Ali Atıf Bir

Film gibi izleyin

25 Mayıs 2006
28 Nisan’da aşağıdaki satırları yazmışım: Pseudo-event (yapay olay) kavramını 1973 yılında habercilik literatürüne sokan Daniel J. Boorstin. Boorstin’in tanımına göre "yapay olay" uçak düşmesi, tren çarpışması gibi doğal bir olay değil. Yapay olay, önceden haber değeri taşısın diye planlanır, uygulanır. Yaşadığımız çağda okuduğumuz haberlerin neredeyse yüzde 75’i "yapay olay"lardan beslenir. "Yapay olay"da gazeteci "gerçek mi?" sorusunu sormaz. "Haber değeri var mı?" sorusunu sorar.

Hemen bir "yapay olay" örneği verelim. Seda Sayan ve Nihat Doğan kıskançlık yüzünden ayrılmışlar. Nihat Doğan, Seda Sayan’a çiçek gönderen birine kızmış, ona tokat atmış. Seda Sayan da "Aaaaa artık bu kadarı yeter! Ayrılmalıyız" demiş. Ayrılmışlar.

Olayın haber değeri var mı? Var. Peki olay gerçek mi? Olayın haber değeri varsa, gerçekmiş yalanmış kimi ilgilendirir!

Nihat Doğan’ın yeni albümü çıkmış, albüme Seda Sayan’la birlikte klip çekmişler, klibin de albümün de gündeme gelmeye gereksinimi varmış, Seda Sayan’ın programının rating’leri sallanıyormuş, kimi ilgilendirir!

Ve geçen hafta Seda Sayan ve Nihat Doğan katıldıkları Beyaz Show’da barıştılar. Yaklaşık 25 gün önce bir tokatla başlayan "yapay" çiçekçi krizi bitti. Merak ettiğim, tüm bu olaylara gerçek muamelesi yapıp yapmadığınız... Ne olur yapmayın. Bu tür olayların hepsi, sizin ilginizi çekmek için önceden kurgulanmıştır. Bu olayların öykülerini okumayın, görüntülerini izlemeyin demiyorum. Ne haddime! Ama ne olur bir senaryo gibi okuyun, bir film gibi izleyin... Söz mü? Bilmem kaçıncı Banu Alkan-Murat Taşdemir, pardon Seda-Sayan-Nihat Doğan filminde buluşmak üzere...

Sibel Can’ın gözyaşları

Kanal D’de Canlı Canlı’yı izliyorum. Canlı Canlı muhabiri, Sibel Can’a yaklaşıyor ve çiçek veriyor. Daha sonra anlıyoruz ki bu çiçeğin nedeni anneler günü imiş. Ve de Sibel Can’a beş ay önce ölen annesini anımsatmak...

Başlıyor Sibel Can ağlamaya... Muhabir mikrofonu uzatmış konuşuyor. Sibel Can hıçkırıklara boğuluyor. O sırada araya Sibel Can’ın annesinin görüntüleri sokuluyor.

Bu şimdi haber mi? Yoksa yine haber yaratmak mı? Anneler gününde beş ay önce annesini kaybetmiş birine çiçek verip annesini anımsatmakla, yanında soğan soyup ağlatmak arasında ne fark var? Magazinin de bir sınırı olması lazım değil mi? Sibel Can kendi kendine numaradan ağlasa bile haber de, onu tetikleyerek ağlatmak sınırları zorluyor.

Ağır tahrik

Cine 5’teki Başka Yerde Yok’ta Pazartesi akşamı konuğumuz Kaya Çilingiroğlu idi.

Seray Sever de ben de her konuğumuza yaptığımız gibi, aklımızda ne varsa, neyin merak edildiğini düşünüyorsak Kaya Çilingiroğlu’na sorduk. Prof. Dr. Kaya Çilingiroğlu adına düzenlenen golf turnuvası ile ilgili konular dahil... Kaya Çilingiroğlu gözünü budaktan sakınmadı, bütün iyi niyetiyle sorularımıza yanıt verdi.

Cengiz Semercioğlu
dün "(Kaya Çilingiroğlu) Ali Atıf Bir ve Seray Sever’in canlı yayında sorduğu soruların tahrikine kapıldı" diye yazmış. Yani bizi ortada fol yok yumurta yokken "tahrik edici sorular soran" durumuna düşürdü.

Semercioğlu’nun yazısından anladığım kadarıyla, Kaya Çilingiroğlu ile sadece "golf" konusunu konuşmamız gerekiyormuş. Ama biz onu öyle ağır tahrik etmişiz ki o da dayanamamış bize yanıt vermiş.

Sevgili Cengiz’e soruyorum: Deniz Akkaya, Cengiz’in Habertürk’teki programına katılsa ona "engelli çocuklara yardım" kampanyasına yaptığı katkıları mı sorardı yoksa son dönemde bize yaşattığı "alkol" rezaletlerini mi?
Yazının Devamını Oku

Körler ve sağırlar

23 Mayıs 2006
Sibel Tüzün’ün seslendirdiği "Süper Star" isimli kötü şarkı 91 puan aldı. Bu sonuç şarkının kötü olmadığını göstermiyor. Türkiye’ye oy veren ülkelere bakalım: Hollanda 12, Fransa 12, Almanya 12, İsviçre 10, Bosna Hersek 10, Arnavutluk 7, Belçika 7, Romanya 7, Bulgaristan 4 ve Makedonya 4.

Türklerin bol olduğu ülkelerin vatandaşları Türkçe’yi sökmüşler gördüğünüz gibi... Biraz daha yurt dışına Türk vatandaşı ihraç ettik mi şarkı iyiymiş kötüymüş önemli değil ilk 10’a girmek garanti!

Sadece bizim için değil tüm ülkeler için aynı şey geçerli.

Komşu ülke sayısı artıkça gelsin 12 puanlar.

Neyse ki Eurovision yarışmalarının resmi sunucusu Bülent Özveren’in coğrafya bilgisi mükemmel de ekran başında hangi ülke hangisinin komşusu kısa sürede anlıyor, hormonlu puan şifrelerini çözebiliyoruz.

