliyiz. Hayatı da ölümü de içimize sindirmeliyiz.
Bu veda bana hayatımızdan gidenleri ve onlarla birlikte kaybolanları hatırlattı. Hayatımızdan gidenler sadece aile büyüklerimiz, takvim yaprakları, mevsimler ve yıllar değildi; geleneklerimiz, âdetlerimiz, kültürümüz, alışkanlıklarımız da onlarla birlikte gitmişti. Bugün biraz da onları hatırlayalım istedim. Yılın bu son günlerinde dokunarak, hissederek yeni yıl kartları yazardık. Büyüklere, dostlara, uzak ama yakın mesafe arkadaşlara iyi dilekler, umutlar postalardık. Bugün herkese aynı soğuk, mekanik mesajları gönderiyoruz. Dileklerimiz bile sıradan. Ne büyük emek ve özenle sofralar hazırlardık. Uzun soluklu sofralarda dostlarla buluşurduk. Bugün bırakın dostları, tüm aileyi sofrada buluşturabilmek büyük başarı. Oyunlar oynardık… Tombala mesela. ‘Çinkoyu’ ve ‘Bingoyu’ unuttunuz mu yoksa? Saat on ikiye yaklaşırken balıketli, kıvrak bir dansöz çıkardı ekrana. Kilitlenip kalırdık televizyona.

Yılbaşı sofraları

Pahada hafif hediyeler alırdık sevdiklerimize. Küçük bir çerçeve ya da ajanda yeterdi mutlu etmeye sevdiğimizi. Ocakta dumanı tüten çay, kaşık şıkırtısı mutluluktu, paylaşmaktı. Telefonlaşmadan, mesajlaşmadan aynı yerde aynı saatte buluşabilen insanlardık biz. Sevdiğini yakasındaki kırmızı karanfilden tanıyan bir neslin çocuklarıydık. Bugün teknolojinin kuklaları olduk. “Seni seviyorum” demek büyük işti. Utanmayı, yüz kızarmasını bilirdik. Şimdi günü birlik ilişkilere alkış tutar, özgürlüğü bacak arasında arar olduk. Eskiden sağ elin verdiğini sol el görmezdi. Bugün ne sol eli, bütün dünya görür oldu. En önemlisi de yas tutmayı unuttuk. Artık bu hayattan gitmek bile sıradanlaştı.

Yazının Devamını Oku

Ege’nin yanık tenli efeleri

14 Aralık 2013
Biliyorsunuz İzmir’in kızları deniz, denizi kız, sokakları hem kız hem deniz kokar.

Peki ya İzmir’in erkekleri? Dişi şehrin erkeklerini takdimimdir

Ne güzel anlatır Sezen Aksu İzmir’in kızlarını: “İzmir’in kızları bir elinde de cımbızları… Dişidir, anadır, efedir gidinin tatlı huysuzları…” İzmir’in kızlarını tanırsınız şarkılardan, şiirlerden… En az bir defa aşka düşmüşsünüzdür bir Kordelya güzeliyle. Canınız çok yanmıştır belki de. Kızmış, küsmüşsünüzdür kadın milletine.
Namus bacak arasında değildir bu kentte. Namus, gece geç saatte eve tek başına dönebilmektir. Mecbur olmamak, boyun eğmemektir. Gerekirse hesabı ödeyip kalkmaktır. Özgürdür İzmir’in kızları… Özgürlüğün bacak arasından geçmediğini de çok iyi bilirler. İzmirli bir annenin özgür büyüttüğü kızlardır onlar. Eteğinin boyuna, fikrinin boyutuna karışılmadan kök salarlar toprağa. Arkalarında dev çınar ağaçları…Yine özgür kadınların büyüttüğü İzmir’in erkekleri. İzmir’in erkekleri körfezin kokusunu, vapurun tiz düdüğünü, martının çığlığını, gevreğin çıtırtısını, Kordon sefasını, Egeli damak tadını kadınıyla paylaşandır. Bu defa İzmir’in kızlarını değil erkeklerini konuşmak istedim. “Bu kadar güzel ve özgür kadının yaşadığı kentte erkek olmak nasıl bir duygu?” diye merak ettim. Farklı meslek ve yaş grubundan 10 İzmirli erkekle buluştum. Onlara dişi kent İzmir’de erkek olmanın avantajlarını ve dezavantajlarını sordum.
Ve bakın ne cevaplar aldım…

İzmirli kızlar ideal eştirBora Kozanoğlu 35, Bekâr
Yaz-kış yanık tenli, İzmirli yakışıklı milli sörfçü Bora Kozanoğlu, ne İzmir’den ne de İzmir’in kızlarından vazgeçebiliyor. Kozanoğlu “İzmirli kızlar dışarıdan ne kadar rahat ve özgür gözükseler de içlerinde el değmemiş bir muhafazakârlık vardır. Modernlik ve muhafazakârlık arasında güzel bir denge kurmuşlardır” diyor: “İzmirli kızlarda aradığım ideal eş özelliklerinin hepsi mevcut”.

Kendini aile reisi sanmasaBülent Akgerman 44, Evli

Yazının Devamını Oku

Bir değişiklik 10 yıl örter

7 Aralık 2013
Stil danışmanı Aysun Kaba, ‘Kim Korkar Hain 40’tan’ adlı kitabında, doğru saç kesiminden ideal pudra tonunu seçmeye küçük değişikliklerle estetik cerrahiye gerek kalmadan gençleşmenin tüyolarını yazdı.

''Yaş otuz beş yolun yarısı eder…” demiş şair. Bugün 35 yaşındakiler için hayat daha yeni başlıyor. Fakat zaman herkese adaletli davranmıyor. Kadınlar için çok değil, beş yıl sonra yaşlanma paniği başlıyor.Yaşlılık lekeleri, ak düşmüş saçlar, mimik çizgileri, sarkık göğüsler tam da 40’lı yaşlarda gözünüze batmaya başlıyor. Anlıyorsunuz ki artık yolun gerçekten yarısındasınız ve çanlar sizin için çalıyor. Estetik cerrahi iyi hoş ama belli bir maliyeti olduğu su götürmez bir gerçek. Peki cerrahların kapısını çalmadan, daha ekonomik yollarla gençleşmek mümkün mü?
Aysun Kaba’ya göre bu hiç de zor değil. Üç adımdan oluşan bir programı izlemek yeterli:
1) İlk adım cilt güzelliği: “Temizlemek, Soymak, Yenileştirmek, Nemlendirmek ve Korumak”. Kaba, cildimiz için doğal önerilerde de bulunuyor. “Yüzünüzü her gün maden suyuyla silin… Yaşlılık lekeleri için soğan suyunu ve elma sirkesini karıştırıp cildinize sürün… Yaşlanma sürecini geciktirmek için kışın kuru, yazın taze erik yiyin…”
2) Cildimizi temizledik, maskelerimizi yaptık, kremlerimizi sürdük… Sıra geldi makyaja. Makyaj öyle bir bela ki insanı rezil de eder, vezir de. Makyaj çantanızda mutlaka cilt renginize uygun bir fondöten bulundurun. İnsanlara “A, acaba fondöten sürmüş mü?” etkisini yaratabiliyorsanız, siz bu işi zaten çözmüşsünüz demektir. Bir de o fondötenleri kalıp gibi yüzünüze sürmeyin. İnceltip, yüzünüze yedirin. Kadınların dertlerinden biri de allık. Kaba, “Genç ve modern görünmek için allığı sanki utanmışsınız da yüzünüz kızarmış gibi kullanın” diyor. ‘Heidi’ yanaklı hanımlara duyurulur! Ayrıca pembe ruj sürerek üç yaş, kaşlarımızı yumuşatarak dört yaş, tırnaklarımızı güzelleştirerek dokuz yaş, dişlerimizi beyazlatarak da on yaş daha genç gözükebileceğimizi söylüyor.
3) Kaba, “Hiçbir şey sizi, çok koyu, çok sert renkli, mat, kırlaşmış, diplerden çıkan beyazlarla dolu bir saç veya küllü sarı röfle kadar yaşlı göstermez” diyor. Beş yaş daha genç gözükmek için hemen bir kuaföre koşup kahkül kestirmenizi öneriyor.

NE GİYMEYELİM?

Kaba, kitabında genç görünmemizi sağlayacak, dolabımızda mutlaka olması gereken parçaları da yazdı: “Siyah deri ceket, siyah-beyaz-krem rengi ipek bluzlar, gömlekler, siyah kalem etek, koyu renk kot pantolonlar, yaz ve kış için siyah dar elbise ve trençkot…” Bu parçaları dolaba astıysanız şimdi eskilerle vedalaşma zamanı. Aysun Kaba, “Aşırı dekolte, çok mini straplez elbiselerden, aşırı bol, aşırı dar, Hawaii desenli, sentetik gömleklerden, büzgülü, kabarık ve kot eteklerden, yüksek bel, taşlanmış jean’lerden, ten rengi, kalın çoraplardan, anne işi iç çamaşırlardan, ortopedik ayakkabılardan, demode takılardan uzak durmanızı söylüyor.

