2 Mayıs 2006
Fenerbahçe-Trabzon maçından sonra maçın hakemi Selçuk Dereli Lig Tv’de soruları yanıtlıyor. Daha doğrusu yüklenmiş i-pod gibi "iyi maç oldu, oyunculara teşekkür" gibi suya sabuna dokunmayan şeyleri tekrarlıyor.
Spiker Dereli’ye, "Trabzon teknik direktörü maçın sonucunu hakem belirledi dedi, ne diyorsunuz" diye soruyor. Dereli, "Kendi takdiridir" gibi yine geçiştirici su sabun muhabbetine devam ediyor.
Sonra stüdyodan Şansal Büyüka ve Erman Toroğlu’nun soruları geliyor.
Dereli Profesyonel Futbol Hakemleri Derneği’ne başkan olmuş, Büyüka kutluyor. Toroğlu her zamanki "Bodos Burhan" tavrıyla Dereli’ye lafı çakıyor: "Büyüka ile aynı kanıda değilim, o makam o kadar matah bir yer değil, orada hakemliğin geriler, geriler..."
Dereli ne desin, gülümsemekle yetiniyor. Dereli ekrandan ayrılırken Toroğlu, "Everest dahil ben yarattım havasıyla" arkasından sesleniyor: "Aferin Selçuk, son haftalarda hakemliğinde ilerleme var, böyle devam et..."
Dereli yine gülümsemekle, kafasını sallayıp teşekkür etmekle yetiniyor.
Şimdi MHK Başkanı Mustafa Çulcu’ya soruyorum: Ağzı bağlı bir hakemi Büyüka ile Toroğlu’nun önüne atıp parçalanmasına göz yummak ne kadar doğru?
Hakemlerin maçlardan sonra kendilerine uzatılan mikrofonlara konuşmaları tabii ki son derece medeni bir yaklaşım. Konuşsunlar... Konuşsunlar ama konuşunca da bir şey desinler.
Susup ya da soruları geçiştirip Büyüka-Toroğlu futbol sirkinde Toroğlu’na yem olduklarında içim acıyor.
Biliyorum ki bizim hakemlerimiz bu kadar aciz değil. Onları acizmiş gibi göstermeye kimsenin hakkı yok..
Haşmet Babaoğlu değil miydi
Haşmet Babaoğlu, Gnctrkcll De La Guarda şovda niye uçmadığımı merak edip köşesinde tahmin yapmış. Herhalde yaş ya da kilo nedeniyledir! Kuyruklu yanlış!
Uçma fırsatı verdiler de biz mi uçmadık. O kadar da hazırlanmıştım üstelik. Ama uçuranlar cinsiyet ayrımcılığı yaptılar. Tabii ki onların aradığı şeyler bizde yok.
Haşmet Babaoğlu, çadırın içinde beni göremediğini de yazmış ama ben onu gördüm.
Gözlerini faltaşı gibi açmış, havada uçuşan akrobatları izliyordu.
Akrobatların, uçurdukları kızları havada hamur gibi yoğurduklarını görmesine rağmen de "beni de beni de" deyip ellerini havaya açıyordu.
Yoksa gördüğüm Haşmet Babaoğlu değil miydi?
Çok izlenen dizi yazmak
Sürekli, "Fikrim var, öyküm var, senaryom var ne yapayım" diye mesajlar atıyorsunuz. Alın size yeni bir kitap: Dizi Senaryosu Yazmak.
Türkiye’nin en köklü iletişim fakültelerinden Anadolu İletişim’in iki hocası, Feridun Akyürek ve E. Nezih Orhon sanki sizi duymuşlar, "çok izlenen dizi yazma kılavuzu"nu önünüze koymuşlar.
Kitabın ilk bölümünde diziler sit-com’lar, pembe diziler, Aliye’ler diye sınıflandırılmış. İkinci bölümde ise dizi senaryosunun öğeleri açıklanmış. Son bölümde ise yazılan senaryonun pazarlama aşamalarına ışık tutulmuş. Bol bol örneklerle de teknik konular enine boyuna açıklanmış.
Kitapta dizilerin önemini şöyle belirtiyor yazarlar:
"Televizyon birçok biçimde tanımlanır: göz sakızı, us için çöp gıdası, tuzak tüpü, aptal kutusu, zaman israfı... Hakkında ne söylenirse söylensin yine de televizyon eğlence gereksinimine eğemen yaygın bir araç..."
Hálá duruyor musunuz? Koşun alın bir dizi yazarlığı kitabı. "Fikrim var, ben de yazarım, vaktim olsa kağıtlar ağlar" demesi kolay. Okuyun önce şu kitabı. Öğrenin tekniği mekniği, hálá "fikrim iyi, ben de yazabilirim" diyorsanız, önünüz açık, kim ne derse desin televizyon "öğrenmek değil eğlenmek için" önünde zaman geçirilen bir araç.
Türkiye’de son on yılda 600 dizi çekildi, televizyon yaşadıkça da daha çoook dizi çekilecek.
Eğlendirirken bir şeyler de öğretebilirseniz size ne mutlu.
(*) Akyürek F. ve N. Orhon (2006) Dizi Senaryosu Yazmak, Mediacat.
Tırtıl
Yapmak yavaştır ve yıllar süren emek ister. Yıkmak ise tek bir günün düşüncesizce eylemi olabilir (W. Churchill)
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2006
TANRILAR iktidarlarının devamı için Ülker’in 25 milyon dolarlık ceza almasını istedi! Buradan yola çıkarak "Şeker kotası" nın oluşturduğu pazarın "Cola Turka ve Pepsi" aleyhine haksız rekabeti körükleyen sonuçlar doğurduğunu yazdım. Önce Cargill Türkiye Murahhas Aza’sı Mustafa Sayınataç’dan yanıt geldi. Özetle diyor ki: "4634 sayılı Şeker Kanunu’nun amacı, yani kısıtlayıcı kota uygulaması bizler tarafından da eleştirilmiş ve tıpkı sizinde her zaman vurguladığınız gibi, serbest ekonomi kurallarının geçerli olması bizler tarafından da ısrarla talep edilmiştir. Fakat taleplerimiz kabul görmediği için bizler de Şeker Kanunu hükümlerinde 4 senedir faaliyetimizi sürdürüyoruz.
Cargill, kota uygulaması başlamadan önce sahip olduğu piyasa payını korumaktadır.
Kanun’daki tanım gereği, şahsımın Şeker Kurulu üyeliği için öneri Amylum firması tarafından yapılmıştır.
Türkiye’de gazlı içecek sanayinin nişasta bazlı fruktoz talebi 330-350 bin ton aralığında gerçekleşmekte ve yılda % 10-15 artış göstermektedir. 351,000 tonluk kota kısıtlaması ile Nişasta Sanayi bu talebe yaklaşık 230 bin ton ile karşılık vermekte (120 bin ton glukoz talebidir), açıkta kalan 120-130 bin ton ise pancar şekeri ile karşılanmaktadır.
Coca Cola, Pepsi ve Cola-Turka üreticilerinin her üçü de Cargill’in müşterisidir. Düzenli olarak her sene Cargill’den fruktoz almaktadırlar. Ayrıca bu firmaların fruktoz talebi sadece Cargill tarafından değil sektör tarafından da karşılanamadığı için üç firma da eksiklerini pancar şekeri takviyesiyle karşılarlar."
Yorum: Gördüğünüz gibi Sayınataç da "kota kısıtı haksız rekabet yaratıyor" diyor. Cargill’in eski olması, yatırımlarının fazla olması onun pazar payının korunmasının nasıl garantisi olur ki! Böyle bir piyasada Cargill’in başı Şeker Kurulu üyesi olursa "garanti" nin tartışmalı olması normal değil mi?. Cargill niye en fazla "tatlandırıcıyı" kime veriyor sayın Sayınataç? Rakamları ve nedenleri açıklasanız..