Özveren niye Türkiye’ye verilen puanlara sıra geldiğinde aynı ’kayırma’ yorumunu yapmadı, işte onu anlamak mümkün değil.

Hepimizin bildiği gerçekleri yüzümüze vurmamak için olabilir mi?

Gençlerin dayanılmaz SMS ağırlığı

Geçtiğimiz perşembe gecesi Eurovision yarı finalinde Finlandiya’yı temsil eden Lordi adlı heavy metal grubu, yaratık kıyafetleri ile ekranda görününce Bülent Özveren, "İşte bu da böyle bir grup" diye hafiften dalgasını geçmişti.

Niye yalan söyleyeyim ben de açık açık Finlandiya’lı müzik otoritelerinin "Akıllarından zoru mu var. Bu ne biçim parça" diye söylenmiştim.

Cumartesi gecesi Finlandiyalı ekip, hemen hemen tüm ülkelerden yüksek puanlar alıp açık ara birinci oldu. "Kayırma" puanlarını silsek bile Lordi’nin birinciliği kaçınılmazdı.

Bu sonucu hepimizin ve TRT’nin iyi değerlendirmesi gerekiyor.

Her şeyin birbirine benzediği bir ortamda Lordi elamanlarının kıyafetleriyle dikkatin merkezi oldukları bir gerçek.

Demek ki dikkat çekmek için açılıp saçılmanın, göbek atmanın, gerdan kıvırmanın, iki üç dansçıyla erotik figürler yapmanın, hatta şarkıcı performansının modası geçti.

SMS yarışmanın kalbi yapılınca ortaya gençlerin (hatta cocukların) dayanılmaz teknolojik ağırlığı ortaya çıktı.

Gençlerin müzik eğilimleri de Türkiye’de bile ortada. Gençler müzik dahil yetişkinlere ait hiçbir şeyi istemiyorlar. Tekdüze müzik onları çok sıkıyor.

Coca Cola boşuna Rock and Coke festivali düzenlemiyor. Mor ve Ötesi, Yüksek Sadakat, Rashit’in yıldızı boşuna yükselmiyor.

Demek ki neymiş?

Gençler arasında neyin "trendy" olacağını tahmin etmek için Coca Cola’yı iyi izlemekte fayda varmış.

Benden söylemesi.

Tırtıl

Birlikte müzik yapanlar birbirine düşman olamaz. En azından müzik bitene kadar (P. Hindemith)
Yazının Devamını Oku

Reklam Kurulu’ndan sansür

22 Mayıs 2006
DÜN Vahap Munyar’ın yazısından öğrendim. Reklam Kurulu "habere de" ceza kesmeye başlamış. Özellikle de reklamı yasak olan ilaç ve sigara haberlerine. Reklam Kurulu reklamın yasak olduğu iki sektörde parayla haber yapıldığını düşünüyormuş. Yeni çıkan bir sigaranın ya da ilacın haberi yapıldığında Reklam Kurulu "Bu bir reklamdır ver bakalım cezayı arkadaş" diyormuş. Munyar, "kurulun haberlere bu gözle bakması ağrıma gitti" diyor.

Çok haklı. Benim de ağrıma gitti. Reklam Kurulu haddini aşmış. Hele de Reklam Kurulu uzmanlarının gazete gazete gezip "şöyle haber yaparsanız ceza keseriz" demesi resmen sansür.

Her ne kadar Reklam Kurulu bürokratlardan, üniversite ve medya temsilcilerinden ve diğer ilgili kuruluş temsilerinden oluşuyormuş gibi görünse de Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu Başkanı Özcan Pektaş’ın dosya hazırlama ve Kurul’un önüne getirmedeki tartışılmaz üstünlüğünü hepimiz biliyoruz.

Bu nedenle yine söz konusu sansürden doğrudan onu sorumlu tutuyorum.

"Habere ceza" niye sansür? Çünkü Reklam Kurulu’nun "haber denetleme" yetkisi yok. Kurul’un neyi denetleyeceği kurulun adından belli. Bir mesajın da reklam olabilmesi için öncelikle "para" karşılığı bir medyaya yerleştirilmesi, içinde ikna mesajının yer alması ve reklamı verenin logosunu yer alması şart.

O halde Reklam Kurulu habere nasıl reklam muamelesi yapabiliyor? Haberin yapıldığına dair elinde fatura ya da başka bir belge mi var? Bu varsa bu başka bir şey. Gazeteciliğin ve halkla ilişkilerin etik sorunlarını Reklam Kurulu mu çözmeye karar verdi?

Reklam Kurulu’nu uygulamalarını geçersiz kılan başka bir konu da ilaç ve sigara reklamlarını yasaklayan kanunların ruhu. Bu konunlar "abartılı" sigara reklamlarını gençleri özendirdiği, "vaatleri abartılmış" ilaç reklamlarını da özellikle bilinçsiz halkın yanlış ilaç kullanımını artıracağı varsayımıyla yasaklıyor.

Yeni bir sigaranın çıktığı haberi hangi genci özendirir ki? Yeni bir ilacın piyasaya sunulduğu haberi nasıl bir kişiyi körü körüne ilaca yöneltebilir ki? Diyelim ki gitti ilacı eczaneden istedi. Eczaneye gidince reçete sorulması zorunlu değil mi? Zorunlu ama sormuyorlar mı? O zaman Reklam Kurulu gazetelere ceza keseceğine ne diye eczacılara ceza kesmiyor.

Özcan Pektaş yanlış iş yapıyor, halkın haber alma özgürlüğüyle oynuyor. Benden söylemesi..Yakında sevgili Vahap Munyar’ın uyarısını dikkate alıp "İşte O Üyeler" başlığıyla Danıştay üyelerini hedef gösteren Vakit Gazetesi’ne de uygun bir ceza vermeye kalkarsa kimsenin şaşırmasın. Vakit de "glock" marka silahın çok fazla reklamının yapılmasına neden olmuyor mu?

Not: Vahap Munyar’ın Ahmet Mete Işıkara’nın Han Yapı reklamında oynamasına "etik" kaygılarla karşı çıkmasına ise katılmıyorum. Benim bu konudaki düşüncelerim biraz farklı. Haftaya pazara bu konuya değineceğim.

