Cevahir Bedesteni, 3400 metrekare alanı kaplar ve sekiz sütun üzerine 15 kubbeli çatısı vardır. Değerli kumaşlar ve mücevherler satıldığı için sıkı koruma altına alınmış bir binadır. 1.5 metre kalınlığında duvarları ve demir kapıları vardır. Duvarlarında ağır kasalar gömülüdür. Emanet bırakmak isteyenler muhafızlar eşliğinde ve gözetim altında mühürlenecek kutularla emanete kıymetli eşya bırakırlarmış. Bir nevi zamanın bankası oluverir ve düşük faizli ödünç para ve altın da verilmeye başlanır. İkinci bir Bedesten inşa edilir. Burada sadal bezi satılmaya başlanır. Bursa’da imal edilen ipek ve pamuklu karışımı bir bez.Bedesten ve çarşı ilk defa 1651 yılında yanmış. 1710 yılında sultan İkinci Mustafa zamanında bir kere daha yanınca, bu defa kargir olarak ve kubbeleri tuğladan yapılmış. 1 Temmuz 1825 tarihinde bir daha yandı. 10 Temmuz 1894 tarihindeki ‘Küçük Kıyamet’ olarak anılan ve 45 gün süren büyük zelzelede tamamıyla yıkılınca, yıllarca enkaz kalkmamış, sonunda Kapalıçarşı’da zarar görenlere Abdülhamid Han, bizzat kendi parasıyla yardım etmiş. Sultan’ın emri ile dört yıllık bir inşa çalışması neticesinde bugünkü şekilde yeniden, alışverişe açılmış.Bimbir gece masalı diyarı
Bundan sonrasını da meşhur Norveçli yazar Knut Hamsun’un ‘Hilal’in Altında’ adlı seyahat kitabından dinleyelim. “Öyle dükkânlar ve acayip imalathanelere tesadüf ediyorum ki, yalnız dolaşmasaydım asla göremezdim. Kubbeli, tonozlu mekânlardan, duvarları arabesk süslemeli geçitlerden, siyah ve beyaz taşlardan yapılmış sütunların arasından geçtim. Burada camiler, sebiller ve içinde her çeşit insanı bulunduran mistik avlular vardı. Müthiş bir insan kalabalığı etrafımda kaynaşıyordu: Ağır yüklü arabalarını çeken hamallar yolu açmak için bağırıyorlardı. Hadımağalarının refakatinde peçeli kadınlar Kapalıçarşı’yı dolaşmaya çıkmışlardı, esnaf her çeşit malı satışa arz ediyor, çöl bedevileri göğüslerine çaprazlama asılmış tüfekleri ve bellerindeki hançerleriyle gelip gidiyorlar, dervişler iç çekip, ellerini göğe açıyorlar, dilenciler birinin yolunu çevirip, ayaklarına kapanıyor, ret cevaplarını anlamazlıktan gelerek çanaklarını burnunun dibine kadar uzatıyorlardı; eşekler ve köpekler tahammül edilemeyecek derecede şamata yapıyorlar, Hindistan’dan ve Mısır’dan gelen kokulu mallarla yüklü develer, kalabalığın arasında salınarak ilerliyorlardı.
Bir Arap 1001 gecesi! diye düşünüyor ve bu harikuladeliğin içine dalıyorum.
Bir silahçı dükkânın önünde Ermeni satıcı durmuş, elindeki çelik kılıcı başının üzerine kaldırarak bana sesleniyor. Elleriyle kılıcı bir yay gibi büküp, açarken havada bir vınlama duyuluyor. Kılıç duvara vurulduğunda gümüş tınısı veriyor. Satıcı havaya bir çelik tel yumağı atıyor, kılıcı indirip, tel yumağını ortasından biçiyor. Sonra gülerek bana kılıcın ağzını gösteriyor, tek bir çizik bile yok.
Sempatisini kaybetmeyen esnaf
Çarşının Türk esnafı başlarında haşmetli türbanlarıyla dükkânlarının önünde bağdaş kurmuş oturuyor ve hiç ses çıkarmıyorlar. Eğer alıcıysam, altın yaldızlı şişeler içinde satılık merhemleri ve esansları ve gül yağları ve kokulu hapları var. Burada odalıkların ve efendilerin güzel kokması için türlü türlü sular, gözleri parlatmak üzere tozlar, kahveye katılmak üzere keyif verici damlalar bulunuyor. Alıcı değilsem de ziyanı yok. Bu esnaf haşmetli burunlu, sakin ve vakur insanlar. Oturmuşlar ve bırakmışlar hayalleri, maceraları ve görüp geçirdikleri her şey beyinlerinde pupa yelken dolaşsın diye. Bırakın Ermeni çığırtkanlık yapsın, Yahudi ezilip, büzülsün, yabancı gavurların gönlünü hoş tutmaya çalışsın. Türklerdeki huzur onlardan hiçbirinde bulunmaz, hiçbirinin peygamberin cennet bahçelerinde yeri yoktur. Şu beyaz türbanlı adam Arap. Vücudu bir deri, bir kemikten ibaret, teni meşin gibi kavruk. Ermeni’den, Yahudi’den ve Türk’ten daha mağrurdur. Bu kavimlerin hepsine tepeden bakar, onları aptal ve cahil bulur; kendisi Peygamberin kavmindendir ve mukaddes lisanı konuşur. Sattığı bu ipeklileri ve sair kıymetli eşyayı bizzat kendisi develerle İstanbul’a getirmiştir, bu malları pahalı pahalı elden çıkardıktan sonra, uzaktaki memleketine haber gönderir ve yeni mallar istetir; dükkânındaki bütün bu malları satıp bitirdiği zaman ise Arabistan’a doğru uzun ve mesut bir seyahate çıkar, bir daha da geri dönmez.
Bozburun Yacht Kulüp’ten dostum ve milli yelkencimiz Edhem Dirvana ve zarif eşi Tanem Sivar’ı da ekip’e kattım, Bozburun’dan botumuzun evraklarıyla birlikte ‘Translog’umuz (deniz vasıtasının pasaportu) aldık ve çıkışımızı yaptık. Ege adaları için güzel bir zaman. Simi’de kurallar değişmiş artık, hemen liman girişinde sancak tarafımızda bir polis kulübesiyle güzel ve geniş bir iskele konulmuş. Limana girmeden ilk önce oraya yanaşacağız. Polisler çok kibar, palamarımızı aldılar, bağlandık ve karaya ayak bastık. Dört kişiyiz...
Edhem, Tanem, ben ve kameramanım Hüseyin... Pasaportlara damga vuran güzel ve güleç yüzlü pasaport polisi hanım, yeni uygulama icabı ışıklı minik bir tarayıcıyla iki parmağımızın izini alıyor. Pasaportlarımızı Türkçe ‘Hoş geldinizler’ ile damgalıyor. Koy içerisine kıçtan kara demirlemeye gidiyoruz. Eskiden yer bulunamayan, tıklım dolu olan koy boşalmış. Dev, hantal, orman düşmanı ve o hiç açılmayacak yelkenleri sarılı guletler ve dev elbise ütülere benzettiğim iri, çirkin ve zengin motoryatlar yok artık.
‘Welcome to Symi’
Kırmızı önlüğüyle Manos bizi gördüğü gibi lokantasından dışarı fırlıyor, “Welcome home brother” (Evine hoş geldin kardeşim) diye bağırarak kollarını açıyor. Bağlanıyoruz, Manos ile kucaklaşıyoruz. İki işimiz daha var; liman başkanlığı ve gümrük... İkisi de ayrı binalarda. Bu iki işi yapmaya Manos, hemen bizleri öyle kolay kolay bırakmıyor. Ayakta bir tek uzo atmaya memuruz. Elimizde dosyalarımız iki senedir uğramadığım güzel adada salınarak boydan boya Edhem ile yürüyoruz. Yolda tanıdıklara rastlıyoruz, sık sık önümüz kesiliyor. Gümrük polisi minik temiz bir ofiste “Buyurunuz oturunuz” diyor. Birkaç evrak dolduruyor ve “Welcome to Symi” ile uğurluyor bizleri.
Emsal artırımı mı!
Karşı sahilin ucuna doğru yöneliyoruz, son bir işimiz daha var; ‘Port Police’ (Liman Başkanlığı). Bahçeden girer girmez, “Aa! Bak kaplumbağa” diyorum. Edhem kaplumbağanın başını okşamaya gidiyor, hayret hiç içeri çekmiyor kafasını hayvan, belli ki alışmış. Bir de baktım ki kabuğunda ‘Leo’ yazıyor. Şaşırıyorum, polis izah ediyor, “Bahçemizde üç tane var ‘Pet’ evcil hayvanlarımız. Nitekim koridorda evrak beklerken ‘Leo’ içeri giriyor ve ortalıkta dolanıyor. Müthiş…
Yunanlılar Ege’de üstünlük sağlamak için İtalya’da kızağa konmuş bir savaş gemisi satın alır. ‘Averof’, Ege‘de tüm dengeleri alt üst edecek, 22 knot hızı ile donanmamızın korkulu rüyası olacaktır. Averof teknik olarak da çok üstündür. Osmanlı gemileri topları 3 dakikada 1 mermi atarken, Averof, 1 dakikada 3 mermi atmaktadır. Zayıf ve adeta hiç varlığı olmayan Osmanlı donanması darmadağındır. Averof, Balkan harbi için gönderilen mühimmat ve asker yüklü gemilere geçiş izni vermeyecek, Balkan harbi yenilgimizde büyük rol oynayacaktır. Osmanlı kasası yeni bir donanma için yetersizdir, II. Abdülhamit ise çok pasif bir tutum ile zaten zayıf olan donanmayı Haliç’te tamamen çürümeye terk etmiştir. Osmanlı donanmasını incelemeye gelen ‘İngiliz Amirallik Birinci Lord’u William Palmer’, çok şaşırmış, raporunda “Donanma diye bir şey yoktu” yazmıştır.
1897 Osmanlı-Yunan savaşı nedeni ile Haliç’ten hareket eden atıl donanmanın moral için halkın önünde bir resmi geçit yapması düşünülmüş ama seyrin daha başında Mesudiye’nin kazanları patlamış, yağmur nedeni ile Hamidiye’nin makina dairesine su dolmuş, filo rotasını şaşırıp Çanakkale yerine Lapseki’ye çıkmış, düşünün.
Averof ise başlı başına ayrı bir hikâye: İtalya’nın Livorno kentinde daha kızakta iken İtalyanlar Averof’u Osmanlı’ya teklif ederler. İtalya’ya giden Türk heyeti olumsuz rapor verip biz vazgeçince, Rumlar kendi aralarında para toplayarak ‘Averof’u satın alır. Bu tek gemi Osmanlı’nın savaşta yenilgilerinin sebebi olacaktır. İşgal kuvvetleri ile gelen Averof, ‘Geldikleri gibi Gidecekleri’ İstanbula’a demir atacaktır.
Tek çare Türk halkından para toplamak
Yağcızade Şefik Bey ve bir kısım Osmanlı tüccarları bir sivil toplum örgütü, Donanma Cemiyeti kuruyorlar (Donanma-yı Osmani Muavenet-I Milliye Cemiyeti). “Bu millet otuz milyon efraddan müteşekkildir. Bu otuz milyon içinde hiçbir ferd tasavvur edemem ki milletin, vatanın, tealiyesini arzu etmesin. İşte biz şu otuz milyona müracaat etmeliyiz. Evet, bu otuz milyonun kaffesine, ihtiyarına, gencine, çocuğuna, erkeğine, kadınına, Türküne, Arabına, Arnavuduna, Çerkezine, Kürdüne, Lazına, Rumuna, Ermenisine, Bulgarına, zenginine, fakirine, dilencisine müracaat etmeliyiz. Ve demeliyiz ki Gelin ey bu toprağın öz evlatları, bize ayda kırk para verin, ayda bir kuruş, ayda kırk para elbisenizden, ekmeğinizden, eğlencenizden, tütününüzden, kahvenizden her nerden isterseniz bu kırk parayı tefrik ediniz. Ayın nihayetinde bize veriniz. Ben bu telife “Hayır” cevabı verecek hiçbir Osmanlı tasavvur edemem.”
Donanma için seferberlik başlıyor
“Makarna ve dondurmayı Marco Polo Uzakdoğu’dan getirdi” efsanesine gene aynı cevap; Marco Polo daha anasından doğmadan ve Uzakdoğu’ya gitmeden çok evvel İtalyanlar, makarnayı da, dondurmayı da, Araplardan öğrendiler.
Araplar el ile açtıkları hamuru küçük şeritler halinde kesip kurutur, adına da ‘Rishte’ derlermiş, ‘Erişte’ yani... Dağlardan gelen buzun üstüne ‘sherbat’ dökerler, tatlandırıp serinlerlermiş, ‘sorbet’ (sorbe) yani... Her ikisi de ilk defa Sicilya’da ortaya çıkmış. Sicilya Taormina’ya giderseniz pastane ‘Bambar’a uğrayın. Sahibi Saretto Bambara’ya benden selam söyleyin ve dondurmanın ilk hâli olan bir kup ‘Granita’ ısmarlayın. Orta kuzey İtalyanlar Parmalılar ilk defa sütü bu karışıma ilave edince bildiğimiz dondurma İtalyancası ile ‘Gelato’ ortaya çıkmış. İtalyanca ‘Gelato’ donmuş demek.
Papa’nın favorisi; biscotto
Gelelim Roma’daki en iyi dondurmacılara... İlki hemen komşum, oturduğum sokakta eski evimin hemen yanındaki ‘Hedera’. Dükkân, ‘Hedera’ ile yani bir nevi sarmaşık ile kaplı ve adını da oradan alıyor. Francesco Cerravolo büyük uluslararası bir şirketin avukatı iken hayatını değiştirme kararı alıyor ve Vatikan’a yakın Borgo Pio Sokağı’nda dondurmacı dükkânını açıyor. Tamamen meyve ve has krema ve sütten, hemen oracıkta gözünüzün önünde camlı bir bölmede imal ediliyor dondurmalar.
Francesco, Papa’nın favorisi kurabiyelerinden (biscotto) bir kutu hediye etti. Her hafta Vatikan’a ve bir kutu da Papa’ya yollarmış, söylediğine göre adaşı Papa Francesco da hastasıymış bu bademli kurabiyelerin. Bis-cotto çifte pişmiş demek. Bizdeki bisküvide ‘bis-cuit’ (çifte pişmiş) adı da Fransızca’dan gelir. Bu biscottolar illaki ‘Vin Santo’ya banılarak yenecek. Vin Santo genelde Toscana Bölgesi’den azizler şarabı. Kiliselerin bağlarından yapılmış kırmızıya çalan koyu sarı renkli tatlı şarap ve hastasıyım.
Dondurmamı yedikten sonra dükkânın hemen yanındaki 40 senedir suyunu içtiğim Aqua Marcia Çeşmesi’nden (1870) buz gibi doğal suyumu içip yola koyuldum. ‘Gelateria la Romana’ tam Roma dondurması değil Rimini asıllı. Rimini ise İtalya’nın Adriyatik kıyısında yazın çok halk kalabalığı alan Kumburgaz tarzı bir kasaba. Bu dondurma biraz daha farklı. Daha kremalı ve yumuşak. Bir kovası 20 dakikada bitiyor 16 dakikada ikinci kova hemen aşağıdaki atölyede yapılıyor. Kapıda hiç bitmeyen bir kuyruk var. Donmuş gibi değil soğuk krema gibi değişik bir his denemelisiniz (www.gelateriaromana.com).
İlk görüşte kurgu-bilim filmi sahnesi için yapılmış biraz ürkütücü bir dekora benziyor. Otomuzu park etmek için turizm ofisinden bir kart alıp ön cam içine yerleştirdik. Sempatik görevli kız bavullarımızı ve kameralarımızı taşıyacak dar bir traktöre benzeyen taşıtı telsiz ile çağırdı, gelmesi yarım saat sürermiş. Bizde uzun uzun bu tuhaf hayaletler şehrini uzaktan inceleme fırsatını elde ettik. Biraz bizim Ürgüp Göreme dokusu torak. Volkanik kül üzeri nispeten daha sert kayalar. Yağmurlar ve bilhassa altından geçen nehirler; Tiber, Chiaro ve Torbido binlerce yıl yavaş yavaş kemirmiş bu yumuşak toprağı. Ortada üstü düz bir kaya kule kalmış.
Gördüğümüz manzara hakikaten şaşırtıcı idi. Bu kasabada 70 kişi yaşıyormuş, yazın ise 300 kişi, ama hayatımda gördüğüm en güzel kasabalardan bir tanesi.