TATLANDIRICI TADI ŞEKERE DENK Mİ
İkinci yanıt Coca-Cola Avrasya ve Ortadoğu Bölümü Başkanı Ahmet C. Bozer’den. Yine özetleyerek yayınlıyorum:
"Coca-Cola Şirketi’nin Cargill ile küresel boyutta "özel işbirliği" yoktur. Cargill, Türkiye’de ve dünyada, Coca Cola’nın şeker tedarikçilerinden yalnızca biridir. Coca-Cola, Türkiye’de Cargill’den pazar payından çok daha düşük oranda mısır nişastası şekeri alır. Coca-Cola Şirketi, Cargill dışında, diğer nişasta şekeri üreticilerinin yanısıra, pancar şekeri fabrikalarından 50 bin ton alımıyla, Türkiye’de şeker sanayiinin önemli müşterilerinden biridir."
9 Mart 2005 tarihli Referans gazetesinde yayınlanan "Pendik Nişasta’da Ülker Cargill’le Ortak" başlıklı haberde "...Cerestar’ın Cargill tarafından satın alınmasıyla 2002’de Ülker grubu ile Cargill ortak haline geldi" ifadesine de dikkatinizi çekmek istiyor ve konuyu incelemenizi öneriyorum.
Yazınızda yine diyorsunuz ki: " Türkiye’de Cola tüketiminde "ideal" ürün tadını belirleyen Coca-Cola, Coca-Cola’nın tadını belirleyen ise mısırdan yapılan nişasta bazlı şeker."
Bu ifadeyi de düzeltmek istiyorum :
Coca-Cola üretimi ilk başladığında, 1886 yılında nişastadan şeker üretimi teknolojik olarak mümkün değildi. Amerika’da o dönemde şeker bir tek pancardan üretiliyordu. Yani, Coco-Cola’nın tadındaki unsurlardan sadece biri olan şekerin asıl kökeni nişasta değil, pancar şekeridir. Coca-Cola’nın ideal fomülünde de şeker dışında birçok madde olduğu sanırım herkes gibi tarafınızdan da bilinir. Nişasta şekeri ya da kimi ülkelerde şeker kamışı şekeri, tadı ancak pancar şekerine denkliği onaylanırsa kullanılır.
Bunun dışında, Türkiye’de nişastadan şeker üretiminin 4 yıllık, Coca-Cola’nın Türkiye’deki liderliğinin ise 40 yıllık bir geçmişi vardır. "Nişastadan yapılan şeker kullanımına bağlı liderlik" iddianız, yazdıklarımın ötesinde, sizin de çok iyi bildiğinize inandığım piyasa gerçekleri tarafından yalanlanmaktadır.
Yorum: Yazımda sadece "Cola" dan söz ettim. Coca-Cola Company’nin diğer ürünlerinde pancar şekeri kullandığını biliyorum. Ama Coca Cola "Cola"sında sadece "tatlandırıcı" (f55) kullanıyor. f 55 "tadı pancar şekerine denk" ürün. Yani şeker değil. Bu denkliğin günün sonunda formüle girdiğinde tıpatıp pancar şekerinin tadını vermediğini dünya alem biliyor. Soru şudur sayın Bozer: Coca-Cola şu anda Cargill’den aldığı f55 yetmezse, "Cola" üretiminde f55 yerine pancar şekeri kullanır mı? Yoksa % 136 vergi ödeyerek dışardan f55 getirir mi? Yanıt bekliyorum... Bu konuya devam edeceğim.
Ankara-İstanbul arasında da özelleşme şart
İKİ hafta önce havayolunda Ankara-İstanbul hattını özelleştirmeyen AKP hükümetini ve THY’nin sürekli "hatlarımız şu anda dolu" mesajı veren çağrı merkezini eleştirmiştim. Basın danışmanı Ali Genç aşağıdaki mektubu gönderdi. Yanıt hakkı kutsal, özetleyerek yayınlıyorum: "İstanbul-Ankara hattında da ekonomi sınıfı ücret seviyeleri 69 YTL ile 159 YTL arasında değişmekle olup , seferlerimizin tamamında 129 YTL seviyesinin üzerinde satış yoktur. Şubat-Mart aylarında bu hatta satılan ekonomi sınıfı bilet satışlarımızın yüzde 40’ı en düşük üç seviyemiz olan 69-79-89 YTL’den yapıldı. Sözkonusu aylardaki İstanbul-Ankara ekonomi sınıfı ortalama ücretimiz ise 104 YTL olarak gerçekleşti. Türk Hava Yolları tüm uçuş noktalarında olduğu gibi İstanbul-Ankara hattında da yolcularına daha uygun fiyata uçma olanağı sağlıyor. 444 0 849 No’lu çağrı merkezi ile ilgili eleştirilerinize ise hak veriyoruz. Bu konuda THY çeşitli adımlar attı. Son üç yılda yolcu sayısını 10 milyondan 15 milyona çıkaran THY filosunu büyütmüş, uçuş noktalarına 24 yeni hat ilave etmiş, bazı hatlarda da uçuş sayılarını artırmıştır. KPSS sonucuna göre çağrı merkezine 300 eleman aldık. Eğitimleri devam eden bu arkadaşlarımızın önümüzdeki günlerde devreye girmeleriyle birlikte müşterilerimiz daha iyi hizmet alacaktır."
Yorum: Rekabetin gücünün THY’yi de adam ettiği çok açık. Bu hatta "Business" koltukların hálá çok yüksek fiyattan satıldığını unutmayalım. THY’nin "ekonomik" koltuklarda fiyat düşürmüş olması Ankara,İstanbul hattının özel havayollarına açılmamasının gerekçesi olamaz. Hat özelleştiğinde kimin ne fiyattan satacağını önceden bilmek mümkün değil. Rekabetçi piyasanın güzelliği de burada.
Aliye, Müco, Oxy, takipdeyim
İKİBUÇUK yıl oldu Aliye dizisinde iki çocuğa yer bulunamadı. Aliye’nin Müco’su Dizayn Grup reklamında. Bu kez Müco konuşuyor konuşuyor reklam bitmiyor. Konuşmalardan anladığım kadarıyla ortada yeni bir ürün var: Dizayn Oxy Plus. Folyosu ortada, traş istemiyor, yormuyor, firesi yok, kombinin radyatörün ömrünü uzatıyor, ustanın işi bitiyor, kafası rahat oluyor. Durun ya. Bu reklam değil resmen brief. Reklam ajansı yanılıp reklam yerine reklamverenden aldığı briefi yayınlıyor galiba. Yakında Oxy’nin reklamı da başlar herhalde! Takipteyiz.
Çekirgelik
CEO’ların görevi az çok ilgiyi dağıtmak ve işleri rutin temelde yürütmektir
(P. Houston)
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
MURADOĞLU Çay Sanayi’nin sahibi Aziz Muradoğlu’ndan ders gibi bir e-posta aldım: "Hipermarket Yasasına Dair Düşünceler" başlıklı yazınızda KOBİ’lerin kanayan yarasına parmak bastınız. 1997’de ürün vermeye başladığımız BİM, iki yıl sonra aynı ürünü Şok marketlerine de vermeye başlayınca, bizi çağırarak, ’bizim ambalajı sadece kendi marketlerinde satmak istediklerini aksi takdirde raftan çıkaracaklarını’ söyledi. Biz de yeni bir ambalaj tasarımı yaptık ve önce BİM yöneticilerine sunduk. Ancak onlar, bu teklifimizi reddederek 1988’den beri oluşturduğumuz markayı sadece kendilerine vermemiz konusunda ısrarcı oldular. Biz de yeni ambalajı piyasadaki mevcut müşterilerimize, ’ambalaj değişikliği yaptık’ diyerek vermeye devam ettik. 2006 sonu itibariyle toplam satışlarımızın yüzde 60’ını BİM, geri kalanını Migros, Şok, Tansaş, Dia, Gima başta olmak üzere bazı lokal zincirler oluşturmaktaydı. 1997 yılından bu yana BİM zincirleriyle, gerek sevkıyatta gerek ürün bazında hiçbir sorun yaşamadık. Ama 2006’da rafa bizim yanımızda yüzde 25 daha ucuz fiyatlı PL ürün koydular, bizi rafta böldüler. Nisan 2006’da bizim ürünümüzü raftan çıkardılar. 1 Ocak-30 Mart tarihleri arasında rafta PL yüzde 25 daha ucuz olmasına rağmen, satışlarımız yüzde 35 azaldı. Sadık bir müşteri profili oluşturmuştuk. Bir anda 1 milyon 200 bin YTL ciro kaybettik. Yıllarca emek verdiğimiz markamız ve pazarımız yok oldu! KOBİ’ler açısından ölüm meselesi, ’Yeni Hipermarket Yasasını’ daha çok yazın lütfen."
