Ali Atıf Bir

Komik bir ikna çabası

14 Mayıs 2006
BAŞBAKAN’ın türbanlı kadınlar ve zenciler arasında yaptığı analoji (ikna amaçlı karşılaştırma) tamamen yanlış. Çünkü zenciler doğuştan zenci, türbanlılar ise sonradan "inanç, erkek dayatması, çaresizlik, gruba aidiyet" gibi nedenlerle türbanı seçmiş olanlar.

Zenciler yıkanınca beyazlaşamazlar ama türbanlılar, eğer Türkiye’deki "inanç baronları" isterse türbandan kurtulabilirler. Ama istemiyorlar.

Çünkü iktidarlarının devamı türbana bağlı. Tabii ki devamsızlığı da...

Durum böyleyken... AKP’nin önde gidenleri, bakanları sistemli bir şekilde "dinci değiliz" operasyonuna başladılar.

Gün geçmiyor ki her gün biri röportaj verip ne kadar "demokrat" olduğundan söz etmesin.

Kimi karısını açık başla beğendiğini, ama onun daha sonra örtündüğünü söylüyor. Kimi kızlarının isterse açılabileceğini, asla karışmayacağını iddia ediyor.

Kimi kızlarının kendi iradesiyle birden örtündüğünü, kendi baskısı olmadığı konusunda "vallah billah" yemin ediyor.

Sağlıktan sorumlu bir diğeri ise "gençleri bira tüketimine özendirecek" cümleleri sarf etmekten kaçınmıyor.

Merak ediyorum gerçekten kendileri de dediklerine inanıyorlar mı?

Mesela bir gün bir uyanmışız bakmışız bütün AKP’li bakanların, karıları kızları (hatta bürokrat karıları, kızları) başlarını açmaya karar vermişler.

Ya da AKP’li belediyelere ait mekanlarda içki yasağı kalkmış...

Ne olur? AKP diye bir şey kalır mı? Türban, içki yasağı ve imam hatipten başka dayanacak neleri var. Dinciliği ikinci plana attıklarında kendilerinin birinci planda kalması mümkün mü? Hangi vizyonla?

Pakpen iyi yolda

HALİT Akçatepe ve Eşref Kolçak, Pakpen reklamlarına yakıştı. Dayanıklılık üzerine giden ilk film çok iyi idi. Daha sonraki işler biraz sıradanlaştı. Ortada o kadar çok abuk ortada "pen" reklamı var ki Pakpen reklamları yine bu "abuk"lar arasından sıyrılıyor. Daha sağlam senaryolar yazılsa bu ikili Pakpen’i farklı bir konuma oturtabilir.

SPRITE’ın basketbol sahasının havuz haline geldiği ve "Susuzluğunu dinle Sprite iç" diyen reklamını "En beğendiğim reklam" ilan etmiştim. Hálá da öyle. Aynı konseptteki çölün havuza dönüştüğü yeni reklam ise çok zorlama. Asla ilk reklamdaki etkiyi yaratmıyor. Hatta ilkinin tadını bile kaçırıyor.

Mübarek güne bu yapılmaz

ÖĞRENCİLER "Hocam Axess’in yeni reklamını izlediniz mi? