Artemis ve Krisa, Zampano’nun aşçıları... Kızlar eski geleneksel yemekleri yeni bir anlayışla sunuyorlar. Mesala ‘Keftedakia’, bizim bildiğimiz kuru köfteyi minik hamburgerler gibi hazırlama ve süzme yoğurt yatağı üzerinde servis etme gibi... Pide yerine de baharatla fırınlanmış ince pideler. Kızlarla alışverişe çıktık.
İlk durağımız ‘Varvakios Agora’ balık pazarının içinden geçerek vardığımız, ‘Kasapi’ çarşısı (Kasaplar). Balık pazarı, pırıl pırıl balıklar ve devamlı balıklara su serpen tenor çığırtkanlarla bizdekinden pek farklı değil. Tezgâhlardaki etiketler de aynı: Kefalos, skorpidi, melanouri, sargos, savraki, tsipura, zargana, xtapodi, sardela, sinagrida, kolios, palamida, barbounia ve kalamari…
Köftelik dana kıymamızı, kızların favori ‘kasapisinde’ çektirdik. Galetamızı, kırmızı dolmalık biberlerimizi ve soğanımızı aldık ve yola koyulduk. Öğle yemeğimizi kendimiz hazırladık. Akşam yemeğine midede yer kalmadı darken, bir SMS mesajı geldi! Atina’da olduğumuzu duyan ‘Karamanlıdiki’ lokantasından Maria bizleri bulmuş. Akşama muhakkak ama muhakkak yemeğe davetliyiz. Uğranmalı bu lokantaya. Sucuklu ve pastırmalı sahanda yumurtalar, envai çeşit salamlar, peynirler ve en favorim olan sahanda kavurma. Sırf bu ‘gavourma’ için Atina’ya gidilir. ‘Pluto’, genç ve alternatif bir rehber arkadaş. City Circus da tanıştık. “Ben turistik olmayan mekanlara gitmek isterdim” dedim. “Zaten ben bu işi yapıyorum, hay hay, hadi çıkalım gezelim ” dedi.
"Aramızda büyük bir fark var, bizim havamız, gökyüzümüz temiz ve pırıl pırıldır. Siz ise Avrupa’da üstünüzde kirli hava ile yaşıyorsunuz, Fabrikalarınız, bacalarınız, oto egzozlarınız, hatta nefesiniz bile havanızı kirletiyor ve bu kötü hava çadırı altında nefes almaya çalışıyorsunuz. Bu çadır yukarıdan gelen enerjileri engelliyor ve geri yansıtıyor. Bu enerji eksikliği ruhunuzu, yaratıcılığınızı, tabiatınızı köreltiyor. Bizim buralarda böyle bir problemimiz yok. Havamız şeffaf, pırıl pırıl, tüm enerjiyi çekiyoruz benliğimize, nefes gibi... Ve yaratıyoruz.”
YARATICILIK TEMİZ HAVADAN GELİR!
Sir Roland Richardson, atölyesinde rengârenk tabloları arasında bana yaratıcılığının temiz havadan geldiğini anlatıyor. Yedi kuşak adalı. Ecdatları 1700 yıllarında gelmiş adaya. Nereden demedim, çünkü kendini adalı olarak tanımlıyor. Roland Richardson Karayipler’de ‘Rönesans’ı (yeniden doğuşu) değil, direkt ‘nesans’ı (doğuşu) yarattığını iddia ediyor.
St. Martin Adası’nın yarısı Hollanda, yarısı Fransa sömürgesi. Fransız tarafının başşehri Marigot çok şirin bir kasaba. Anacadde Rue de la Republique’ten (Cumhuriyet Caddesi) den yürüyelim, sağlı sollu 1700’lerden kalma kolonyalist evler çok romantik. Birazdan Roland Richardson’un sanat galerisine gireceğiz.
Yazıya başlamadan önce bir sorum var, cevabını da sonunda öğreneceksiniz: Üsküdar’da yol kenarında hiçbir yere çıkmayan merdiven nedir?
‘Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur’. Bu eski şarkı bana Üsküdar’ı değil Tokyo’yu hatırlatır. Haydaa! Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı… Bu kısa hayatımda, delikanlılığım zamanı hasbelkader Tokyo’da modellik yaptım. Bayağı bildiğiniz podyumda yürüyen cinsten. Japonlar beni salt lüks mekân ve lokantalara davet ediyorlar ama halk lokantaları daha cazip geldi bana... Japonlar çok meraklı bir ırk. “Nereden geldin, kimsin?” diye sürekli soru sorarlar. İstanbul, deyince belirli bir yaş üstünde olanlar hemen Japon aksanlarıyla şarkıyı yapıştırıyorlar. “Üşküdaaya gideliken adida bir yaaamuuuur” Meğerse Amerikalı caz şarkıcısı Eartha Kitt şarkıyı Japonya’da meşhur etmiş haberimiz yok. Üsküdar’da kısa ve etkili bir gezideyiz. Bu bir günlük Üsküdar gezisini Mimar Sinan Genim ve bu tip turları düzenleyen Şerif Yenen ile yaptım.