Ordu’yu da böyle gösterirsek

DANIŞTAY’a yapılan saldırının ilk dakikalarından itibaren islamcı camiayı aklamak isteyenlerin koro halinde sorduğu tek "ikna" sorusu vardı o da: "Kime yarar?".

Türkiye’deki "laiklik" tartışmasını "laik azgın azınlıkla", "radikal dinci azınlık" arasında görme konusunda ısrarcı olduğumuz sürece bu tür ikna oyunlarına daha çok maruz kalırız.

Hadi gelin ben de başvurayım. Böylesine alçakça bir saldırı AKP’ye yaramaz mı? AKP’ye öfke duyanlar onu mağdur duruma düşürmez mi?. Siyasette mağduriyet de her zaman mağdur olanın işine yaramaz mı?

İste cenazede protesto edilen AKP’li bakanların durumu. Hepimiz onlara acımadık mı? Protesto edenlere öfkelenmedik mi? Genel Kurmay Başkanı’nın "tepki sürekli olsun" açıklamaları karşısında iktidar yine mağdur duruma düşmedi mi?

Nasıl ama? Saldırı kime yararmış?

İsterseniz dil oyunların bırakıp sorunu doğru saptamaya çalışalım.

1950’den bu yana yüksek demokratik hoşgörüyle yaygınlaştırdığımız imam hatipler, yüksek İslam enstitüleri, İslamcı medya, kuran kursları, islami vakıflar, dernekler, cemaatler, tarikatlar aracılığıyla "türban adına" yargıç öldüren avukat yetiştirmeyi nasıl becerebildik?

Danıştay üyelerine yapılan saldırının ilk dakikalarından itibaren izlemediğim haber, okumadığım gazete kalmadı. Dinci gazetelerden hiçbiri anlaşmışlar gibi saldırıdan sonraki üç gün içinde tetikçinin "tekbir getirerek silahını ateşlediğini" yazamadı.

Haber verirken bile "dava zarar görür" diye en önemli ayrıntıyı yazmayan insanları yetiştirmeyi nasıl becerebildik? (Ki yazsalar okurları davadan soğuyacak bunu çok iyi biliyorlar. Onların derdi soğutmak değil ısıtmak.)

Hatta Danıştay’a saldırının şifreleri çözülmeden "sinmeyin, susmayın daha azgınlaşırlar" mesajı vermeyi unutmayan partizan gazeteler yaratmayı..

Saldırıdan sonraki ikinci günde malum gazetelerden birinde yer alan haberden cümleler:

"Halkımızın islami kimliğine, değerlerine düşman olan azgın bir azınlığın yapageldikleri bunca zulüm, sömürü ve istismara rağmen bu kadar cüretkar ve ahlaksız tutumlar sergiledikleri bir süreçte sinme, susma ve geri çekilmenin, zalimlerin kötü amaçlarına hizmet etmekten ve onların daha da azgınlaşmasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacağı unutulmamalı."

Radikal dinci azınlık, "laik azgın azınlık daha da saldırır sinmeyin" demeye devam ediyor. Dincilerin bunu demesi normal de biz laiklik gibi evrensel bir ilkeyi savunan Türk Ordusu’nun komutanını "tepki sürekli olsun" deyince nasıl "laik azgın azınlığın" bir üyesi yapıyoruz onu anlamıyorum.

Peki söyler misiniz Ordu’nun "laik azgın azınlık" olarak damgalanması kime yarar?

Çekirgelik

Bir çocuğun gelecekte ne olacağı konusuna üzülürüz ama bugün nasıl birisi olduğunu umursamayız.

(S.Taucher)
Yazının Devamını Oku

Demokrasi canavarı

21 Mayıs 2006
GELİN şöyle bir senaryo yazalım: Danıştay’da ölüm saçan avukat Alparslan Arslan ve onunla aynı düşüncedeki üç hukukçu arkadaşı Danıştay ikinci daire üyesi olsun... Aynı dairede iki de türbanlı hukukçu yer alsın... İkinci dairenin de daha önce "öğretmenlerin zorunlu olarak türban takmalarını" sağlayan bir kararı bulunsun.

Bir dava üzerinde çalışırlarken odaya silahla dalan Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi Ata Türk Danıştay üyelerinin hepsini tarasın...

Garip bir senaryo geldi değil mi? Evet çok garip... Ve de gerçekleşmesi mümkün olmayan bir senaryo.

Meclis tamam, bürokrasi de iyi kötü tamam. "Laiklik yeniden yorumlanabilirse" Alparslan Arslan’ların silahsız bir şekilde yargıya hatta orduya da yavaş yavaş hakim olacakları kesin.

Ama lider belledikleri kişiler "Yargıyı, Cumhurbaşkanı’nı, YÖK’ü aşamıyoruz" diye gerilim yaratıyor... Ve silahlar konuşmaya başlıyor.

"Allah adına" adam öldürmeyi göze alabilen, devleti ele geçirince Danıştay’a "türban" gibi kararları getirir mi? Atatürkçü ya da herhangi bir düşünce derneğinin yaşamasına izin verir mi?

Oysa Danıştay’a silahla dalan demokrasinin yarattığı bir canavar. Demokrasi içinde laik rejim karşıtı medyanın yarattığı bir canavar. Laik medyanın "demokrasi havarisi" sözde liberal demokratların yarattığı bir canavar.

Eğer ailesiyle, eğitimiyle, medyasıyla laik demokratik rejim içinde Alparslan Aslan gibi canavarlar yaratmayı becerebiliyorsak bir yerde hata yapmıyor muyuz?

Hatadan dönmenin zamanı gelmedi mi? Geldi. Hatta...

Effie alanların öyküleri basıldı

REKLAM
denilen şey sadece insanlar izlesin, eğlensin diye yapılan bir şey değil. Sonuçta beklenen sürekli satış ve markanın devamlılığı.

Bu nedenle reklam etkinliğini araştırmak, sıkı bir "reklam sonuçları hard diskine" sahip olmak önemli...