Yanlarından tıraş edilmiş bir kaya paçası üzerinde yükselen aynı renkte insan yapısı binalar. Yağmurlar, sert rüzgârlar ve depremlerde sık sık aşınmaya yardım etmiş ve ortaya bu tuhaf yapı çıkmış. Yıllar boyunca bir yığın ev ve kilise içindekilerle birlikte toprak kayması ile göçüp, tarihe gömülmüşler. 1795 yılındaki büyük deprem ile Regio kasabasından derin bir uçurum ile ayrılınca uzun ince bir köprü inşa edilmiş. Bu kaymalar o kadar çok sık olmaya başlamış ki 1819 yılında kasabada ikamet yasaklanmış ama halkın çoğunluğu kasabasını terk etmemiş.
ADIM ADIM BİR MASALA YOLCULUK
Böyle güzel bir mekândan bende bir günde ayrılmak istemedim ama birkaç kalacak yer var kasabada. Turizm ofisindeki sempatik kıza rica ettim telefonlara sarıldı ama her yer dolu. Tam ümidi kesmiş idik ki, “Bir saniye son bir mekân daha var” dedi. ‘Alma Civita’ aslında bir lokanta ama üst iki katta çift kişilik bir oda varmış ve şansımıza o gece de boş imiş. Yemeğini yiyemedik ful rezervasyonmuş ama odaları geniş, yatakları temiz ve rahat idi. Ben çatı arasında kaldım. (www.almacivita.it) Minik traktör gelince bavullarımız ve kameralarımız yüklendi önden gitti. Bizler sık sık soluklanarak ve manzarayı da içimize çekerek başladık tırmanmaya. Her adımda gerçeklerden adım adım uzaklaşarak bir masal ülkesine doğru ilerliyoruz… Kemerli bir kapıya ulaştık.
Neden çocukken çok severdik acaba, kızım Ayşe adeta makarnayla büyüdü. Anneler üzülmeyiniz, bırakın çocuğunuz “Natural Selection” ile büyüsün. Çocuk makarna istiyorsa doyana kadar yesin. Çocukta ‘doğal seçim içgüdüsü’ mevcut. Makarna vücuda gerekli, karbonhidrat yüklü, beyin gelişimini sağlayan, çocuğa enerji depolayan bir besin. Ha şunu yapabilirsiniz. Sosunu sebzeli yapabilirsiniz ve makarnasını da bazen kepeklisiyle değiştirebilirsiniz.
Ayşe, çocukken et yemek istemezdi, “Onların da annesi var anne lütfen yemeyelim” diye annesine manevi baskı yapardı. Annesi bir şekilde az da olsa yedirirdi ama ne yalan söyleyeyim ben gönülden hep Ayşe’yi destekledim. Çocuklarınıza kesinlikle, “Sebzeni bitir mükâfat olarak şeker vereceğim” falan demeyin. Şekeri mükâfat olarak görecek ve ilk fırsatta ağzına dolduracaktır. Bırakın yesin makarnasını doyana kadar, tabağını bitir de demeyin ama.
Geçen yılın şampiyonu imişiz
Bu sene Türkiye olarak dereceye giremedik ama Ankara Peperoncino lokantası şefi Daniel Evangelista geçen senenin dünya makarna şampiyonu imiş. Çok sempatik güleç yüzlü bir şef, bana kerevitli nefis bir ilkbahar makarnası yaptı.
Yıllar sonra “Yemek ne Demek” programım kameramanlardan bir tanesi kendini hatırlattı, “Abi o gün senin harfli makarna çorbasından içtim, sonra gittim bebelerle evde beraber yaptık, şimdi her Pazar bebeler yalvarıyor, “Ayhan Abi’nin çorbasından yapalım baba”
Çocuklarla mutfakta
Bir zamanlar ‘Yemek ne Demek’ adlı bir TV programın vardı. SKY Türk’de. Yeditepe Üniversitesi Gastronomi bölümünde çekiyordum. Orada ufak bir stüdyo kurmuştuk. Konuları ben geliştiriyordum. O gün konumuz ‘Çocuğunuz ile mutfağa girin’ idi. Stüdyoya giderken birden aklıma geldi ve bir süper markette durdum. Bir paket harfli ve doğal renkli; yani yeşil olanı ıspanaklı, kırmızı olanı domatesli, makarna aldım. Birer adet; havuç, soğan, kereviz sapı, patates, iki yumurta, birkaç yaprak ıspanak aldım. Kasa fişiyle beraber bir torbaya koydum. Akabinde bir zincir Amerikan Hamburger dükkânına uğradım. Big bilmem ne, patates kızarması alınca yanına da plastik minnacık bir oyuncak veriyorlar (Not: Bebeklerin boğazına kaçabilir diye artık sanırım vermiyorlar). Onu da kasa fişiyle bir kese kâğıdına koydular. Tüm süper market alışverişi hamburger mönüden daha az para tuttu.