1. durak: Mihrimah Sultan Cami
Sinan, Muhteşem Süleyman’ın biricik kızı için 1546-1548 yılları arasında inşa etmiş camiyi... Mihrimah Sultan, Sultan Süleyman’ın Hürrem’den olan kızı. Tabiatıyla İmparatorluğun en havalı kızı. Farsçada adı ‘Güneş ve Ay Sultan’ anlamına geliyor.
Bence biraz abartıldı bu ‘Mişlen Yıldızı Muhabbeti’ ve şeflerin korkulu rüyası haline gelmeye başladı. Şöyle ki: 2003’te 52 yaşındaki
üç yıldızlı Fransız şef Bernard Loiseau, gece av tüfeğinin namlusunu ağzına sokarak intihar etmiş. Meğerse üç yıldızdan birini kaybetmek üzere olduğu dedikodusu ortaya yayılmış ve diğer şef arkadaşlarına, “Bir yıldızım dahi elimden gitse kendimi öldürürüm” dermiş… Bu devamlı yıldız baskısı nedeniyle bazı lokantalar yıldızlarının tümden geri alınmasını bile istemeye başlamış. Benim ise müşteri olarak çok yıldızlarla aram zaten iyi değil. Tek yıldızlılar daha sahi. Londra’nın prestijli gazetesi ‘Financial Times’ yemek yazarının ‘Michelin Star’ lokantası tecrübesi şöyle: “Geçenlerde üç Michelin yıldızlı bir lokantada 10. evlilik yıldönümümüz için iki kişilik ufak bir masa ayırttık. En az dört ay evvel kredi kartı numarası vererek yapılabiliyor bu rezervasyon. Sadece 25 dakika geç kalınca ısmarladığımız ‘Tasters Menü’ (Şef’in özel tadım menüsü) alamayacağımız söylendi.
Geriye kalan ‘a la carte’ (mönüden seçme) opsiyonumu kullanmayıp lokantadan çıkarken, şef garson arkamızdan yetişip kredi kartımızdan 200 İngiliz Sterlini (950 TL) çekileceğini söylediği zaman da yaramıza tuz basmış oldu. Böyle bir davranış gösterebilen bu yıldızlı lokantalarda yemek yemeğe değer mi?”
TATMASI BİLE SOFİSTİKE
Ben bu çok yıldızlı olanlardan genelde kaçıyorum. Tek yıldızlı olanlar daha mütevazi ve insancıl çıkıyor. Nitekim gastronomi dünyasının şu aralar parlayan yıldızı İspanya’nın Bask Bölgesi’ndeki Bilbao’da bir yıldızlı bir lokanta tanıtacağım. Tek Michelin yıldızlı lokanta Nerua ve şefi Josean Alija... Bir gece davet edildim. İçerideki ana salondaki masalara oturmadım ama hayatımda gördüğüm en temiz açık mutfak önündeki bankoda ‘Test Mönü’ aldım. Bu lezzet fırtınasındaki her minik tabakta yemek takımım, kadeh ve ustaca eşlenen şarabım değişmekle kalmadı, her kadehi ‘Sommelier’ (Şarap tadım ve eşleştirme uzmanı) yanıma gelip anlattı.
Batıyoruz! Pompları çalıştıralım derhal. Pompalar yetersiz ,su girişi daha fazla... Su güverteye erişti. Çok geç... Can yeleklerimizi giyelim, kendimizi kurtaralım bari... Ama tekneyi terk edemiyoruz.. Neden mi? Azzz sonra...
Knidos açıklarındayız. İki trata’nın (balıkçı gemisi) çektiği şat (motorsuz ve dümensiz ahşap sal) üzerinde 20 yaşlarında üç genciz. İki uzun yaz boyunca haftada bir gün hariç her Allah’ın günü iki kez dalarak ve 35 metre suyun altında çalışarak, ardından saatlerce dekompresyon (vurgun yememek için suyun altında çeşitli derinliklerde saf oksijen emerek bekleme) yaparak çıkardığımız yüzlerce cam eser ve anforalar, tonlarca cam kırıkları, dalış takımları, basınç odası, kompresörler vesaire dolu eski şat batıyor. Yüzlerce metre denizin dibine tekrar tarihin karanlıklarına, belki bir daha çıkmamak üzere yeniden gömülecek...