Ve de sadece tribünlere oynayan "yaratıcı" reklamları değil, sonuçta satış getiren etkili reklamları ödüllendirmek şart!

"Effie Etkin Reklam Yarışması" böyle bir yarışma. İlk Effie 2005 yılında yapılmıştı. Altın Effie’yi gıda dalında Lay’s aldı. Dayanıklı eşyada Arçelik, temizlik ürünlerinde ise Alo. Sekiz dalda ise Altın Effie’ye layık reklam kampanyası bulunamamıştı.

2005’te başka etkin reklam kampanyası yok muydu? Bence vardı ama Türkiye’deki reklamverenin araştırmaya para yatırmak gibi alışkanlığı olmadığı için çoğu markanın kampanya sonuçları arşivi yok. Bu nedenle başarısını kanıtlayamıyor. Tabii başarısızlığını da.

Sonuçta başarı değerlemesi "iyi sattık" ya da "yaprak kıpırdamadı ajans değiştirdik"ten öteye gidemiyor. Oysa reklamda başarı ya da başarısızlık kader değil. Reklam değerlemesi ile sonuçlar "garanti" altına alınabilir.

Bakınız Reklamcılık Vakfı tarafından yeni basılan, 1. Effie Türkiye Reklam Etkinliği kitabı. Kitapta Effie’de ödül kazananların vaka öyküleri ayrıntılarıyla yer alıyor. Yeni çıktı, dumanı üstünde. Reklamda başarının anahtarını öğrenmek isteyen herkese...

Lay’s iyi bir örnek

EFFIE
2005 kitabının ilk örneği Lay’s... Dünyadaki sağlık trendleri ve patates cipsiyle ilgili olumsuz algılar cips tüketimini tehdit etmeye başlayınca Lay’s yeniden lansman kararı verdi. 2003’ün şubat ayında bildiğimiz Ayşe Teyze’li "Yiyin Gari" yeniden lansman kampanyasına başlandı.

Ayşe Elmacı’nın kullanıldığı ilk film büyük satış başarısı getirince, Elmacı ile uzun vadeli anlaşma yapıldı. "Çoban Arif" ve "Postacı" reklam filmleriyle Ayşe Teyze Lay’s’in sözcülüğü sürdürdü.

2004 yılında yapılan AC Nielsen araştırmalarına göre Lay’s pazar payını tam yüzde 16.5 arttırdı. Sonraki araştırmalar da Ayşe Teyze’li reklamın ürünün "doğal" algılamasına büyük katkı yaptığını, reklamın izlenmesi çok keyifli bir reklam olduğunu gösterdi. Lay’s için yapılan tüm araştırmaları okuduğunuzda reklamla başarıya ulaşmanın raslantı olmadığını net olarak anlıyorsunuz.

Lütfen hiç olmazsa Lay’s örneğini okuyun ve hiçbir amaca hizmet etmeyen, parayı sokağa atan başarısız reklam kampanyaları yapmaktan vazgeçin!

Not: Konferansı Maslak TİM’de Medicat düzenliyor, ana sponsoru Bonus Academi. Hürriyet, CNN Türk ve Filmclub Production’da diğer sponsorlar.

Ne Ronaldinho imiş ama

BARCELONALI
Ronaldinho aynı anda üç reklamda birlikte oynuyor. Biri ayakkabı, diğeri içecek diğeri de sakız reklamı... Anımsarsanız Kadir Çöpdemir hem Turkcell hem HSBC İdeal Kart reklamlarında aynı anda oynayınca hafiften dokundurmuştum.

Şahan aynı anda Ritmix ve Garanti Bankası konut kredisi reklamlarında oynayınca "Olur Muuuuuu" diye ayağa kalkmıştım. Ronaldinho için de tepkim bundan farklı olmayacak...

Tamam futbol geniş kitleleri etkiliyor. Ronaldinho da aynı anda ayakkabı giyip, meşrubat içip top peşinde koşabilir. Peki ya ünlünün markaya katacağı değer?

Haydi sayın bakalım Ronaldinho hangi markaların reklamlarında yer alıyor. Daha çok hangisiyle onu anımsıyorsunuz. Hangisi sizin beyninizde baskınsa diğer markalar ya havasını alıyor ya da ünlüden tam yarar sağlayamıyordur. Niye hemen gazeteyi ters çeviriyorsunuz. Biraz saksıyı zorlasanız fena mı olur! Alzaymır malzaymır neyim olmayın diye pratik yapıyoruz şurada...

Yanıtlar: ekiN, ispeP ve hserF tnedirT.

Kavram Çağı

AKLIN Yeni Sırları kitabının yazarı Daniel Pink bir konferans vermek üzere 25 Mayıs’ta Türkiye’ye geliyor.

Pink’in iddiası şu: Bilgi çağına özgü mantıksal, lineer, bilgisayara benzer nitelikler üzerine kurulu bir toplum ve ekonomi dönemi bitti.

Artık Kavram Çağı’ndayız. Bu çağda yaratıcılık, empati ve büyük resme odaklanmış bir toplum ve ekonomi gerekiyor.

Yeni çağda başarılı olmak için de Pink’e göre "altı duyu" adını verdiği altı temel yeteneğe sahip olmak şart. Neymiş bunlar? Açıklayalım.

1) Bir şey yaratılıyorsa o şeyi hem işlevsel (işe yarayan) hem de eğlenceli ya da duygusal açıdan çekici kılma yeteneği (Tasarım).

2) İkna edici öykü anlatma yeteneği (Öykü).

3) Analiz değil sentez yeteneği. Büyük resme odaklanmak, birbirine benzemeyen parçaları bir araya getirme yeteneği (Senfoni)

4) Aynı yola baş koyulan kişiyi anlama, ilişkileri biçimlendirme ve diğerlerini koruyup kollama yeteneği (Empati)

5) Her yerde "oyuncu" olabilme yeteneği. Aşırı ciddiyet çok tehlikeli. Kahkaha, neşe, oyun ve mizah artık her yerde (Oyun)

6) Yaşamın anlamını "manevi doyum"da arama yeteneği (Anlam)

Sizce biz Türklerin "Yeni Bir Akla" gereksinimi var mı? Bence yok. Eloğlu global dünyaya kilitlenmiş refah içinde yaşıyorken biz hálá yerel hesaplarla Danıştay yargıcı öldürüyorsak hangi akla gereksinimimiz olabilir.