Yazının Devamını Oku

İsminizde P harfi varsa yaşadınız

30 Kasım 2013
İsim doktoru Kemal Haluk Cebe’ye göre ismimiz hayatımızı, sağlığımızı, kariyerimizi hatta aşk hayatımızı bile etkiliyor. Çocuğunuza karakteri ve geleceği için en uygun ismi bulun.

İsmin hiç bilimi, ilimi olur mu! Olur. 1950’den beri hayatımızda olan isim bilimi, isimlerin hayatımızdaki pozitif ve negatif etkilerini istatistikî raporlar tutarak inceliyor. Kemal Haluk Cebe, işinde uzman ‘İsim Koçları’ yetiştiriyor. İsim konusunda eğitim almış, 148 kritere göre analiz yapabilen, aile tablosuna uygun ve pozitif isimler bulabilen kişilere ‘İsim Koçu’ deniyor. Eğitim iki aşamadan oluşuyor ve en az beş yıl sürüyor. İsim koçları aldıkları bu eğitim sayesinde size, bebeğinize hatta şirketinize en uygun ismi buluyor. Çalışmalarında en üst seviyeye çıkmış, yıllarca araştırma yapmış duayen kişiler ise ‘İsim Doktoru’ unvanını alıyor. Kemal Haluk
Cebe, onlardan biri.
Cebe’ye göre ismimiz hayatımızı, sağlığımızı, kariyerimizi hatta aşk hayatımızı bile etkiliyor. Etki oranları da az değil! İsminiz yüzde 60, göbek adınız yüzde 10, soyadınız da yüzde 30 oranda hayatınızı etkiliyor. Cebe; “Kuantum felsefesine göre her şey titreşimden ibarettir. Kişiye ismiyle hitap ettiğimiz zaman harflerin titreşimleri hem evrene hem de hitap ettiğimiz kişiye çarpıyor. Bu da kişiler üzerinde olumlu veya olumsuz etki bırakıyor” diyor. “Mesela ‘-e’ harfi çoksa boğaz yolları ve tirot etkilenir, ‘-a’ harfi çoksa kan tablosu bozulur” diyor.

İsim değiştirmek mümkün

“Önce kariyer” diyenlerdenseniz yine harflere kulak vermenizi öneriyor. Bakın hangi harf hangi meslek dalında başarıyı temsil ediyor: “S – mimar, mühendis, N – yazar, gazeteci, M – finans, pazarlama, serbest ticaret, C – güzel sanatlar, isminiz ‘-P’ harfiyle başlıyorsa ya da isminizde ‘-P’ harfi varsa yaşadınız tüm meslek dallarında başarıyı yakalayabiliriniz.”
İsimlerin ve harflerin etkisi sadece bu kadarla sınırlı değil; enerjileri, titreşimleri, negatifleri ve pozitifleri de var. Hatta en ideal isim negatif ve pozitif harflerin dengelenmesiyle oluşuyor. İsim doktoru; “Din büyükleri ve çok ünlü kişiler yüksek enerjili
isimlere sahiptirler. Bu kişiler muhakkak ikinci bir isim kullanmalılar” diyor. Cebe’den isimlerin titreşimi olduğunu, tıpkı bir musiki nağmesi gibi titreşim yaydıklarını ve 11 yıllık çalışması sonucunda harflerin notalarını tespit ettiğini öğreniyorum. Yani eğer bebeğiniz varsa ve biraz da huzursuzsa ona ninni söylemeyi deneyebilirsiniz. Çünkü bebeklerin sözcükleri bilip bilmemeleri önemli değil, önemli olan sözcüklerin ve harflerin titreşimleri.