Sene 1979... Marmaris’in 25 deniz mili batısındaki akrep kaynayan Serçe Limanı’nda MS 1025 tarihinde sığınmaya çalıştığı dar girişli limana çarparak 35 metre dibi boylamış cam yüklü batığa dalıyoruz (Not: Bodrum Müzesi’nde görebilirsiniz).
Karadan yol yok. Tüm bulguları Bodrum Müzesi’ne teslim etmek üzere denizden yola çıktık. Saatte sadece iki mil yapıyoruz, 60 mil yolumuz var. Deniz kabarmazsa 30-35 saatte Bodrum’a gireriz. Yeterli su, yiyecek ve uyku tulumlarımız var. Üç genç sekizer saat vardiyeyiz. 40 mil yol yaptıktan sonra suyun güverteye yaklaşmakta olduğunu fark ettik.
OSMANLI'YA KAFA TUTAN OSMANLI
Kavala deyince akla iki şey geliyor. Birincisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, diğeri de Kavala kurabiyesi... Kavala, İstanbul’dan 440 kilometre çekiyor. Yunanistan’la sınırımız Meriç Nehri’ndense 195. Yollar kaymak.
Akla ilk gelenden başlayalım. Kavalalı Mehmet Ali Paşa burada doğmuş. Arnavut asıllı ama muhtemelen Konyalı göçmen bir ailenin oğlu. Osmanlı tarafından önce vergi memuru olarak atanmış, sonra da Napolyon’a karşı savaşması için Mısır’a yollanmış. Hırslı ve akıllı bir adam. Osmanlı’ya bağlı görünse de Fransız sistemi ve yardımıyla kurduğu düzenli ordusu üzerinden Osmanlı’ya da kafa tutmuş bir Osmanlı. Endüstriyel devrimini tamamlamamış köhne Osmanlı ordusunu art arda hezimete uğrattığı, hatta gözünü İstanbul’a diktiği biliniyor. Kavalalı ve oğlu İbrahim Paşa, Halep, Şam ve Adana’dan sonra Kütahya’ya kadar ilerlemiş. Ancak diğer ulusların arabuluculuğuyla anlaşma sağlanmış.
KÖTÜ ESTETİK AMELİYATLI ESKİ GÜZEL
Pargalı Makbul İbrahim Paşa Külliyesi kötü estetik ameliyat geçirmiş eski bir güzeller güzeli gibi yatıyor karşımda.
Yunanlar Kavalı’ya sıcak. Bu bilinçaltındaki sempatinin nedeni sanıyorum hem Osmanlı’ya baş kaldırması hem de doğduğu şehre yaptırdığı ‘İmaret’. Müthiş bir yapı İmaret. Çekim izni alamadım çünkü burası Mısır hükümetine bağlı bir mülk. Yıllarca metruk kalmış, davalık olmuş, sonunda mahkeme Mısır’daki vârislerine iadeye karar vermiş. Yunanlı bir işadamı da onlardan kiralayıp restore etmiş. Şimdi İmaret’i lüks otel olarak işletiyor. Kibar bir yetkili içeride televizyon anonsu çekmem için bile Mısır’dan izin almamız gerektiğini söyledi, ben de bıraktım peşini.
İbrahim Paşa Camii zarafetini kaybetmiş; kiliseye çevrilmiş. Ben bu modern zamanlarda bu tip yapıların, en azından Ayasofya örneğinde olduğu gibi müze olarak tüm dünya insanına açık olması gerektiğini düşünüyorum. Muhteşem Süleyman, Kavala’yı çok sevmiş olsa gerek; kalesini onarmış, su bentlerini işler hale getirmiş.
Vezir-i âzâm Pargalı Makbul İbrahim Paşa Külliyesi kötü estetik ameliyat geçirmiş eski bir güzeller güzeli gibi yatıyor karşımda. 1530’da yapılmış, zamanının mimari harikası bir külliye. Evliya Çelebi’nin bahsettiği, medrese, sübyan mektebi, zaviye, sebilhane ve hamamdansa eser yok artık. Hamamdan tek kalan kubbe altında bir lokantada erken akşam yemeğine davet edildik. Mübadelenin ardından caminin de minaresi yıkılmış, avludaki ulu çınar ağacı kesilmiş, Aziz Nikolas Kilisesi olmuş.
Dünyanın ‘7 harikasını’ hatırlayalım. Milattan önce 5’inci yüzyılda Herodot tarafından ortaya atılmış bir kavramdır. Bugün kabul edilen şekli ile milattan önce 2’nci yüzyılda tamamlanmıştır. Daha sonraları bir yığın yakıştırmalar, ilaveler yapılmış. Bir de, bir türlü itibar edemediğim “Yeni 7 Harika” var.
