Jean Cocteau belki Fransa'nın en uçuk sanatçısı (1898-1963). Ressam, tasarımcı, grafik sanatçısı, yazar, oyun yazarı ve film yönetmeni.
Fırtınalı homoseksüel ilişkileri ve afyon bağımlılığı ile hep kolkola engebeli hayatında. İlk durağımız Cocteau’nun duvarlarını süslediği balıkçı barınağından bozma bir şapel.
Paris’li Henri Matisse tüm zamanların en renkli ressamıdır. Diğer birçok ressam gibi Paris’in iklimine dayanamaz. Doktorlar ılık bir bir iklime gitmesini tavsiye ederler. Güneyin temiz ve ılık havalı şehri, Nis’te de bir stüdyo bulunur. 'Stüdyoyu çekip çevirecek ve aynı zamanda kanser teşhisi konulan bir sanatçıya hemşirelik edebilecek bir kadın aranıyor' ilanına 'Monique Bourgeois' adında genç bir kadın cevap verir ve işe alınır.
Bu arada tam ne oldu bilmiyoruz ama Monique’nin bir kaç tabloya modellik ettiğini mevcut tablolardan anlıyoruz. Bir süre sonra Matisse çok özlediği Paris’e geri döner ve Monique ise (bence üzüntüden) Vence kasabası yakınıdanki 'Dominik Rahipleri' manastırına kapanır (1943). Monique ne yapar ne eder ve rahipleri yeni bir kilise inşa edilmesine ve tasarımının da Matisse tarafından yapılmasına ikne eder. Bazı tutucu rahipler, “Çıplak kadın tabloları yapan bir adam kilise yapamaz” çıkışlarına ragmen, Katolik doğumlu ama dinle uzaktan yakından hiç alakası olmayan 77 yaşındaki Matisse işi kabul eder Vence de yaşamaya karar verir.
Floransa’da geçen sene çok enteresan bir kız tanıdım. Enteresan bir mesleği var Fiamma’nın; Lokanta ve yemek mekânlarının halk ilişikileri ve medya danışmanı. Dolayısıyla tüm gastronomi dünyasını yakından tanıyor. Bu kez gene, “Bir bilene soralım” hakkımı kullanarak Fiamma’yı aradım. “Çok alışagelmiş, klasik ve bilhassa turistik yerler olmasın lütfen” dedim ve değişik birkaç mekn tavisyesi istedim. 'Essenziale' bunlardan bir tanesi; Piazza di Cestello, 3R Firenze, Arno nehri kıyısında şirin bir meydanda tarihi bir binada...
Sahipleri Max ve Simone şöyle diyorlar:
“Essenziale, samimi ve hoş muhabbetin mevcut olduğu, güzel ve üzerinde epey kafa yorulan bir mutfaga hayat vermek amacıyla sekil almış bir projedir. Essenziale'de imal edilen her sey, sonradan ilaveye gerek duyulmayacak kadar temiz ve pratiktir”. Felsefelerini tanımlamak için meşhur İtalyan tasarımcı, görsel sanatlara futurist yaklaşımın mucidi Bruno Minari’nin (1907-1998) bir cümlesi menülerini süslüyor. “Herkes bir seyleri karmaşık hale getirebilir, az kişi sadeleştirmeyi başarabilir. Kolay olmak zordur. Basitlestirmek için elemek gerekir, eleme yapmak icin de, nelerinin çıkarılacağını bilmek esastır. Buno Minari”
“Essenziale'nin mutfağında basitçe yaratılıp, buraya gelen her konuğu heyecanlandıran, lezzetli ve farklı yemeklerle İtalya ve Toskana'nın geleneğinin yeniden değer kazanmasını sağlamak hedef alınmıştır.” Felsefesinde ve dekorasyonunda görüldüğü gibi minimalist bir lokanta. Bu lokantada, garson yok! Şefler pişirdikleri yemekleri kendileri servis ediyorlar. Masada çatal bıçak yok' Masalarda sadece bir peçete ve bir bardak var.