YORUM: Bu olay gerçekten ders gibi... Hipermarketleri, marketleri büyütürken küçük ve orta ölçekli üreticileri ezdirmemek şart. Yeni yasayı, bu gözle okumak lazım. Varolan sistemde BİM’in suçu yok. Muradoğlu, kendi markasını kendi tercihiyle, tek alıcıya ’özel marka’ yaparak hayatının hatasını işlemiş. BİM de değişen iş modeli gereği, tek tedarikçiye çok bağlandığını görüp, alternatif yaratmış. Siz siz olun, elinizdeki malın yüzde 20’sinden fazlasını tek ’aracıya’ bağlamayın.
Şartlı laik refleks
AKP’nin bir ilçe başkanının törende sakız çiğnedi diye tutuklanması da kabul edilir bir şey değil. Temsili olarak törende ’çarşaflı öğrenci’ yürüttü diye birileri hakkında soruşturma açılması da.. Ama tutuklananlar ve soruşturma açılanlar suçu ’laik refleks’leri şartlı hale getirenlerde arasınlar. ’Demokrasi amaç değil araç’ diyeceksin, 21 yaşındaki imam hatipli çocuğa (!) 23 Nisan koltuğunu vereceksin, bürokrasi kalelerini eşi türbanlılarla donatacaksın, sonra da kalkıp, "Şartlı laik reflekse", "Olmuyor ama" diyeceksin. Elinizi vicdanınıza koyun. Oluyor mu?
TÜRKİYE İş Kadınları Derneği’nin, Dünya İş Kadınları Zirvesi Başbakanımız Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın himayelerinde yapıldı. Emine Erdoğan’la "iş kadını" konsepti arasında bir bağlantı kuramadım bir. Türkiye’ye "iş kadını" konsepti altında gelen Ortadoğulu lider eşleriyle de "dünya" bağlantısını kuramadım iki. Kuran var mı?
PO’nun GP2 reklamında İstiklal Marşı’nın melodisini kullanıyor. "Olur mu, yapılır mı" diyen çok sayıda e-posta aldım. Niye olmasın ki? PO reklamına ve verdiği "Tarihte ilk kez dünya pistlerinde" mesajına İstiklal Marşı çok yakışmış. İstiklal Marşı ile alay eden yok, onu aşağılayan yok. Aksine reklam İstiklal Marşı’nı çok özenle kullanmış, onu yüceltmiş. Keşke İstiklal Marşı daha fazla reklamda kullanılsa, keşke bizi bir arada tutan ulusal değerler daha fazla günlük hayatımıza girse. Keşke.. Öyle ihtiyacımız var ki!
Hangisi doğru
YENİ bir boyamız oldu: Düfa. Burhan Öçal ve 32 kısım tekmili birden darbukacıların oynadığı reklamın sonunda, slogan "Boyanın ustası Düfa şimdi Türkiye’de" diyor. Sorum şu: Bu reklamda Burhan Öçal ve diğer darbukacılar neyi temsil ediyor?
A) Boya B) Boyacı C) Boya Üreticisi D) Duvar Sahibi E) Duvar.
Şimdi de aynı soruyu Kale Color reklamındaki Rıdvan için soruyorum. Rıdvan kimi temsil ediyor?
A) Boya B) Boyacı C) Boya Üreticisi D) Duvar Sahibi E) Duvar
Şimdi de Filli Boya reklamındaki Ayten Alpman için aynı soru.
Ayten Alpman neyi temsil ediyor?
A) Boya B) Boyacı C) Boya Üreticisi D) Duvar Sahibi E) Duvar.
Sondan bir önceki soru boyada marka kararını kim, neye göre verir? Ve son soru: Hangi reklam daha doğru? Siz biraz çalışın, gerekirse dershaneye falan gidin. 19 Haziran’da sonuçları açıklarım.
Bu sergi Türkiye’yi dolaşmalı
GEÇEN pazartesi Uğur Dershanesi Ankara’da şube açıyormuş, bir de ’Eğitim’de Yeni Teknolojiler Sergisi’ düzenliyormuş. "Dershane açılışı işte!" dedim, burun büktüm. Ama "Eğitim ve Yeni Teknoloji" birleşince ilgimi çekti, kalktım uçtum Ankara’ya.
Çocukluğum, gençliğim Ankara’da geçti, bu yüzden Ankara’yı çok severim. Havaalanından Necatibey Caddesi’ne ulaşana kadar, gördüklerimle epeyce bir nostalji yaptım. Dershaneye girince tam bir şoke durumu!..
1978 yılına geri dönüp, bir daha dershanede okuyasım geldi. Bilgisayarlı çalışma kabinleri, kütüphaneler, konferans salonları, laboratuvarlar. Gezin çoğu üniversiteyi, çoğu fakültede bu kadar donanım, bu kadar eğitim mekanı göremezsiniz.
Benim dershanem Ankara’da, Arı Dershanesi idi. Bir de çakallık yapmak için Büyük Dershane’ye gider gelirdik. O günden bu güne gördüğüm gelişme dudak uçuklatan cinsten. Uğur Dershaneleri’nin Necatibey’deki yeni yeri Türk dershane tarihinde bir dönüm noktası bence... Belki de Türk eğitim sisteminde... Herkes gidip bir kere görmeli...
Eğitim Teknoloji Sergisi’nde kafayı oynatıyordum. Dünyanın en büyük dokunmatik ekrana sahip plazması karşımda. Ekran büyüklüğü 50 inç (127 cm). Parmaklar, fare gibi kullanarak ekrandaki her şeyi kontrol edilebiliyor.
Dijital yayıncılık yazılımı sayesinde ekranda fare kullanarak dergilerin sayfaları çevriliyor. Gazetenin sonu gelmez ama gelecekte dergicilik bitecek mi, ne!
Portatif video konferans cihazıyla, öğrenci evinden dershaneye bağlanıp dersi takip edebiliyor. Hem de internet üzerinden televizyon yayını alabiliyor.
İnteraktif tahtada doğrudan parmakla işlem yapılıyor. Tahta yazılımı içinde 5000’den fazla animasyon, resim, video veya metin formatında eğitim malzemesi var.
Mimioyla normal tahtayı interaktif bir tahtaya dönüştür.
Anında test paneli süper bir düşünce! Öğrencilerde birer kumanda... Dersin bir yerinde, hoca bir soru soruyor. Öğrenci elindeki kumandaya basıp doğru şıkkı seçiyor. Öğrenci, ne zaman soru geleceğini bilmediği için, sürekli derse odaklanmak zorunda. Eğer sınıfın çoğunluğu yanlış cevap vermişse, öğretmen de konuyu yeniden anlatabilir. Öğrenci yanıtları gizli, öğrenci üzerinde sınıf baskısı etkisi sıfır.
"Vauuu, öğrenciler yandı" diyorsunuz değil mi? Vallahi yanmışlar. Teknoloji peşlerinde... Tabii ki hocalar da, eğitim kurumları da. Teknoloji enselerinde..