Yazının Devamını Oku

Yasağın dayanılmaz çekiciliği

16 Kasım 2013
Adem ile Havva yasak meyveyi yedi.

Tanrıların ve insanların babası Zeus, ölümlü ölümsüz her kadına âşık oldu. Pandora, merakına yenildi ve asla açılmaması gereken kutuyu açtı, tüm kötülükler dünyaya yayıldı. Yasak olanın dayanılmaz çekiciliği işte böyle başladı… Tarih boyunca insanoğlu hep yasak olanı merak etti. Tanrı yasakladı, kutsal kitaplar yazdı, devlet kaşını kaldırdı… Ama hiçbiri merakın önüne geçemedi. ‘Yasak’ günah demekti. Günah tatlıydı ve alt notalarında haz vardı.
Bugün ülke olarak gri bir yasak bulutunun içindeyiz. Devlet kötü kalpli üvey anne gibi parmağını sallıyor. “Alkol” diyoruz, “22.00’den sonra yasak” diyor. “Aşk” diyoruz, “Ulu orta öpüşülmez” diyor. “Sohbet-muhabbet” diyoruz, “Kızlı-erkekli olmaz” diyor. Olur da yasağı çiğnersek işlem başlatıyor, yasa maddelerini inci gibi önümüze diziyor. Geçen günlerde Manisa’da oturan üç kız öğrencinin evine baskın yapıldı. Aynı evde bulunan ikisi erkek beş öğrenciye 88 TL para cezası kesildi. Polis gençlere sordu: “Kızlı erkekli mi oturuyorsunuz?”
Başbakan “Üç yetmez, dört çocuk yapın” diyor, devlet 25 yaşın altındaki çiftlere 10 bin lira faizsiz düğün kredisi veriyor ama gençler aynı evde oturamıyor. Uzmanlara göre ‘kızlı-erkekli’ meselesinin altında tarihi bir tabu olan ‘cinsellik’ yatıyor. Toplum olarak cinselliğe çok sıcak bakmıyoruz. Yasaklar koyuyoruz, televizyonda öpüşme sahnesi varsa kanalı değiştiriyoruz ama aklımızı fikrimizi de oralardan alamıyoruz. Avrupa’da yıllardır uygulanan ‘Cinsel Sağlık Eğitimi’ dersi ülkemizde uygulanmıyor. Üniversite öğrencileri ile yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin yüzde 52,4’ü cinsellikle ilgili konularda kendini yetersiz buluyor, yüzde 99,2’si ailelerinde cinselliğin ‘ayıp’ görüldüğü için konuşulmadığını belirtiyor. Gençler cinsellikle ilgili ciddi bilgi eksikliği yaşıyorlar. Bu noktada başta aileler olmak üzere devlete, hekimlere özellikle de aile hekimlerine büyük rol düşüyor. Bugün Türkiye’de 70 milyon insana dokunabilen yaklaşık 21 bin aile hekimi var. Onlar hepimizin ilk sağlık danışmanı. Gençlere cinsellikle ilgili en doğru bilgiyi verecek, bu tarihi tabuyu yıkabilecek ‘sağlık koçları’.
Önümüze konulan her bir yasak, cennetin ortasındaki bilgi ağacının meyveleri gibi... Her an koşup o meyveden bir ısırık alabiliriz. Geçen günlerde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül, New York Times’ın eski yazarı gazeteci Marvine Howe’a verdiği mülakatta “İnsanlara ‘bu şöyle olmalı’ diye bir empozeye karşıyım. Özgürlüğüme düşkünüm” dedi. Biraz rahatlar gibi oldum. Farklı bir ses, özellikle de bir kadın sesi duymak güzeldi.

En ilginç yasaklar

-İran, 2010 yılında aldığı bir kararla erkeklerin kullanabileceği birçok saç stilini yasakladı. Aslan yelesi ve at kuyruğu bunlardan yalnızca ikisi.
-Fransa, 2011 yılında okul kantinlerinde ülkenin mutfak kültürünü korumak için ketçap kullanılmasını yasakladı.

Yazının Devamını Oku

Her şeyin sebebi annelik hüznü olabilir

1 Kasım 2013
Annesi tarafından ölüme terk edilen iki aylık bir bebek…

Son günlerde hepimizin dilinde aynı konu. Konuşuyoruz, tartışıyoruz, öfkeleniyoruz… ‘Annelik’ kavramını sorguluyoruz, okları babaya, aileye çeviriyoruz. Bu vicdansızlığa basit bir ‘loğusalık sendromu’ demek istemiyoruz. Ama öyle olabilir. Uzman Psikolog Yeşim Akıncı ile konuştum