Floransa Dâhil İndirimli İtalya Turları için Tıkla:
Sahilleri ve kafeleri Afganlı mülteci dolu Sakız Adası’na vardık. Nikos bizleri gümrükten aldı. Pasaport polisi genç yakışıklı Rum, “Nerede kalacaksınız” sorusuna “Nikos Kladias’ın teknesi Nemesis” deyince gülümsedi. Altı aylık kalış süresi bastı, sınıf arkadaşlarıymış bizim Nikos ile meğerse, ufak ada..
Mülteci selini adeta yararak teknemiz ‘Nemesis’e vardık. Kamaralarımıza yerleştik. ‘Nemesis’ 15 metrelik bir ‘Hanse 545’. Konforlu bir yelkenli...
Benim sevdiğim tipten ‘Lazy jack fully battened’ yani yelkenleri direğe veya bumbaya sarılan turistik tipte tekne değil. Babadan kalma usul, bileğe kuvvet. Ufak jib yelken kendi kendine rüzgâr ile pozisyon alıyor. Az mürettebat ile çok faydalı imiş meğerse. Dönüş yolunda adanın güney ucundan rüzgâr üstü kuzeye çıkarken tramolalarla (zikzak çizerek) süratli ama uzun miller yol aldık ve sevdim bu ufak yelkeni.
Nikos’un zarif eşi yengemiz Rea geldi aldı bizi ve akşam yemeğine ‘Hotzas’a gittik. Çok hoş bir taverna ama biraz yemekleri ağır ve yağlı, eski tip. Yiannis bizleri güler yüzle karşıladı, beni çok iyi tanıyor. Yıllar evvel bir ‘Sakız’ dokümanterimde beraberce ayvalı dana yahni yapmış idik. Fazla ısmarlamışız, tıka basa yedik ama geceleri az yemek lazım. Teknemize yürüyerek döndük.
ISTAKOZA DOKUZ SAAT YOLCULUK
Öğleden sonra tatlı bir rüzgâr ile ‘Psara’ Limanı’na girdik. Issız bir balıkçı adası... Adanın adı da Rumca ‘balıkçı’ demekmiş. 9 saatlik deniz yolculuğundan sonra muhteşem ıstakozlarla bu adada buluştuk.
Sabah gün ağarmadan kalktık. Lonnis fırından taze ‘chureki ve simiti’ ile çıkageldi. Vira bismillah sabah serinliğinde yola çıkarken mülteciler ile tıka basa dolu Atina vapuruna yol verdik.
Rahat ve nispeten geniş bir yolda lüks bir 'Jeep' ile yol alıyoruz. Dışarısı alışagelmedik derecede soğuk ve rüzgarlı. Arada bir yüzünü gösteren güneş tanrısı 'Helios' olmasa kemiklerimize kadar titeyeceğiz. 'Dostlar acı söyler' deyimi arkasına sığınarak yazıma acı başlayayım: Yollar bakımlı ama cevresi fazla bakımdı değil. Çöpler yerlerde, plastik torbalar çalılara takılmış yılbaşı süsü gibi. Sırf betonarmesi tamamlanmış, büyük ihtimal yeterince satılmadan müteahhitin parası bitmiş ve hiç oturulmayan ve belki de hiç oturulamayacak hayalet 'site'ler. Deniz şeridine asker nizamı dizilmiş 'villa' lar. İşte bu çirkin resmi geçit ile başladık gezimize.