Tüm Türkiye’nin ’eğitimde dünya nereye gidiyor’u anlaması için bu serginin Türkiye’yi dolaşması şart!
Hem Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ten hem de Bahçeşehir-Uğur Eğitim Kurumları Başkanı Enver Yücel’den bir ricam var. Bu yeni teknolojileri, şehir şehir, okul okul gezdirsinler. Dost, düşman dünya eğitim teknolojisinde nereye gidiyor görsün... Türkiye’nin nereye gitmediğini de.
’Televizyonda’ efsanesi çöküyor
YILLARDIR onlara televizyona bu kadar yüklenmenin, bu kadar ucuzlatmanın doğru olmadığını söylüyordum. Beni dinlemediler. Dört büyük kanalla ’öldürücü’ fiyatlarla yıllık anlaşmalar yaptılar. Büyük kanalları, tümünü birden kullanmayı, biraz da yanlarına çeşni diye ’ölçülmeyen’ kanalları eklemeyi medya planlaması saydılar.
Ne oldu? Kanallar (ve kamikaze satışçıları) yaşamak için pazar payı küçük, ya da Anadolu markalarına yöneldi, onlara yüksek fiyattan reklam yeri sattılar. Büyük markalar, bu kez istedikleri zamanda istedikleri yerleri bulamamaya başladılar. Kışın kuşaklara ucuza giremediler, yazın ucuz yeri, pahalıyla aldılar. Şimdi akılları başlarına geldi. Kampanya bazında ’akıllı planlama’ diyorlar. Televizyonun mitinin yanlış olduğunu kafa göz yara yara öğreniyorlar. Doğrusu da bu.
Türkiye’de AGB verilerini ayrıntılı inceleyen bir göz televizyon izleyicisinin ancak yüzde 60’ının ’sıkı’ izleyici, geri kalanının ise ’seyrek’ izleyici olduğunu görür. Ve de ’seyrek’ izleyiciler genellikle hem gelir hem eğitim açısından ortalamanın üzerinde olma eğilimdedirler. Reklamveren bütçesini bu seyrek izleyiciye televizyonda ulaşmak için artırırsa başarılı olamaz. Olan sıkı izleyicinin daha fazla reklamı görmesi ve kampanya verimliliğinin düşmesidir.
Çözüm ’akıllı çapraz medya’ planlaması. John Philip Jones’un (*) da dediği gibi, televizyonu, basını, radyoyu, interneti, sponsorluğu gerektiği kadar kullanmalı. Şu sıralarda Türkiye’de büyük reklamveren ’akıllı medya’ planlamasını zorunlu olarak öğrenme süreci içine girdi. Önümüzdeki günler bütçeler daha akıllı kullanılacak. Hayırlı olsun.
(*) Efsane reklam bilim adamı John Philip Jones’un Fables, Fashions and Facts About Advertising (Masallar ve Gerçeklerle Reklamcılık) kitabının çevirisi sonunda Mediacat’ten çıktı.
Jones bu kitapta reklamcılığı doğru bilinen 28 yanlışını tek tek masaya yatırıyor ve reklamcılığı gerçekte nasıl işlediğini mükemmel örneklerle anlatıyor. Reklam bütçesinin ne kadarının boş gittiğini öğrenmek isteyen her reklamveren Jones’un bu kitabını mutlaka ezberlemeli.
Çekirgelik
Uzanlar’dan, (parti reklamı için) 925 milyar TL almışım, 1 trilyon bile değil.
(Ali Taran)
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2006
’Pseudo-event" (yapay olay) kavramını 1973 yılında habercilik literatürüne sokan Daniel J.Boorstin. Boorstin’in tanımına göre "yapay olay" uçak düşmesi, tren çarpışması gibi doğal bir olay değil. Yapay olay, önceden haber değeri taşısın diye planlanır, uygulanır. Yaşadığımız çağda okuduğumuz haberlerin neredeyse yüzde 75’i "yapay olay"lardan beslenir. "Yapay olay"da gazeteci "gerçek mi?" sorusunu sormaz. "Haber değeri var mı?" sorusunu sorar.
Hemen bir "yapay olay" örneği verelim. Seda Sayan ve Nihat Doğan kıskançlık yüzünden ayrılmışlar. Nihat Doğan, Seda Sayan’a çiçek gönderen birine kızmış, ona tokat atmış. Seda Sayan da "Aaaaa artık bu kadarı yeter! Ayrılmalıyız" demiş. Ayrılmışlar.
Olayın haber değeri var mı? Var. Peki olay gerçek mi? Olayın haber değeri varsa, gerçekmiş yalanmış kimi ilgilendirir!
Nihat Doğan’ın yeni albümü çıkmış, albüme Seda Sayan’la birlikte klip çekmişler, klibin de albümün de gündeme gelmeye gereksinimi varmış, Seda Sayan’ın programının ratingleri sallanıyormuş kimi ilgilendirir!
Bilmem "yapay olay" nedir anlatabildim mi? Sorun, artık yapay olayları gerçek olaylardan ayırabilmekte değil, gerçek olayları yapaylardan ayırabilmekte.
Bu sorunun çözümü de medyada çalışanların "ikna" denilen canavarın tüm kurallarını bilmeleri ve "gerçeğe" biraz daha fazla odaklanmalarını gerektiriyor.
Alın bir örnek daha. Geçtimiz 23 Nisan’da TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın koltuğuna 21 yaşında imam hatipli bir çocuğun (!) oturması yapay olay mıydı gerçek olay mıydı?
Haber değeri olduğu kesin, peki gerçek miydi? "Gerçekti koca adam gitti, koltuğa oturdu" diyorsunuz değil mi? Ben de, yapay bir olaydı diyorum. Önceden bir yerlere mesaj vermek için planlanmıştı.
Hadi biraz daha ileri gidelim; 23 Nisan kutlaması yapay bir olay mı yoksa gerçek bir olay mıdır? 23 Nisan’da "Egemenlik milletindir" mesajını pekiştirmek için her yıl yinelenen bir ritüel değil midir?
O halde iki yapaydan bir gerçek çıkar mı? Kafanız karıştı değil mi? Karışsın karışsın... Bir şeyleri öğrenmek için önce karışmak lazım.
The Marmara’nın mimarı
Geçen hafta The Marmara Antalya ile ilgili anıları yazarken projenin dekoratör-danışmanı Cristian Allart’dan "mimar" gibi söz edince, projenin gerçek mimarları biraz bozulmuş. Aşağıdaki e-postayı gönderdiler:
"Mimarlar, ülkemizde eserlerinin temel atma ve açılış törenlerinde, medyada yapılan tanıtımlarda da kendi isimlerinin unutulmasına alışmışlardır. The Marmara Antalya oteli ile ilgili yazınızda, eksik bilgi verildiğini düşünüyoruz. Yazınızda çok güzel belirttiğiniz İTÜ’lü yaratıcı Sayın Oğuz Gürsel gibi, otelin tasarımcıları da İTÜ’lü mimarlar Ertur Yener, Erdoğan Elmas, Zafer Gülçur’dur.
Bildiğiniz gibi bir mimari tasarımın oluşmasında, mimarların koordinasyonu altında farklı disiplinlerin rolü ve emeği vardır. Ekte sunduğumuz listedeki kişilerin emeklerini unutarak mimar olmayan Mösyö Allart’ı otelin mimarı olarak tanıtmak, bizi olduğu kadar sizi de üzecektir." (Erdoğan Elmas)
Yorum: Niye yalan söyleyeyim, iki günlük The Marmara gezisinde kimse yukarıda sayılan isimlerden söz etmedi. The Marmara broşürlerinde de isim göremedim. Hatanın bende olduğunu sanmıyorum. Yine de özür.
