Biraz ayrıksı tutulur. İşin içine bir de tedirginlik girdi mi kaçış hızlanır. Hemen hiç kimse kendi kendine konuşanlardan hoşlanmaz. Düşünün, yolda yürürken kendi kendine konuşan birini gördüğümüzde bizi saran tedirginlik duygusuna karşı koyamayız. Tiyatroda da, sinemada da kendi kendine konuşan karakterler pek makbul karşılanmaz. Kısacası kendi kendine konuşana deli derler. Peki ya kendisiyle hiç konuşmayana? Hiç kendini dinlemeyen, tartmayan, doğrusunu-yanlışını yüreğinin adalet terazisine koymayana? Akıllı. Türk siyaset tarihi böyle akıllılarla dolu. Tıpkı kent siyasetinde olduğu gibi. Dünyaya kendi iç sesiyle bakanlar, zihinlerindekileri seslendirdikleri zaman kulağa ne kadar korkunç gelebileceğini hiç bilmiyorlar. Oysa insanın bazen yaptığı ya da yapmadığı şeylerin korkunçluğunu anlaması için kendi sesinden duyması gerekiyor. Örneğin acaba Melih Gökçek, kendi kendine konuşsa ve her seçimde vaat etmesine rağmen 16 yıldır bitiremediği metroyu belki de hiçbir kez tamamlayamayacağını yüksek sesle söylese nasıl hissederdi? Ya da tarihi anıtı sarıya boyatma “akıllılığında” bulunanlar bunu yapmadan önce kendi kendilerine yüksek sesle az sonra yapacakları işi söyleseler ne kadar anlamsız bir işe tarihe imza atacaklarını fark ederler miydi? Peki ya cumhurbaşkanı başkanlığında yıllardır bitmek bilmeyen toplantılar yapan, her seferinde bol bol karar alıp AKM alanını yine de çaresizliğe iten Milli Komite’nin gelmiş geçmiş tüm üyeleri bunu yüksek sesle kendilerine söyleseler nasıl bir tablo görürlerdi karşılarında? Bu örnekler o kadar çoğaltılabilir ki... Ama aslolan kendi kendine konuşmanın her zaman kötü olmadığı. Yeter ki bir farkındalık yaratsın. Kimin akıllı kimin deli olduğu ise konuşmakla değil alınan sonuçla ilgilidir.