Annelik Tanrı’nın kadına verdiği en kutsal hediye… Dünyaya bir bebek getirmek, ona hayat vermek muhteşem. Ama durum her kadın için aynı değil. Bebek sahibi olmak kadın yaşamındaki en büyük değişimlerden biri. Birçok kadın anne olduktan sonra “Bebeğime bakabilecek miyim?” diye endişeye kapılıyor. Ruhsal dalgalanmalar yaşıyor, fiziksel olarak güçsüz hissediyor. Bu durum ‘loğusalık sendromu’ olarak adlandırılıyor. Yeni doğum yapan kadınların yüzde 80’i bu sendromu yaşıyor. Loğusalık sendromu diğer bir adıyla ‘annelik hüznü’, doğum sonrası birkaç gün içinde başlayıp 7-10 içinde kendiliğinden düzeliyor ve genellikle tedaviye gerek kalmıyor. Bu sendromu yaşayan yeni annelerde bunaltı, sinir, ağlama, unutkanlık ve dikkat dağınıklığı görülüyor. Zaman içinde belirtiler kaybolup, anne kendini iyi hissetmezse durum ‘loğusalık sendromundan’ çıkıp başka bir boyuta geçiyor.

ERKEN YAŞTA ANNE OLANLAR RİSK TAŞIYOR

Doğum sonrası depresyonu ilk altı hafta içinde sinsice başlıyor ve birkaç ay içinde düzeliyor. Fakat 1–2 yıla kadar da sürebiliyor. İntihar düşüncesi normal depresyona göre çok daha az oluyor. Bu depresyonun doğum yapan kadınlarda görülme oranı yüzde 3 ile yüzde 20 arasında. Bu oran, ‘loğusalık sendromu’na göre bir hayli düşük. Ama geçmişte ruhsal sıkıntılar, evlilikle ilgili sorunlar yaşadıysanız, annelik için hazır değilseniz, doğum korkularınız varsa, ilk hamileliğinizse ve çevrenizden destek görmüyorsanız riskli gruptasınız demektir. Doğum sonrası depresyonun sadece psikolojik değil biyolojik nedenleri de var. Hamilelik döneminde yükselen östrojen ve progesteron düzeylerinin doğumla birlikte ani düşüşü depresyona neden oluyor. Geç başlayan doğum sonrası depresyonlarında tiroit bozuklukları da rol oynayabiliyor. Uzman Psikolog Yeşim Akıncı’ya göre erken yaşta hamile kalan kadınların doğum sonrası depresyonu yaşama riski yüzde 30 daha fazla. Geçmişte depresyon öyküsü olan kadınlarda risk yüzde 25, daha önceki hamileliğinde depresyon yaşayan kadınlardaysa risk yüzde 85. Doğum sonrası depresyonun en temel belirtileri; şiddetli hüzün ya da boşluk duygusu, aşırı yorgunluk, bebekle ilgili endişeler, bebeğe zarar verme korkusu, kendiliğinden ağlamalar, panik atak bellek zayıflığı ve iştahsızlık… Uzmanlar depresyon yaşayan annelere dinlenmelerini, bebek uyuduğunda uyumalarını, aile ve arkadaşlarından yardım almalarını, yürüyüş yapmalarını ve her gün düzenli olarak duş almalarını öneriyor. Kimi zaman intiharla sonuçlanan doğum sonrası depresyonu yaşayan kadınların eşlerine ve ailelerine büyük görev düşüyor. Bu dönemde, annenin çevresi ve özellikle de eşi tarafından desteklenmesi gerekiyor.

SEÇİL M.D BİN KADINDAN BİRİ

Doğum sonrası psikozu doğum sonrası depresyonun çok daha ağır bir türü. Uzman Psikolog Yeşim Akıncı’ya göre geçen hafta gazete manşetlerine çıkan ve evde bırakıp tatile gittiği bebeğini ölüme terk eden öğretmen anne Seçil M.D ‘doğum sonrası psikozu’ yaşıyor. Bebeğini çöpe atan, öldüren, ölüme terk eden anneler(!) bu psikozu yaşıyor. Yapılan araştırmalara göre ‘doğum sonrası psikozu’ doğum yapan her 1000 kadının sadece birinde görülüyor. Belirtileri bir hayli ürkütücü… Taşkınlık, halüsinasyon, bebeği ya da kendisini öldürerek acıya son verme isteği, bebeğin kendisinin olmadığını hatta doğum yapmadığını düşünmek… “Hastalığın en üzücü tarafı hastaların yüzde 4’ünde görülen bebeği öldürme davranışıdır” diyen Yeşim Akıncı; bebeğin sütten kesilmesini, anne ve bebek güvenliği için annenin hastaneye yatırılmasını ve hemen tedavi görmesi gerektiğini belirtiyor.
Anladım ki, annelik herkes için sandığımız kadar da pembe, mutlu bir durum değil! ‘Loğusalık sendromu’ diğer bir adıyla ‘annelik hüznü’ biraz daha yumuşak bir dönem. Yine de ‘annelik hüznü’ denmesi beni üzdü. Anneliğe hüznü yakıştıramadım.