Mutabakatla faşizm de gelir mi
Nerede bulunursam bulunayım, eğer orada bir Remzi Kitabevi varsa şöyle bir uğrayıp ne var ne yok bakmak (yarım saattten az takıldığım görülmemiştir) en büyük takıntım. Remzi, keyifli kitap satış noktası olma işini çok iyi becerdi. Aynı yurtdışında bir kitapçı geziyormuş gibi zevk alıyorum. Neredeyse beynimin suyu akıyor.
Geçen hafta sonu yine Akmerkez’deki Remzi’yi şöyle bir kolaçan ettim. Ünlü tarih ve coğrafya profesörü Felipe Fernandez-Armesto’nun "Ideas that changed the world" (Dünyayı değiştiren düşünceler) kitabı portakal rengi kabıyla ilgimi çekti. İçini şöyle bir karıştırdım, çok hoşuma gitti.
2004 yılında basılan kitapta Armesto, milattan önce 30 bin yılından başlayarak dünyayı değiştiren önemli düşünceleri, ansiklopedik bir anlayışla özetlemiş, ilgili düşünceyi anlamak için de örnekler ve kaynaklar vermiş.
Atladım tabii ki hemen kitabın üzerine. Hafta sonum kitabın içini karıştırmakla geçti. Neler var neler. Sırasıyla insan eti yemem düşüncesinden ölüm düşüncesine, ölümden sonra yaşam düşüncesinden totem düşüncesine her düşüncenin ilk kez nereden çıktığını görmek mümkün, hem de hap gibi. Kitabın 255’inci sayfasına geldim. Konu laiklik düşüncesi... Armesto yine hap şeklinde Batı’nın nasıl rahiplerden siyaseti arındırma mücadelesi verdiğini özetlemiş. Voltaire’le başlayan Aydınlanma Çağı’nda kilisenin nasıl siyasetten elini çektiğini anlatmış. Ve o ne! 255’inci sayfada "laik dil" başlığı altında Musatafa Kemal Atatürk var. Hani onu, Latin harflerini öğretirken gösteren ünlü resmi eşliğinde. Başlığın altında da ayne şöyle yazıyor:
"Türkiye’yi, 1923 yılında Türk dilinin (Arapça) Batılılaşmasını da kapsayan sosyal ve siyasi bir programı devreye sokarak laik bir Cumhuriyet yaptı."
Her ulustan sayısız düşünce mimarının yer aldığı kitapta, laiklik düşüncesinin altında Mustafa Kemal adını görmek beni ne kadar mutlu etti anlatamam.
Ve o an gözlerimin önüne "Laiklik yeniden yorumlanmalı" diyen, laik tüm kurumlara savaş açan Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Bülent Arınç geldi. "Getirin meclise türbanı ve imam hatip katsayısını, halledelim" diyen Bülent Arınç. Sonra Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanıtı gecikmedi aklıma gelmekte: "Mutabakat istiyoruz! "Mutabakatla değiştireceğiz"
Neyin mutabakatı bu! Neyi değiştiriyorsunuz? Laikliğin tanımını mı? Dünya düşünce tarihinde çığır açan Mustafa Kemal Atatürk’ün laiklik tanımını mı? Mutabakatla... Faşizmi de "mutabakatla" getirebilir miyiz!
Getiremeyiz değil mi? Peki meclise getirsek Bülent Arınç halledebilir mi?
Havada uçuşan adrenalin
Gnçtrkcll, birinci yılını kutlarken günün anlam ve önemini belirten De La Guarda isimli bir gösteriyi getirmiş. "Seni de uçuracağız" dediler, kalktım (gnciz tabii ki) gittim. Gerçekten ilginç, ufuk açıcı bir deneyimdi. Müzik, dans, ışık ve su kolkala girmişler, havada oradan oraya zırt pırt uçan insanların eylemlerine anlam katıyorlar. En ilginci de izleyicilerin de havada uçuşan adrenalinden payını alması. Tabii ki sudan da... Baktım ortalık çok sulu olmaya başlıyor ben hafifçe kapıya doğru yanaşıp, soluğu dışarda aldım. Aklım içeride gösterinin sonunda kalmadı desem yalan olur. Uçtum mu? Uçacaktım uçacaktım ama uçanlara havada yapılan "sıkıştırmayı" görünce vazgeçtim. Adamlar ellenmedik yer bırakmıyorlar valla. Meraklısı varsa kaçırmasın.
CUMA İTİRAFI
kara_ipler; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 22; İl: İstanbul
Türbanlıyım. Üniversitede okuyorum. Ailem çok tutucudur fakat söz konusu üniversite olunca okulda açılmama izin verdiler. Sorun şu ki, ben zaten açık olmak istiyorum. Okulda açılınca keyfime diyecek yok!
Yorum: Her şey çok "açık" değil mi?
CUMA ALINTISI
"Nefret ettiklerinizi bir düşünün, anımsayamazsınız. Unutacağımız kadar değersizler." (Alberto Della Vecchia)
CUMA TAKINTISI
MFÖ’nün "Agu"su bu haftanın takıntısı. Mutlaka alın. Müthiş bir melodik zenginlik var. Kulağınızın pası siliniyor. "Laleler" benim de favorim. Defalarca dinledim doyamadım. Bu arada İsmet Özel’in "Orman değiliz, milli parkız" diyen sözleriyle ünlenen Milli Park şarkısı da çok güzel. Yalnız bu sözlerde bir hata olduğunu düşünüyorum. Milli Park değil de "Ilımlı İslami Park" olduk dense daha doğru olmaz mı?
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2006
İğrenç pankart nedeniyle Fenerbahçe yönetimini eleştirince Fenerlilerin e-posta bombardımanına tutuldum. Haksızlar... Türkiye’de "gÖÖ.sÖ.. mi?" diyen bir pankart bugüne kadar açılmadı, umarım bundan sonra da açılmaz da. Yine de "taraftarlığın" nasıl bir "filtreyle" olayları yorumlamaya yaradığını göstermek için iki okurumun e-postasına yer veriyorum:
İster Fenerbahçeli olsun ister Galatasaraylı ya da Beşiktaşlı, kazananı alkışlamak bir erdemdir. Pankart için özür dilendi. Aziz Yıldırım’ın bu pankartı stadyuma soktuğuna inandığınızı söylemişsiniz. Duyduğunuza göre bu pankart 20 dakika kalmış tribünde. Ben bir Fenerbahçeli olarak üç arkadaşımla beraber maçtan önce beş Galatasaraylı arkadaşıma içeri girinceye kadar eşlik ettim. Maç çıkışı aynı şekilde güvenliklerini sağlamak için elimden geleni yaptım. Kesinlikle holiganizme karşı bir duruşum vardır. Açılan pankart karşısında maraton tribününde çok üzüldük. O pankart orada 30 saniye bile durmadı. Zaten pankart asılmadı, oradaki rezil insanlar tarafından elle tutuldu. Maç çıkışı Galatasaraylı arkadaşlarımı tribünden aldıktan sonra aslında olayın terbiyesizliğini çok da örtmeyecek gerçeği öğrendim. Bir buçuk aydır Fenerbahçe tribünlerinde yapılan asla katılamadığım iğrenç bir tezahürata karşı Galatasaraylı arkadaşlar tepkilerini koymak için bu pankartı yaptırmışlar. Ancak maç öncesi Fenerbahçeli kendini taraftar olarak tanımlayan birkaç zekası kıt arkadaş tarafından darp edilerek ellerinden alınmıştı. Ve maalesef hezimetin üstünü örtmek isteyenlerin önüne serilmişti bu pankart. Utancım sonsuzdur, umarım bu son olur. Siz de Fenerbahçe’ye yüklenince prim yapacağını keşfeden yazarlar arasına girmiş bulunmaktasınız. Yazılarınızın devamı gelecektir.