11 Kasım’da artık hasat toplanmış, buğday ekmeklik olmuş, yağlanmış hayvan kesilmiş, kış için hazırlanmış, yaz meyveleri kurutulmuş, saklanmış ve kış hazırlığı bitmiş sayılıyor. Fakirlerin azizi Aziz Martin Romalı asker iken çuha paltosunu ikiye kesmiş, soğuktan ölmekte olan bir dilenciyi örtmüş ve yaşatmış.
O gece de rüyasında İsa Peygamber, “İşte bu vaftizsiz Romalı asker paltosunu benle paylaştı, beni donmaktan kurtardı” demiş.
11 Kasım sonbaharın sonu, kışın başlangıcı ve Aziz Martin günü olarak kabul ediliyor. Kristof Kolomb’un gemileri 11 Kasım 1493’te adaya yanaşmış ve Kolomb Baba da bu yeni bulduğu cennete Saint Martin adını vermiş.
Seyahatinizi Gidello ile planlayın
Sömürgeciler paylaşamamış
Fransız, İngiliz, Hollandalı ve İspanyollar 1600-1800’lerde tüm bu cennet adaları paylaşamamışlar. Hollanda 1620’de adada tuz yatakları açmış ve gelir sağlamaya başlamış. Unutmayınız o senelerde Avrupa’da ‘tuz savaşları’ var. Çok kıymetli; bir torba tuza bir konak değişiyorlar Almanya’da.
Yürüdüğümüz cadde ‘Portu Kalea’, hemen sağımızda ‘Meson Portaletas’. Dalın içeri. Bar-lokantanın sahibi David Garrancho. David aynı zamanda bir şarap uzmanı. ‘Only Wine 2016’ ödülünü almış bu sene. Kendisinden muhakkak şarap tavsiyesi alınız. Ben şarap konusunda çok anlaştım, damaklarımız ikiz. ‘Portaletas Bar’ın ‘pintxos’ları (pinços) çok zengin. Pintxos’lar genelde ekmek üzeri bin bir çeşit atıştırmalıklardır. Her sene yapılan pintxos şampiyonası 2015 birincisi David’e tarif sordum, mutfaktan hemen sempatik şef Edinete’i (Eddy) çağırdı.
Eddy nefis bir deniz ürünleri salatası yapıyor bana. Yanında en çok sevdiğim Gilda... Uzun bir kürdana dizilmiş minik sivribiber turşusu, salamura ançüez (hamsi) ve kürdan ucunda fren vazifesi gören, hayatımda tattığım en güzel yeşil zeytin... Tüm bunları tadarken txakoli denen az alkollü, hafif köpüklü ve çok asitli bir beyaz şarap yanında eşlikçi.
İspanya turları
Tadına doyulmaz pintxos muhabbeti
Portu Kalea sokağından devam ediyoruz. İlerde Nagusia Sokağı’nı kesince sağa dönün, karşınızda Santa Maria Kilisesi. Barok tarzı bu çok süslü kilisenin yapımı 24 yıl sürmüş ve 1774 yılında tamamlanmış. Balkonda çok güzel bir org var. Org bakımı için konulan kutuya 2 euro atıyoruz.
Nagusia Sokağı’na geri dönüyor ve Portu Kalea Sokağı’na gelince sola sapıyoruz. İlerde arka arkaya iki pintxos barı daha var. ‘Juanito Kajua’ solda... Eğer tipik Bask halk yemeği istiyorsanız adres burası. Porto Kalea sokağında 10 metre sonra gene solda son barımız, ‘Bar Aralar’. Kameramanım Hüseyin’e “Bozulmasın aralar, bir de bu çiçekten bal alalım” diyor, midemde yer kalmamasına rağmen dalıyorum bin bir çeşit, nefis pintxos’lara.