Beyefendi sağımda otoyu kullanıyor. Trafik soldan, otoların direksiyoları sağda. İngiltere gibi. Yüzyıllar boyu değişik medeniyetlere ev sahibi olmuş bu topraklarda, değişik ve bol baharatlı bir sebze çorbası bu “Kıprıs” (Kıbrıs bu şekilde telaffuz ediliyor). Çok sempatik bu lehçede sık sık Yunanca ve İngilizce kelimeler de duyuluyor. Soruyorum: “Sizce Rumlar ile anlaşma olmalı mı?” Direksiyonda oturan evin bey’i , “Hayır, çünkü Rum’a hiç güvenmem, tarih bunu bir çok kez isbat etti” diyor. Arka koltukta oturan, ama belli ki evde ön koltukta oturan evin hanımı ise, “Anlaşma olmalı, hem de bir an evvel sağlanmalı” diyor, ardından da hemen ilave ediyor, “ama kocamın fikirlerine de saygılıyım”. İşte tam böyle bir çıkmazda bu konu. Annan planları ile tam çözüme yaklaşılmış ve halk oylamasında Türk tarafı anlaşmayı yüzde 64.91 kabul etmiş iken, Rumlar’ın yüzde 75,38'i kabul planı etmemiş. Beyefendi son noktayı koyuyor. “Rumlar bizleri ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü müddetçe barış ve anlaşma sağlanması imkansız. Bizler artık Rum’la bereber oturamayık”
Kıbrıs’ın Lüks Otellerinde Uçak Biletleri Dâhil Full Paket Tatil fırsatları İçin Tıkla
'Yavru Vatan' bir üvey yavrumu acaba diye düşünüyorum. Bir düzensizlik ve bakımsızlık hemen göze çarpıyor. Mağusa’da (Magosa) kat sınırlaması yokmuş? Tozlu asfalt yollar, düzensiz ve kırık taşlı kaldırımlar, arka arkaya düzensiz dikilmiş rengarenk şekilsiz binalar, kırık dökük, harfleri düşmüş tabelalar, kaldırımlarda park etmiş tozlu otolar arasında, kirli vitrinli dükkanlar, ucuz oteller ile düzensiz ve bakımsız bir şehir olmuş güzelim tarihi şehir. Girne pek de geri kalmıyor. Şöminelik dediğim va hala nasıl su üstünde yüzdüğünü anlamadığım ve sanırım bu limanı hiç terk etmeyecek olan ahşap guletler, ucuz ve boş masalı pasaklı lokantalar ve bu lokantalarda çalışan kara derili, Afrikalı, Nepal’li garsonlar. Tüm bunlar tamir edebilir fakat tedavi edilemeyecek olan olan hastalık Türkiye’yi saran çarpık beton yapılaşma hastalığı ve tabi buna izin veren kanunlar ve müeyyideleri. Hangi mimarın kaleminden çıktığı belli olmayan bu yapılar her yeri kaplamış. Öbek öbek asker gibi dizilmiş bu yapıların insan ruhuna zararlı olduğunu hissediyorum. En azından benim ruhuma zararlı.
Bu tılsımlı şehrin, dünyanın en zengin, en çok kuşatma görmüş en dayanıklı şehir olduğunu düşünün. Bu şehrin su kaynaklarının olmadığını düşünün. Uygun hızı sağlayan bir eğim ile suların devamlı akıtıldığı toplam 250 kilometre uzunluğunda su kanalları ve bentler düşünün. Bu şehre hergün tonlarca su toplandığını düşünün… Bir teoriye göre mahzenlerinde bir yıl yetecek su depolarmış eski İstanbul... Kuşatma altında bir şehrin can damarı tabiki su yolları; kuşatanın ilk işi onları kesmek olacaktır. Aylarca sürecek bir kuşatmada en önemli ihtiyaç maddesi ise tabiki de su... İstanbul’da surlar içerisinde tarım ve hayvancılık da yapılırmış. Suyu depolamak için İstanbul’da yer altında takribi 200 sarnıç yapılmış ve günümüzde bunların 150 küsur adedi kayıt altına alınmış. Geçenlerde Istanbul'da yer altında, rehber Şerif Yenen ve Bizans Sarnıçları hakkında doktora tezi yazmış Arkeolog Dr. Kerim Altuğ ile iki gün gezdim. Sırası ile:
-Nakkaş Halıcılık altındaki sarnıç ve sergi
-Terzioğlu Halıcılık bodrumunda yemekhane
-Binbirdirek Sarnıcı
-Kirkit Halı altında Ayazma ve Kilise
-Başdoğan Café altında Saray kalıntıları
-Yerebatan Sarayı
Anadolu’yu Silifke üstünden terk edip altınızda mavi pırıltıyı gördüğünüz an Ercan’a doğru inişe geçiyorsunuz. Havaalanı eski Yeşilçam tarzı; Terminale yürüyerek gidiliyor. Aslında bu kısmı çok sevdim, hafif bir nostalji ürpertisi. Kendinizi bir an siyah-beyaz, Avrupa’dan dönen Göksel Arsoy gibi hissedebilirsiniz. Pasaport kuyruğunda Schengen ve genelde uzun kuyruklar oluşturan, biraz aşağılayıcı ‘Diğerleri’ ayrımı burada yok nihayet. Çok da beklemiyorsunuz...