Yine de tüm AKP’li bakanların ve hatta Başbakan’ın konferansın SENFONİ bölümüne bir uğramalarında fayda var. Belki faydası olur.

Çekirgelik

Öfke aklın ışığını savuran bir rüzgardır.

(R.G.İngersoll)
Yazının Devamını Oku

Yargı zorlanıyor, neden

19 Mayıs 2006
Danıştay’a yapılan saldırı haberini duyduğumda, Emre Kongar’ın Tarihle Yüzleşmek isimli kitabını okuyordum. Okuduklarımla yargıya yapılan saldırı arasında paralellik kurmakta gecikmedim. Emre Hoca çok güzel bir iş çıkarmış. Yıllardır "resmi ya da gayri resmi tarih" yoluyla beynimize kazınan yalan yanlış bilgilerin doğrularını, arı duru Türkçesiyle bir güzel açıklamış.

Kitabın "İslam’da Laiklik Tohumlarını Türkler Ekti" ve Türk Müslümanlığı Arap Müslümanlığından Farklıdır" başlıklı bölümlerine dikkat. Bakın ne diyor İslam’a laikliği getirenler hakkında Emre Hoca:

"Türk Müslümanlığının Arap Müslümanlığından farkları ve Türklerin İslam’a yaptığı katkılar da aynı biçimde hemen hemen üzerinde hiç durulmamış konulardan biridir.

Çünkü bu konuda, din kisvesi altında toplumumuzu ve tarihimizi etkileyen Arap emperyalizmi, Türk bilincini bile bastırmıştır."

Emre Hoca devam ediyor:

"Cumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Müslüman bir toplumda, ilk kez laik düzene dayalı bir devlet yapısı kuruyorlardı.

Bir anlamda, Alman prenslerinin desteğiyle Hıristiyan toplumlarda gerçekleşen reformu, Atatürk ve arkadaşları Müslüman bir toplumda, aradan geçen beş yüzyılın deneyimlerinden de yararlanarak, daha net ve etkili bir biçimde yapıyordu.

Luther’in dinden gelerek başlattığı reformu Atatürk, siyasetten gelerek yapmıştı.

Üstelik, dinlerin kendi tarihleri bakımından, Müslümanlık’taki laiklik de, aynen Hıristiyanlık tarihini andırıyor, Müslümanlığın kuruluşunun bin beş yüzüncü yıllarına rastlıyordu.

Böylece Tuğrul Bey ve Alparslan’la başlayan, Fatih Sultan Mehmet’le gelişen laikleşme süreci, Atatürk’le noktalanıyor ve Türklerin İslam’a evrensel katkısı olarak, dünya tarihindeki yerini alıyordu.

Tarihleri anımsayalım: Tuğrul Bey adına hutbenin okunması 1055, Malazgirt 1071, İstanbul’un fethi 1453, Cumhuriyet’in ilanı 1923’tür.

Yani Anadolu toprağında yaklaşık 1000 yıllık bir evrim süreci söz konusudur.

Hálá ’Müslümanlık laikliğe uygun değildir’ diyenler, sadece 1923’ten beri Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı deneyimi görmezden gelen, ya da laik ve demokratik cumhuriyeti reddedenler değil, Anadolu’nun bin yıllık tarihini de yadsıyanlardır."

Emre Kongar’ın da belirttiği gibi Anadolu’nun 1000 yıllık tarihi nedeniyle Türkiye’de laiklikten geri dönüş imkansız. Laiklikten geri dönüşün imkansız olduğunu görenler, önce laik cumhuriyetin anayasal kurumlarını, savcılarını, hakimlerini "medya ve eğitim" baskısıyla sindirmeye çalıştılar. Baktılar "tıkandılar, işler istedikleri gibi gitmiyor", şimdi de aynı zorlamayı silahlı saldırı yoluyla yapmaya çalışıyorlar. Mesaj çok açık: "Eğer karşı çıkarsanız karışmayız."

Yanıtı yine Emre Kongar’ın kitabından verelim:

"Bin yıllık bir gelişmeyi kim tersine çevirebilir ki?

Ama yine de biliyoruz ki, tarih boyunca, toplumları gidebileceklerinden daha geriye götürmeye çalışanlar hep var olmuştur.

Ne yazık ki tarihin sayfaları bu "geçmişi özleyenlerin" ve toplumları bu özlemleri doğrultusunda "zorlayanların" yarattığı kanlı sayfalar ve facialarla doludur."

Evet laik Türkiye Cumhuriyeti her kurumuyla zorlanıyor. İşin ilginci bilerek ya da bilmeyerek zorlayan da Türkiye’yi yöneten iktidar! Nereye kadar zorlayacaklar, hep birlikte göreceğiz. Bildiğimiz laiklikten geri dönüşün mümkün olmadığı. Emre Kongar’ın kitabı hafta sonunda Türkiye’de olan biteni anlamak isteyenler için iyi bir alternatif.

(*) Emre Kongar, Tarihle Yüzleşmek, Remzi Kitabevi, 2006.

Gidilecek ve uzak durulacak

Uzak durulacak olan Cehenneme Bir Adım. Bir mağarada sıkışıp kalan kadınların, ucubik yaratıklarla mücadelesi. Gerçek dışı yaratıklardan beslenen gerilim filmlerini sevmiyorum. Siz seviyorsanız tabii ki kaçırmayın. Yönetmenin mağara içinde yarattığı klostrofobik etki de cabası. Hiç gelemem. Kapalı alan meraklılarına birebir.