(İsmet K. ÇELİK)
Yorum: Okurumun iddiasına göre pankartı Galatasaraylılar hazırlamış ama Fenerliler onların elinden almışlar... Söylentiler çeşitli. Sonuçta o pankartın nerede açıldığı ve 20 dakika da açık kaldığı sabit. Fenerbahçe yönetiminin de bu pankartı görmezden gelerek ciddi bir futbol şuçu işlediği de sabit. Söz ettiğim bu.
Acınması gereken kim
Bir Fenerbahçe taraftarıyım. Her şeyden önce adil, eşit ve objektif olmanın gerekliliğine inanıyorum. Tamam, maçta açılan pankartı ben de kınıyorum ama lütfen 22 Nisan maçından çok daha ağır bir şekilde annelerimize küfür edildiğini unutmayın. O zaman FB’den özür mü dilendi ki şimdi özür bekleniyor. "Türk futbol tarihinde sahalarda açılmış en iğrenç bez afiş bu. Bundan daha iğrencini görmedim, duymadım" diyorsunuz. Daha önceki afişler daha iğrenç değil mi, sizin de yazdığınız gibi GS’nin başarıdan başarıya koştuğu zamanlarda FB şapka çıkarmıştı. Ama o GS hiçbir zaman FB’ye şapka çıkaracak olgunlukta, hoşgörüde, objektiflikte olmamıştır, olamamıştır. "Aziz Yıldırım yönetimi benim bile nefretimi kazanmaya başladı" diyorsunuz. "Galatasaray’ı sevmeyen ölsün" diyen üstelik de hipokrat yemini etmiş doktorcukları kulüp başkanlığına getirdiğiniz için, 8-0’lık galibiyetlerle şampiyon olup hakkınızmış gibi 3 yıldız takıp böyle şampiyonlukları şampiyonluktan saydığınız için, Fener’den en parlak zamanınızda bile 6 yediğinizden dolayı bize karşı camia olarak kompleks duyorsunuz. Çünkü, en okumuş ve öğretim üyesi olmuş mensubu dahi böyle yazabilen bir camiadan nefret edilmez, olsa olsa acınır. (Ersin Göker)
Yorum: Kimin acınacak durumda olduğu belli. Daha önce küfürlü pankartların açılmış olması söz konusu iğrenç pankart haklı göstermez. Üstelik bu iğrencin de iğrenci bir pankart. Daha sonra da Galatasaray tribünün de daha ağırı açılacak. Sonra? Bir yerde "dur" demek gerekmez mi? Fenerbahçe’yi başarısı için kutladım. Daha önce de Aziz Yıldırım’ın isminin Saraçoğlu stadyumuna verilmesini isteyecek kadar ileri gitmiştim. Şimdi ise Fener yönetimini futbolu eğlence olmaktan çıkarıp savaşa dönüştürme gayretlerini gördüğüm için eleştiriyorum. Acaba tarafsız kim?
Tırtıl
Teknoloji bize daha fazla şey saklamak için yer sağlıyor bu daha fazla şeyi kaybedeceğimiz anlama gelir (Jan Jasper)
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2006
Esma Sultan’ın ön kapısından içeri girip, binaya doğru yürümeye başladığımda "Niye yemedim içmedim Müslüm’ü dinlemeye geldim? Bu gelişte Murathan Mungan’ın adının rolü ne?" diye kendime soruyordum. Binanın girişine ulaştığımda beni bu "lansmana" getiren şeyin "yeni bir şeyi ilk elden tanık olma" güdüsü olduğuna karar verdim. Bir bakıma, "Evet ya o gece ben de oradaydım sendromu" da diyebilirsiniz. Netekim o gece ben de oradaydım!
Merdivenlerden çıkıp, "iğne atsan yere düşmez" durumunu görünce anladım ki sendromumda yalnız değilim. Kalabalığı yarıp öne doğru ilerledim. Tanıdıklarla selamlaşmalar, öpüşmeler, "Nasıl gidiyor, ne işler" falan... Beklemeye başladım. Kısa bir süre sonra sahnede Murathan Mungan yerini aldı. Kısa bir "yaptık, mutluyuz" sohbetinden sonra sahneye Müslüm Gürses geldi. "Hepsi kendi çapında ünlü sanatçıların" eserlerinden yola çıkarak "Aşk Tesadüfleri Sever" adlı albümün hazırlandığını söyledi. Sonra başladı döktürmeye. Leonard Cohen’den, Bob Dylan’dan, Mehmet Teoman’dan...
Davetlilere baktım, hepsi mest. Hayran hayran dinliyorlar Müslüm Baba’yı. Dördüncü parçadan sonra albümümü alıp ayrıldım. Bu yazıyı yazana kadar en az 10 kere mucize albümü dinledim. Süper! Dinle babam dinle doyamıyorum. Bir rakı bir piyanonun üstüne bu kadar yakışır. Bu albüme kimin emeği geçtiyse sarılıyor, her iki yanağından da öpüyorum. Yeni Rakı’cıları da böyle bir projeyi destekledikleri için kutluyorum. Son yılların marka özünü destekleyen en başarılı projelerinden biri...
MFÖ’yü ise anlamam mümkün değil... AGU gibi bir albüm yap, Milupa sponsorluğunu kaçır. Olacak iş mi?
Kötü örnek
Deniz Akkaya’nın ve Teoman’ın kendilerini rezil eden sarhoş görüntülerini bir süredir ekranlarda izliyoruz. Hadi Teoman’ın zararı kendine... Ya Deniz Akkaya’nın ki... Sarhoş araba kullanıp, sonra da polisleri aşağıla! Trafik kanunu değişmeli ve alkollü yakalanan ünlü sürücülerin cezaları çok daha ağırlaştırılmalı. Bunun için de yeterli neden var. Hayranlarına kötü örnek oluyorlar.
İğrenç pankart
Galatasaray başarıdan başarıya koşarken, anımsayın Fenerliler da şapka çıkarıyorlardı. Fenerbahçe yönetimi, hem takımlarını başarıdan başarıya koşturup hem de bir yandan nasıl önüne gelenin nefretini kazanıyor anlamak zor. Önlerine bu iğrenç pankartı alıp bu soruyu oturup bir kere daha kendilerine sorsalar iyi ederler.
Fenerbahçe cumartesi akşamı, müthiş bir futbol oynadı ve Galatasaray’ı ezdi geçti. Bugüne kadar övdüğüm Gerets nasıl oldu da bu kadar yanlış kadroyla sahaya çıktı, nasıl bu kadar kötü bir taktik verdi, nasıl bu kadar ezik Galatasaray sahaya sürdü anlamadım. Sonuç çok rahatlıkla 8-0 olabilirdi, Allah kurtardı. Tüm Fenerlilere tebrikler. Fenerbahçe yönetimi hariç... Açılan o iğrenç pankart nedeniyle...
4 Fenerlinin açtığı bez afişte yazan iki sözcüklü küfürü olduğu gibi buraya taşırsam tahmin ederim mideniz bulanır. Türk futbol tarihinde sahalarda açılmış en iğrenç bez afiş bu. Bundan daha iğrencini görmedim, duymadım, Öğrendiğime göre de yaklaşık 20 dakika o haliyle açık kalmış. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’da hem bu afişin açılmasına hem de 20 dakika bu afişin açık kalmasına izin vermiş. Olacak iş değil. Anımsarsanız daha önce Aziz Yıldırım’ın yaptığı katkıları düşünerek "Saraçoğlu Stadı’nın adı Aziz Yıldırım stadyumu olarak değişse yeri" diye yazmıştım. Son maçtaki örgütlü küfür olayından sonra ise bu dileğimden ne yazık ki vazgeçiyorum. Son dönemdeki hareketleri ile Aziz Yıldırım yönetimi benim gibi, sadece maçlara odaklanıp, daha sonraki "futbol geyikleriyle" ilgilenmeyen birinin bile nefretini kazanmaya başladı. Bravo!