Kıbrıs’ta Nerede Tatil Yapılır?
Birazdan Kıbrıs aksanının tuhaf samimiyetini tadacaksınız. Pasaport polisi “Hoş geldinginiiiz, evveldeng geldingiz” diyor. Soru takıları yok, cümleleri soru haline cümle sonlarındaki melodik vurgularla getiriyorlar, acaba Rumcadan kalan bir miras mı? “Nasılsın” denmiyor, “Napang” deniyor. Cevap ise, kısa ve net: “İii sen napang”...
Kıbrıs yavru vatan mı üvey evlat mı?
Havaalanından, akşam müzik yapacağımız ‘Ambiance Restaurant’a doğru İngilizlerden miras kalmış soldan trafikte yol alırken, yolların düzenli ama çevresinin bakımsız ve çöplerle dolu olduğunu görüyorum. Şoförüm bu çöplerin eskiden olmadığını ancak Türkiye’den akın gelen yeni göçle başladığını, utanarak izah ederken Rum tarafında ise tabelaların yol kenarına çöp atmanın 860 euro cezasını ikaz ettiğini ilave ediyor. Yeni ve çirkin yapılaşma maalesef artık bize pek yabancı değil, üzülerek bir veba salgını gibi buraya da sirayet ettiğini müşahede ediyorum. Çok güzel bir ada aslında bu yavru vatan... Ama bir an, “Üvey evlat muamelesi mi görüyor acaba” diye kendimi de sorguluyorum. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri için haklı ve yerinde bir karar olan zamanın kara harekatı, zorunlu bir zafer olsa da yine; “Kendimizi iyi anlatamama ve tanıtamama” gibi geleneksel hastalığımız nedeniyle masa başı diplomasisinde bir türlü zafer sağlanamamış. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, dünyada sadece Türkiye Cumhuriyeti tanıyor. Diğer devletlere ve Birleşmiş Milletler’e göre ise, maalesef sadece ‘İşgal Edilmiş Topraklar’.
Saatlerce dans
Pazar günü geldiğimde “Brunch” bitmek üzereydi ve hemen katıldım. Selamlaşmalar, bizim usul kucaklaşmalardan sonra hemen güzel bir servis ‘Eggs Benedict’ (Kızarmış ekmek üzerine poşe yumurta, jambon ve özel sosuyla) sundular. Pazar günlerinin canlı caz müziği de garnitur olsun. Bir an bana New York’u hatırlattı… Afiyetle hoşbulduk Atina’ya. (www.citycircus.com)
Artemis ve Krisa, Zampano’nun aşçıları. Kızlar eski geleneksel yemekleri yeni bir anlayış ile sunuyorlar. Mesala “Keftedakia”, bizim bildiğimiz kuru köfteyi minik hamburgerler gibi hazırlama ve süzme yogurt yatağı üzerinde servis etme gibi. Pide yerine de baharat ile fırınlanmış ince pideler. Kızlarla alışverişe çıktık. İlk durağımız “Varvakios Agora” balık pazarının içinden geçerek vardığımız, “Kasapi” çarşısı (kasaplar). Balık pazarı, pırıl pırıl balıklar ve devamlı balıklara su serpen tenor çığırtkanlar ile bizdekinden pek farklı olmayan bir balık pazarı. Tazgahlardaki etiketler de aynı: kefalos, skorpidi, melanouri, sargos, savraki, tsipoura, zargana, htapodi, sardela, synagrida, kolios, palamida, barbounia ve kalamari gibi…
Atina ve Yunanistan Turu Fırsatları İçin Tıklayın
Köftelik dana kıymamızı, kızların favori “kasapi”sinde çektirdik. Galetamızı, kırmızı dolmalık biberlerimizi ve soğanımızı aldık ve yola koyulduk. Öğle yemeğimizi kendimiz hazırladık. Akşam yemeğine midede yer kalmadı darken, Bir SMS mesajı geldi...