Gidilecek olan Venedik Taciri. Tiyatro tekstinden fırlayıp sinemaya açılan bir Shakespeare şaheseri. İnsan denilen duygusal hayvanın güçlü ve zayıf yönleri... Oya gibi sinemaya işlemiş Venedik Taciri’nin yönetmeni Michael Radford. Kostümler, mekanlar mükemmel. Tabii ki Al Pacino ve Jeremy Irons da. Venedik Taciri’nin konusu mu? Hálá öğrenemediyseniz size ne diyeyim. Hani Bassanio, güzelliği dillere destan Portia’nın evleneceği kişi olmak için uzun bir yolculuğa çıkar. Kuşkuşuz birkaç tane de rakibi vardır. Anımsadınız di mi... Bir bakıma da komik bir öykü. Gidin, gidin.

CUMA İTİRAFI

kararver; Cinsiyet: Erkek; Yaş: 36; İl: İstanbul

Şu an 5 yaşındaki oğlum kameralı cep telefonuyla pipisini kameraya çekiyor. Ben boşuna demiyorum bu özellik erkeklerin genlerinde var diye. Buldun mu kamerayı çekeceksin.

Yorum: Ben de size demiyor muyum, bu ülke daha çok Gamze Özçelik vakası yaşar diye!

CUMA TAKINTISI

Altın Kelebek’ten sonra arkadaşlarla İzzet Çapa’nın yeni mekanı Cahide Sayfiye’ye gittik. G-mall’ın hemen karşısında ağaçlar arasında bir mekan.

O gece açılışı varmış. Her şey çok güzeldi. Servis, hava, danslar, gösteriler, içkiler... İzzet Çapa yine eğlence dünyasındaki uzmanlığını konuşturmuş. Bu yazın trendy mekanı belli oldu. Yanılmadığımı göreceksiniz. Hafta sonu uğrayın bakın çok hoş bir atmosfer.

CUMA LAKIRDISI

"İnsanlara en adil şekilde dağıtılan nimet akıldır. Çünkü kimse aklından şikayetçi değildir." (MONTAIGNE)
Yazının Devamını Oku

Kelebek peşinde

18 Mayıs 2006
Altın Kelebek ödül töreni bitti, eve geldim, izlenimlerimi yazdım. Dün Ahmet Hakan’ın yazısı yayınlandı, baktım "pişti" olmuşuz. Magazin dünyasına bulaşınca olacağı bu... İki yanımda İbrahim Tatlıses, hemen yanında Yıldız Tilbe, sağımda Okan Bayülgen, hemen yanında Hakkı Devrim, köşede Petek Dinçöz, solumda İsmail YK, onun yanında Keremcem...

Elini sallasan ünlü... Yazdığım yazılar son nefes film şeridi gibi gözümün önünden geçiyor. Selim Akçin’in suçu bu ama.

Ne var kardeşim bu kadar ünlüyü bir araya toplayacak. Görmüyor musun Kral TV’nin ödül törenini, görmüyor musun Star’ın Miss World törenini.

Ünlü sayısı en fazla üç bilemedin beş. İnsan rahat rahat "bakalım kim sağ kroşe çıkaracak" duygusu yaşamadan oturuyor. Altın Kelebek’te ise her köşe stres kaynağı.

İbrahim Tatlıses’le bakışıyoruz. Asayiş gayet normal. Hafif bir barış çubuğu havası alıyorum. Elini uzatıyor, hafiften sıkışıyoruz. Dizlerime eğilip bakıyorum, her şey normal, delik yok, kanama yok.

Yıldız Tilbe ile bakışıyoruz. Bir ara tanıyacak gibi oluyor, sonra yeniden titreyip kendine dönüyor.

Okan’la konuşuyoruz. "Beni artık sevsene yahu" diyor. Ağzımdan ister istemez "Seni seviyorum Okan" cümlesi dökülüyor. Biraz daha ileri gitsek ayaküstü bir aşk bile doğabilir.

Tören haddinden fazla iyi gidiyor. Salon ferah, oturma yerleri ferah. Ödül dağıtımı oldukça planlı. Çevremdekilere soruyorum. Bugüne kadar yapılmış en iyi Altın Kelebek töreni olduğu konusunda çoğunluk benimle aynı fikirde..

Cem Davran ve Gül Gölge ikilisi sunuşu tadında götürüyorlar. Daha doğrusu Cem Davran çok iyi götürüyor. Gül Gölge salonu "Acaba göğüsleri silikon mu?" tartışmalarıyla ikiye bölecek bir halde yazılı metne sadık kalmaya çalışıyor.

Hadi Gül Gölge neyse de geceye katılan ünlü olma sevdasındaki ünsüzlerimize ne demeli! Evden çıkarken biri "şu asma yaprağını kapat, ayıp olmasın!" demese nerdeyse geceye çıplak katılanlar bile olabilirmiş!

Ünlü olmak isteyen açılıp saçılma konusunda sınır tanımıyor.

Gecenin dokunaklı anları Osman Yağmurdereli’nin ödülünü alırken "inadına yaşayacağım!" dediği anlar.

"Erol Günaydın’ın "Bu yaşta hálá bir kelebeğin peşinde koşuyorsam..." diye başlayıp nasıl hálá işini büyük bir tutku ile yaptığını anlatması gecenin bir diğer dokunaklı anı...

Cem Davran bir ara baktı ödül alan "rock" grupları salonda bulunan Erkin Baba’ya selam çakıyorlar o da kalktı salondaki Halit Kıvanç’la Erkan Yolaç’a selam çaktı. İki dakika sonra Halit Kıvanç ve Erkan Yolaç sahnede...

Halit Ağabey başladı teşekkür konuşması yapmaya. "Eyvah" dedim içimden, "Ödül aldığını sandı, ona teşekkür ediyor".

Konuşmasını "Bizi bu ödüle layık görenler sağ olsunlar" diye bitirdi. Sonra Kıvanç ve Yolaç ödül almadan el sıkışıp yerlerine oturdular. Cem Davran da "Efendim bu olayı ben çıkardım, özür dilerim" deyip konuyu geçiştirdi. Bir şeyler oldu ama galiba ben kaçırdım...

Gecenin en ilginç ödül konuşmasını "sinema" dalında ödül alan Kurtlar Vadisi yapımcıları yaptı. "Dünya kamuoyuna Türkiye’yi zorla izlettirecek filmler yapmaya devam edeceğiz" gibi bir cümle kurdular. Kendilerini kurdukları bu özlü ve güzel sözden ötürü kutluyorum.