Türkiye’den sadece Ayasofya aday gösterilmiş ama halk oylamasında seçilememiş. UNESCO’nun da pek itibar etmediği bu yarışmada seçilenler; Çin Seddi, Petra Antik Kenti, Kurtarıcı İsa Heykeli, Machu Picchu, Chichen Itza Piramidi, Kolezyum ve Tac Mahal. Muhteşem Süleyman’ın muhteşem köprüsüŞimdi bu yazıda, pek bilinmeyen, dünyanın 8’inci harikasını anlatacağım;Muhteşem Süleyman’ın Hırvatistan Osijek’teki (Ösek) Drava bataklık ve nehri üzerine inşa ettirdiği köprü.Yedi kilometre uzunluğunda ve yedi metre enindeki bu dünya harikası, 20 gün gibi inanılması güç bir zamanda 25 bin kişi tarafından, tek bir çivi dahi kullanılmadan inşa edilmiş. Osmanlı’nın batı seferleri sırasında üzerinden binlerce süvari ve yaya ordular, dev toplar ve silahlar geçmiş.
Sultan Süleyman, Viyana odaklı Zigetvar seferi için 72 yaşında ordusunun başına geçmiş ama büyük bir orduyu yürütmek için çok önceden planlanmış lojistik gerekli. Macaristan ovasına ulaşmak için ise Drava Nehri ve bataklığını aşmak gerek. Süleyman’ın son köprü geçişiSüleyman 6 Haziran 1566’da Drava bataklığı ve nehri üzerine ‘Ayak Köprüleri’ yapılması için Peç ve Mohaç Sancakbeyi’ne bir ferman yollar.
Dünyanın 8’inci harikası olarak anılan bu dâhiyane eser, bir rivayete göre Mimar Sinan tasarımı. Sultan Süleyman Zigetvar seferinde muhteşem ordusu ile dünya harikası köprüsü üzerinden batıya, Ösek’e geçmiş ama geriye cansız vücudu dönmüş. Süleyman Köprüsü, Sultan Süleyman’ın geçtiği en son köprüdür. Bu sefer sırasında eceli ile hayata veda etmiş, Sadrazam Sokollu ise Sultan’ın ölümünü herkesten gizlemiş, iç organlarını gömdükten sonra cansız bedenini arabası içerisine oturma pozisyonunda bağlamış derler. Nasıl yapıldığına akıl sır ermiyor2008 yılında Darda kasabası yakınlarında bir gölde, belediyenin başlattığı balıkçılık için temizleme ve genişletme çalışmaları sırasında uzun, kalın ve sivri uçlu kütüklere rastlanır.
20 küsür sene evvel İtalyan arkadaşlarımın yelkenlisiyle gitmiştim. Ama İtalyanlar tamamen doğa âşıkları oldukları için kasabaya hiç uğramamış. Bir göl kadar sakin koylarda demirlemiştik. O zamandan beri aklımda asılı kaldı kasabayı gezmek ve kalesine tırmanmak...
Nihayet, Nisyros Adası’ndan sabah 6.30’da demir aldık. Botumuz çok süratli bir açık deniz teknesi, ‘Rıb’ sert gövdeli ama yanlarında altı hazneli şişme hyplon tüpleri sayesinde dalgalar üzeri 35 knotla adeta uçuyor. Yelkencilerimizden Edhem Dirvana ve eşi Tanem Sivar tayfalarım ve mükemmel seyahat arkadaşları.
Bu tip zorlu açık deniz seyahatleri tecrübeleri paylaşacağınız insanlar çok önemli. Seyahati çok tatlı yaparlar veya zehir ederler. Bu değerli dostlarla, meşhur Astypalea balı gibi tatlı ve mis kokulu oldu bu seyahat.
‘Astypalea’ tam bir melez ada. Hem Dodecanese (On iki adalar) hem de Cyclades adalarına benzer (Delos Adası’nın etrafındaki 220 adet ada ve adacıklar. Yunanlılar Delos’u dünyanın merkezi kabul ederler. Delos’ta yerleşim yoktur, kutsaldır, yaşanmaz ancak özel izinle girilir. Seneler evvel bizi bu adaya sokmamışlardı). Cyclades adı da bu adaların Delos’un etrafına çember gibi dizilişlerinden geliyor.
EGE'NİN EN GÜZEL VE BOZULMAMIŞ ADASI
Patmoslu arkadaşım Katerina’ya “Astypalea’ya gidiyorum” deyince, “Ege’nin en güzel ve bozulmamış adalarındandır. Patmos’un artık kaybettiği değerlere hâlâ sahiptir” demişti. Ne demek istediğini gidince anladım.