Tırtıl
Yaşam ilk ödül, sevmek ikinci ödül, anlamak ise üçüncü ödüldür
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2006
DAHA önce de yazdım, örnekler de verdim. Basit düşünmeyi de düşündürtmeyi de seviyorum. Aslında karşı karşıya olduğumuz sorunlar hiç de karmaşık sorunlar değil. Yeter ki sorunları sadeleştirmeyi bilelim, bir de onlara çözecek temel ilkelerimiz olsun. Dün yazdığım ve Ülker’e (Cola Turka’yı üreten Della A.Ş’ye) 25 milyon dolar cezayla sonuçlanan "şeker kotası" olayına bakalım.
Cola üretiminde üç büyük oyuncu var. Coca-Cola, Pepsi ve Cola-Turka.
Türkiye’de Cola tüketiminde "ideal" ürün tadını belirleyen Coca-Cola, Coca-Cola’nın tadını belirleyen ise mısırdan yapılan nişasta bazlı şeker.
Şekerpancarından üretilen şeker karıştırılarak yapılan Cola ile Coca Cola’nın tadını yakalamak mümkün değil. Nişasta bazlı şeker lazım. Bu şeker hem daha ucuz, hem de mısırın depolanma kolaylıkları nedeniyle daha üretime dost.
"İyi, Pepsi ve Cola Turka da nişasta bazlı şeker kullansınlar o zaman" diyorsunuz değil mi? Ama kullanamıyorlar. Türkiye’de şeker pancarı üretimini korumak için şeker kotası var. Üretilen tüm şekerin % 85’i şekerpancarı bazlı, %15’i ise mısır bazlı olmak zorunda. (Bu sayede Türk tüketici ve sanayici dünya fiyatlarından daha yüksek fiyatlı şeker tüketiyor ama olsun, hangi üründe kazık yemiyoruz ki şekerde de yemeyelim.)
Bu hesaba göre Şeker Kurulu’nun yaklaşık 350 bin tonluk şekeri, nişasta bazlı şeker üreticileri arasında dağıtması gerekiyor. Belirlenen dağıtım hesabı kapasiteye ve son üç yılın satışlarına göre yapılınca da aslan payını hep Cargill alıyor.
Cargill Coca-Cola’nın dünyada çalıştığı bir dev. Coca-Cola Cargill’le dünya çağında işbirliği yapıyor. Sonuçta da nişasta bazlı şekerden aslan payını hep Coca-Cola alıyor.
Bu durumda ne Pepsi’nin ne de Cola-Turka’nın pazarda Coca-Cola ile aynı şartlarda yarışması mümkün değil. Cargil Türkiye’nin yönetim kurulu üyesi Muzaffer Sayınataç da Şeker Kurulu’nun üyesi olunca ister istemez "Cargill kayırılıyor mu?" tartışmaları bitmek bilmiyor.
Gelin tartışmayı ben bitireyim. Kotanın ortaya çıkardığı piyasa modeli gösteriyor ki "Evet Cargill kayırılıyor". Şimdi Ülker’in Della A.Ş’sine verilen 25 milyon dolar cezayı, bu sonuca göre düşünün.
Ülker yasada "üretemez" denmediği için kendi tesisinde nişasta bazlı şeker üretiyor, Cola Turka üretiminde kullanıyor. Şeker kurulu hemen bir karar çıkarıp (89 nolu karar), Della A.Ş’nin üretimini ilgili kanunun ruhuna aykırı buluyor. Pepsi ve Coca-Cola’nın başvurularını da geri çeviriyor. Ülker mahkemeye gidiyor. Şeker Kurulu da, karar arefesinde, yargıya mesaj gönderircesine (!) basıyor cezayı Ülker’e.
Sonuca bakalım. Sonuç haksız rekabet değil mi? Şu anda kimin eli güçlü Cargill’in, dolaylı olarak da Coca-Cola’nın. Cola Turka ve Pepsi’nin ise eli kolu bağlı. Bu ne demek? "Lider" devlet eliyle sağlanan üretim avantajı nedeniyle ömür boyu lider kalacak demek! Böyle serbest piyasa olur mu? "Bush rica etti Cargill’e sahip çıkalım" derken ev sahibini dövdürmemek şart! AKP, parti ismindeki ilk sözcüğünün anlamını unutmaya başlayalı çok oldu ama bir anımsatayım dedim.
Axess’in enerjisi
ÖZGÜ Namal’ı kim reklamda oynatacak diye bekliyordum. Axess’e nasip oldu. Beklemekte de haksız değilmişim. Özgü Namal’ın bir kez daha ne kadar iyi oyuncu olduğunu Axess reklamında da gördük. Namal da pozitif bir enerji var..Bu enerjiyi reklamın metni de çok iyi ortaya çıkarmış..
İşte doğru tanımlamayı buldum. Axess reklamı insana pozitif enerji veriyor. Hangimiz ünlü olma, zengin olma hayalleri kurmayız? Hangimize bu tür konuların işlendiği "sinema" pozitif enerji vermez. Axess’in reklam filmi sinema tadında.
Reklamın ilk bölümü Namal’ın ünlü olma sevdasını komik bir şekilde ortaya koyuyor. Daha sonra bir tesadüf! Karşımızda Axess’le kazanan Özgü Namal..
İnandırıcı mı? Değil. Çok anlamlı mı? Değil. Amaç da bunlar değil zaten..Amaç Axess’i gündeme getirmek, cebinde Axess taşıyana markayı, markanın özündeki "kazanma"yı anımsatmak, markanın canlılığını korumak, kart kimliğini pekiştirmek ve markanın beğeni düzeyini arttırmak.
Bir haftadır çevremde Axess reklamı konuşuluyor, Axess reklamını yorumlayın diyen ez onbeş e-posta aldım. Somut ürün farklarının iyice ortadan kalktığı bir kategoride bir reklam başka ne yapsın!
Yaratıcılık farkı
TOYOTA’nın son reklamında adam Toyota’yı çalıştırmaya çalşıyor, araba çalışmıyor. Toyota’nın çalışmadığını gören herkes "hayretle" arabanın başına üşüşüyor. Az sonra bakıyorlar ki adam yanlış anahtar deniyormuş, sorun çözülüyor, herkes mutlu mesut Toyota’nın başından ayrılıyor.
Bu ne demek? "Toyota yolda kalmaz" demek.
Daha önceki reklamı anımsayın. Caninin biri, güzel kadın kılığında yolda Toyota’sı bozulmuş gibi yapıyordu. Ama tuzak kurulanlar Toyota’nın bozulduğuna inanmıyorlardı.
O ne demekti? "Toyota yolda kalmaz" demekti.
Demek ki neymiş, Toyota tutarlı bir şekilde aynı marka özüne yönelik reklam yapmaya devam ediyormuş. Ama yeni reklam ilk reklam kadar dikkat çekmiyor, toplumda yeniden üretilmiyormuş. Neden? Yanıt basit, yaratıcılık ve kulaktan kulağa üreme farkı.
Çekirgelik
Gelecekle ilgileniyorum çünkü yaşamımın geri kalanını orada geçireceğim (C.F.Kettering)
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
GEÇEN pazar bu köşede, "üniversite kampuslarındaki öğrenci terörüne" dikkat çekmek için bir e-posta yayınladım. "Üniversiteler ’kutuplaşmalı’ örgütlenmelerin kaleleri haline gelirse Türkiye bir kez daha bu faturayı ağır öder! 54’üncü madde cesaretle sağcı, solcu, dinci, futbolcu ayrımı yapılmadan uygulanırsa kısa sürede öğrenci olaylarının önüne geçilir" dedim.
Hürriyet araştırınca ucu irticai ayaklanmanın en korkuncu "31 Mart"a kadar gitti.
Önüne gelen her olayı "İslami at gözlüğü" ile süzen, eleyen, yorumlayan "dinci" basının bir beni asmadığı ve tetikçilere hedef göstermediği kaldı. Üstelik yalan haber yaparak...