Törenin zamanlaması mükemmeldi. Rahmetli anneannemin sıkça söylediği gibi "vakitlice" bitti. Peşinden alt salondaki ikram kısmına geçildi. Altın Kelebek’in ikramı da sıkıydı. Yemekler yenilirken geceye katılan sanatçılar birer şarkı ile geceyi renklendirdiler.

Bir ara Cem Davran, Seray Sever’i sahneye çıkarmak için çok çaba sarfetti ama her zamanki gibi Seray "Nuh" dedi, "Peygamber" demedi. Prensipli kadın, öyle olur olmaz sahne almıyor!

Davran yerinde bir şey yaptı, sahneye Seray’ın yerine Banu Zorlu’yu davet etmedi. Etseydi, bu son sunuculuğu olabilirdi!

İzlenimlerimi de güzel duygular içinde bitireyim. Dolaşırken Ertuğrul Özkök’ü ilk kez canlı canlı görenlerden bazılarının konuşmalarına kulak misafiri oldum. Aynen şöyle diyorlardı "Çok hoş adammış canım..." Bilin diye yazdım ve geceyi bitirdim.

Gecenin arka plan savaşçısı Fikret Ercan ve Selim Akçin’e kocaman alkış.
Yazının Devamını Oku

Fenerbahçe komplocuları nerede

16 Mayıs 2006
Hani hakemler satılmıştı? Hani Fenerbahçe maçlarını hep hakem oyunları ile kazanıyordu? Hani 15 maçın bilmem ne kadarında Fenerbahçe hakem hatalarıyla bilmem ne kadar puan almıştı? Niye aynı Fener, Denizli maçında hakem satın alamadı. Niye aynı Fener, Galatasaray maçını sabote edemedi?

Sonuç ortada...

Çıktı Fenerbahçe ve Denizli aslanlar gibi toplarını oynadı. Aynı şeyi Kayseri ve Galatasaray da yaptı. Galatasaray şampiyon, Fener ikinci. Ne oldu komplo kuramcılarına? Ne oldu işkembeden atan futbol yorumcularına?

Söylediklerini unuttular mı? Yoksa hala aynı saçmalıklarla, ellerinde en küçük bir delil olmadan hakemleri "töhmet" altında bırakmaya devam edecekler mi?

Yanıt belli değil mi?

Kesinlikle edecekler. Burası Türkiye buradan çıkış yok. Futbol dediniz mi ağzı olan konuşuyor. Bir ekranda, bir köşede tutunabilmek için atıyor, tutuyor, inançlarını mutlak doğrularmış gibi yutturuyor, yalan söylüyor, yalan iddialar ortaya atıyor. Sonuçta kaotik bir ortamda, kavgalar, dövüşler, yaralamalar, öldürmelerle futbol futbol olmaktan çıkıyor. Keşke hiçbir yorumcuya kulak asmayıp sadece maçları izlemekle yetinebilsek... Maçlar tek başına o kadar temiz, o kadar güzel ki...

Hem Fenerbahçe’yi hem de Galatasaray’ı ve de Turkcell Süper Lig’deki tüm takımları, hakemleri, bize mükemmel bir futbol sezonu yaşattıkları için kutlarım...

Para her şey değilmiş

Denizlispor gol attı, kısa bir süre sonra baktım Aziz Yıldırım oturduğu koltuğu terk etmiş. Neden? Parasıyla, gücüyle şampiyonluğu satın alamadığı için mi?

Kibiriyle yarattığı sırça köşkler yerle bir olduğu için mi?

Aziz Yıldırım’ın sorunu, "Paramız var pulumuz var, gücümüz var, sorunumuz yok, istediğimizi alır, istediğimiz satarız" edasıyla ortada dolaşması, her şeyi paraya dayandırması, ortaya garip bir şımarıklık dalgası yayması.

Galasaray’ın şampiyonluğu bir kez daha gösterdi ki bu işler parayla pulla olmuyormuş, her şeyin başı para değilmiş. Futbolcuları paradan başka motive eden şeyler de varmış.

Geçen hafta maçlardan önce yanımda, yöremde, ötemde konuşulanlara dikkat ettim. Fenerbahçeliler dışında herkes Galatasaray’ın şampiyon olmasını istiyor. Nedeni de Aziz Yıldırım’ın enerjisiyle ortaya çıkardığı şımarıklık dalgası.

Fenerbahçe’nin her zaman starlardan oluşan, biraz yukardan bakan ayrı hoş bir havası vardı ama hiç bu kadar efsane ünlülerin takımı "Cosmos" gibi algılanmamıştı. Bu havayı yaratan tamamen Aziz Yıldırım.

Aziz Yıldırım Fener’e yeterince hizmet etti. Takımı parasal açıdan iyi bir yere getirdi ama görüyorum ki sadece paraya dayanan, yanlış da bir ruh aşıladı. Fenerbahçeliler parasına, puluna, iktidarına bakmadan Aziz Yıldırım’dan kurtulmalı. Fenerbahçe titremeli ve gerçek asil ruhuna dönmeli. Dönerse kazanan kesinlikle o olur.

Adnan Polat

Adnan Polat’ın Galasaray’da yönetime girmesiyle Galatasaray’ın üzerindeki ölü toprağının kalktığı bir gerçek. Polat’ın enerjisi doğru yere kanalize edilince tadından yenmiyor. Yanlış yere kanalize olduğunda ise her türlü kaosu yaratma becerisine sahip.