Anne olmanın keyfini çıkarın!

Yazının Devamını Oku

Hayat Ağacı’nın meyveleri

26 Ekim 2013
Ekim ve kasım, zeytinciler için ‘hasat’ demek. Bu dönemi bir şölene çeviren ‘9’uncu Ayvalık Zeytin Hasat Günleri’ 1–3 Kasım tarihleri arasında gerçekleşecek. Etkinlik daldan sofraya, zeytinin macerasının her aşamasını anlatıyor.

Derler ki, cennette iki ağaç vardır: İncir ‘Gerçek Ağacı’dır, zeytinse ‘Hayat Ağacı’… Her topluluk bir dönem ağaca tapmış, her kültür varoluş nedenini bir Tanrı’da, bir de ‘Hayat Ağacı’nın gölgesinde aramıştır. Akdeniz efsanelerinde adı ‘Ölmez Ağaç’ ve ‘Hayat Ağacı’ olarak geçen zeytin ağacı, antik çağlardan beri insanoğlunun hayatındadır. Kimi zaman meyvesiyle kimi zaman yağıyla insanlığa sağlık, gençlik, lezzet ve güzellik vaat etmiştir. Tarih boyunca birçok kültürde barışın ve umudun simgesi olmuştur. Zeytin ağacı ve meyvesi bazı dinlerde kutsal kabul edilir.

HASAT DİŞİ İŞİ

Peki, bugün cennetin meyvesi zeytin nasıl soframıza geliyor? Her yıl ekim ayında başlayan hasat sezonu zeytinle geçinen bölgelere, özellikle de Ayvalık’a bereket getiriyor. Ayvalık’ta genç yaşlı herkes günün ilk ışıklarıyla zeytinliklerin yolunu tutuyor. Her ağaçta beş, altı kişi, ağaç altına yaygılarını sererek başlıyorlar işe. Zeytini hasat etmenin birden çok yolu var. Sırıkla, elle, tarakla, makineyle… Ancak sırıklarla dallara vurarak zeytin düşürmek eskide kalmış. Bugün plastik taraklarla dallar taranıyor, zeytinler yaygılara düşüyor. Biraz daha emek isteyen siyah zeytiniyse elle toplamak gerekiyor. Meyveleri dallardan sıyırma işi genellikle kadınların. Zeytin hasadı biraz dişi bir iş… Erkeklerin göreviyse zeytin dolu kasaları taşımak ve bu kasaları vakit kaybetmeden alım merkezlerine, tesislerine göndermek. ‘Hayat Ağacı’nın hasat günlerine katılmak isterseniz 1-3 Kasım’da Ayvalık’ta olmalısınız. Bir geleneğe dönüşen ‘Ayvalık Zeytin Hasat Günleri’nin bu yılki sloganı; ‘Zeytinyağı; Türkiye’nin Milli Yağı!’ Program Ayvalık Bandosu eşliğinde yapılacak Hasat Yürüyüşü’yle başlayacak, zeytinyağı tadımları, paneller, atölye çalışmaları, müze ziyaretleri ve tiyatro gösterimiyle devam edecek. Üç günlük program sadece bunlarla sınırlı değil… Bir kere zeytinyağının en kalitelisini tatmak, ekmeğinizi onunla tatlandırmak, geleneksel Ayvalık kahvaltılarıyla güne başlamak, dünyaca ünlü gurmelerle tanışmak garanti. Etkinliğin bir de sosyal sorumluluk ayağı var. Erzurum ve ilçelerinden 40 ilköğretim öğrencisi etkinliğe geliyor. Geçen yıl da Siirt ve ilçelerinden 40 öğrenci Ayvalık’a gelmiş ve Ayvalık’la tanışma fırsatı bulmuşlardı.

Düzeltme

19.10.2013 tarihli, ‘Biz bu filmi gördüydük’ başlıklı haberde bir hata olmuştur. Bir uzman yorumu, isim karışıklığı sebebiyle Orhan Tekelioğlu’na atfedilmiştir. Düzeltir, kendisinden ve okuyucularımızdan özür dileriz.

Yazının Devamını Oku