Benim derdim üç beş çapulcudan oluşan öğrenci çetelerinin kampüsleri yangın yerine çevirmemesi, onların derdi gerici bir eylemin üstüne sünger çekme çabası...
Ünlü araştırmacı David Horowitz, şubat ayında ABD’de müthiş bir kitap çıkardı. Amerikan üniversitelerinde çalışan ve gençleri zehirleyen 101 komünist profesörün adını verdi. Bu profesörlerin teröristlerin ekmeğine yağ sürdüklerini ve ABD’nin geleceğini kararttıklarını iddia etti.
Türkiye’de "İslami at gözlüklü" basının yaptığı da bu. İrticaya prim verip, rejimi zayıflatıyorlar, genç beyinlere tek yönlü İslami propaganda mesajları gönderiyorlar. Tek dertleri kadını örtmek, erkek egemen bir şeriat devleti kurmak...
İşte kanıt! Gerici eylemin üstünü örtmek için yapılan yalan haber. Bana e-posta gönderen Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi’nin TKP öğrenci başkanıymış!
Cine 5’te programdan çıkıyorum. Bir muhabir önümü kesti:
- Biz biliyoruz kesinlikle size mail’i TKP’liler göndermiş!
- Kızım nereden biliyorsun, e-posta bana geldi. Bilgisayarıma mı girdin!
- Yok ama eminiz o göndermiş!
- Yahu nasıl emin olabilirsin, e-posta bana geldi... Yok böyle birşey.
"Peki siz bilirsiniz ne diyeyim" deyip asansöre bindiğimde muhabir hálá "TKP’li o, biz biliriz, biz biliriz" diye gülümsüyordu.
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi son sınıf öğrencisi imiş.
Mezun olacak ve bana gelen e-postanın kimden geldiğini benden daha iyi bildiğini iddia ederek gazetecilik yapacak...
Gazetecilik bölümlerini kapatsak mı ne!
Yeşilçam’ın devleri hálá dev
HER ay yaptığımız marka araştırmasında bu kez sinema oyuncularımıza bir bakalım dedik. TNS Piar yine kır-kent Türkiye temsili, 18 yaş üstü 2020 kişiye "aklınıza gelen ilk üç sinema oyuncusu kim?" sorusunu sordu.
Sonuçlar çok ilginç. Yeşilçam son nefesini vermesine rağmen hálá Türk halkı sinema oyuncusu diye Yeşilçam’ın devlerini anımsıyor. Hem de ne devler... İlk sırada yüzde 48.7 ile Türkan Şoray, ikinci Kadir İnanır (yüzde 46.1), üçüncü Cüneyt Arkın (yüzde 25.9).
Sonra sırasıyla liste Fatma Girik, Tarık Akan, Hülya Koçyiğit, Kemal Sunal, Filiz Akın diye devam ediyor.
İlginçtir, Yeşilçam’ın son dönemlerine yetişen Hülya Avşar ilk ona giren tek sinema oyuncusu. İbrahim Tatlıses ise onbeşinci sırada...
Ve Necati Şaşmaz onyedinci sırada. Şaşmaz bir filmle sinema oyuncusu deyince akıllara geliyor. Kurtlar Vadisi’nin gücüne bakar mısınız!
Tabii ki Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz’ın "sinema oyuncusu" deyince ilk sıralarda olmamalarının nedeni "sinema oyunculuğunu" ek iş yaptıkları izlenimini vermeleri...
Buradan ne sonuç çıkarıyoruz? Tek işi odaklanın, yıllar boyu unutulmayacak marka olun!
Başka? Popüler olmak, sürekli televole türü programlarda boy göstermek, alkol komasına girmek, polise küfretmek insanı marka yapmıyor, önemli olan işine kendini adamak ve işini doğru yapmak... Sonuçlar ortada.
Başka? Türk sinemasında fahri doktora verilecek sadece kadın oyuncular yok, erkek oyuncular da var. Ayrımcılık yapmayalım!
Türk sinema oyuncusu denilince kim ne kadar hatırlanıyor
OyuncuHatırlanma oranı (%)
1. Türkan Şoray48.74
2. Kadir İnanır46.12
3. Cüneyt Arkın25.95
4. Fatma Girik19.02
5. Tarık Akan18.25
6. Hülya Koçyiğit13.47
7. Kemal Sunal10.56
8. Filiz Akın9.12
9. Hülya Avşar8.33
10. Yılmaz Güney6.55
11. Şener Şen5.39
12. Ediz Hun4.19
13. Kartal Tibet3.97
14. Ayhan Işık3.74
15. İbrahim Tatlıses3.03
16. Fikret Hakan2.68
17. Necati Şaşmaz2.43
18. Erol Taş2.35
19. Yılmaz Erdoğan2.22
20. Ferdi Tayfur2.21
21. Orhan Gencebay1.74
22. Kenan İmirzalıoğlu1.65
23. Cem Yılmaz1.53
24. Gülşen Bubikoğlu1.45
25. Sibel Can1.29
26. Adile Naşit1.28
27. Sadri Alışık1.05
28. Emel Sayın1.01
29. Fikret Kuşkan0.97
30. Münir Özkul0.96
Reklam kokan hareketler
AYNI gün iki şaşırtıcı haber. Biri Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihraç edilmesi. İkincisi Şeker Kurumu’nun Ülker’in Cola Turka’yı üreten Della A.Ş’sine "kota fazlası nişasta bazlı şeker ürettiği" için yaklaşık 25 milyon dolar ceza kesmesi.
AKP iktidarına yakışmayan hareketler. O yüzden şaşırdım. İki kararın da sembolik yanı çok güçlü. İki karar birleşince bulmaca tamamlanıyor: Tayyip Erdoğan Çankaya’ya çıkmaya kafayı koymuş.
İnsan kişisel hırslarına yenilince gözü dost düşman görmüyor işte...
Erdoğan daha bir ay önce "yargı bağımsızlığından" söz etmiyor muydu?
Ferhat Sarıkaya, Yücel Aşkın’ı hapishanelerde süründürürken, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu neredeydi?
Erdoğan ve Orgeneral Yaşar Büyükanıt baş başa 45 dakika ne konuştu, bilen var mı?
Yine düne kadar Erdoğan ve oğlu Ülker bayisi değil miydi! Erdoğan elinde Cola Turka ile dostu düşmanı çatlatmıyor muydu? Anketler Erdoğan’ın yumuşak karnının geçmişteki Ülker bayiliği olduğunu göstermedi mi?
Şeker Kurulu, Ülker’in üretimini "kota dışı" iddiasıyla durduralı aylar oldu, Ülker de Kurul’un kararına karşı mahkemeye gitti. Daha mahkeme bitmeden alelacele bu ne cezası?
Şeker Kurulu’nun kendi avukatları yokken... Sanayi Bakanlığı’nın avukatlarını kullanıyorken... Bu avukatlar Sanayi Bakan Ali Coşkun’a bağlıyken... Coşkun da önüne gelene "ABD elçisi bastırıyor, ceza vermek zorundayız" dediği söylenirken, bu ne cezası?
Çankaya’yı ele geçirmek için reklam kokan hareketler yapıldığı çok açık değil mi?
Olan yargıya oluyor... Çok yazık...
NOT: 2004 yılında "Ülker Cola Turka için kendi tesislerinde nişasta bazlı şeker üretiyorsa, aynı izin Coca Cola ve Pepsi’ye de verilsin" yazmıştım. Kurul "kimse üretemez" dedi. Della A.Ş’nin üretimini durdurdu. Sorun burada. Sadece Cola Turka değil, Coca-Cola da, Pepsi de kendi nişasta şekerini üretebilmeli. Neden? Coca-Cola, Cargill dünya işbirliğinin yarattığı haksız rekabet için yarını bekleyin...
Çekirgelik
En güçlü insan güdüsü bildiğini söylemek, ikincisi ise söylenene direnmektir.
(K.Grahame)
Yazının Devamını Oku