Galatasaray’ın şampiyonluğu nedeniyle Polat’ı yürekten kutluyorum ama hala Fenerbahçe maçı öncesi Demirören’le yediği yemeğin doğru olmadığını söylemeden de geri duramıyorum. Her şey bittiğine göre Polat bana o yemeğin gerekçesini açıklamalı?
Yazının Devamını Oku

GD’ler kanserojen mi

15 Mayıs 2006
GEÇEN hafta başlıktaki soruyu sormuştum. "Genetiği Değiştirilmiş" mısırdan elde edilen şeker (früktoz) kanserojen olabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak önemli çünkü şekerin pancardan üretilmesini, şeker kotalarının devamını isteyenler bu soruyu gündeme getirerek devletin ithal mısırla nişasta bazlı şekerin önünü açmasını istemiyorlar. (Çünkü şu anda Türkiye’de gen transferine izin verilmiyor. İthal mısır ve soya ürünlerinde ise gen tranferi olma olasılığı fazla)

"Früktoz Kanserojen mi" sorusunu yanıt vermek için de önce "Genetiği Değiştirilmiş" ürünler kanserojen mi ona bakmak gerekiyor.

Bu konuyu biraz araştırınca Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi Prof.Dr. Selim Çetiner’in 2004 yılında "Modern Biyoteknoloji Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Gıda Güvenliği Konferansı’nda sunduğu "Tarımsal Biyoteknoloji ve Gıda Güvencesi: Sorunlar ve Öneriler" başlıklı tebliğine ulaştım.

Bu tebliğde Çetiner şöyle bir sonuca varıyor:

"Avrupa Birliği ülkelerindeki yoğun kamuoyu endişelerini giderebilmek amacıyla 13 AB üyesi ülkeden 65 bilim insanının katılımıyla 3,5 yıl süren ve 11,5 milyon Euro harcanarak yürütülen Entransfood projesi, halen üretilip tüketilmekte olan genetiği değiştirilmiş ürünlerin insan sağlığı açısından klasik yöntemlerle elde edilen ürünlerden daha tehlikeli olmadığını ortaya koymuştur (Kuiper ve arkadaşları, 2004). "

Ve Çetiner yine kanıtlarla Genetiği Değiştirilmiş ürünlerden ziyade normal yetiştiricilikte kullanılan kimyasal ilaçların insan sağlığı açısından daha tehlikeli olabileceğini vurguluyor.

İşin ilginci "Genetik Transfer" domates, mısır, soya gibi ürünlerin yetiştirilmesinde daha az kimyasal ilaç kullanımı demek. Acaba "Genetik Transfer insan sağlığını tehdit ediyor" yaygarasını kimyasal ilaç üreticileri mi çıkarıyorlar?

Şuna da belirteyim. "Kuiper ve arkadaşlarına" dayanarak Çetiner’in verdiği "GDO’lar temiz" sonucu "geçici" bir sonuç.

Bilimde her sonuç yanlışlığı (ya da doğruluğu!) bir kez daha ispatlanana kadar geçicidir. Yılların "Genetiği Değiştirilmiş" ürünlerle ilgili neler getireceğini gelecekte yapılacak araştırmalar belirleyecek. Şu anda yapılacak iyi bir "etiket bilgilendirme" sistemi. Mısır, domates, ya da soya.Ya da bu ürünler kullanılarak üretilen başka bir ürün. Genetiği değiştirilerek ya da normal yollarla kimyasal ilaç gücüyle üretilmişse bilmemiz gerekmez mi?

’Murun’ bir şeye mi benziyor

PINAR’ın kuklalarının oluşturduğu farklı ve hoşa giden reklam dilinin Pınar markasını gençleştireceğini, yeniden Pınar’ı "trendy" hale getireceğini ilk reklam filmini izledikten sonra yazmıştım. Pınar gerekli müdahaleyi yapıp kuklaları yaygınlaştırdı, sonuç ortada. Pınar kuklaları ortalığı kırıp geçiriyor. Açılan yeni yolu genişletmek açısından kukla promosyonu da çok doğru bir karar. Ama niye Murun’un kuklası promosyona dahil değil anlamak zor. Yoksa başka ilgili bir organla karıştırılabileceği mi düşünülüyor? Ama benim favorim Murun’du..İki kupona almaya da razıydım. Sizin içiniz kötü diye niye Murun’u elime oyuncak yapmaktan niye beni mahrum bırakıyorsunuz. Niye mi Murun’dan hoşlanıyorum? Sizin içiniz gerçekten çok kötü ya.

Hafif harbi ama olsun

TOPİTOP’un televizyon reklamını izlemediyseniz mutlaka izleyin. Çok güzel bir reklam fikri. Kendisinden ilgili kategoride bir Kristal Elma bekliyorum onu söyleyeyim. Bir kız çocuğu sürekli konuşuyor. Bebeği kendi kırmamış, Melissa’nın kardeşi gelmiş, o kırmış..Arka planda da anne iş yaparken görülüyor. Birden dönüyor ve çocuğun ağzına Topitop’ı sıkıştırıyor. Sonuç mükemmel. Önce müthiş bir sessizlik, peşinden çocuğun "Bebeği ben kırdım" itirafı..İtiraf kısmı biraz Ülker harbi’ye benziyor ama olsun. Topitop tıkıştırma kısmı harika.

Kireç tutması

CALGON’un son reklamı da bildiğimiz ikna taktikleriyle devam ediyor. Yalnız bu kez bildiğimiz tamirci dükkanında değiliz bir süpermarketin deterjan reyonundayız.

Ortada, bağırsakları dışarda çamaşır makinası enkazı Tamircinin elinde kendisini bir akrabadan daha yakından hissettiğimiz üzeri kireç tutmuş makine parçası. Karşıda, kireçli yüzeyi görünce sanki fare görmüşçesine gözleri faltaşı gibi açılmış (buna Calgon reklam sözlüğünde kireç tutması denir) Calgon kadını.

Reklamdan makine parçası üzerinde bir yıkamada 20 gr. bir yılda 2 kg katil kireç biriktiğini öğreniyoruz. Sorun çok açık. Çözüm Calgon.

Hesap dışı bırakılan bir konu var ama. Artık bir yılda Calgon’a ödeyeceğimiz parayla yeni bir çamaşır makinası alabiliyoruz. Hatta bir buzdolabı, bir televizyon alınca çamaşır makinasını bedava veriyorlar. Calgon türü ürünlerin sonu nereye varacak dersiniz!

Çekirgelik

Başarı son değildir ama başarısızlık pekala olabilir.

(B. Parcells)
Yazının Devamını Oku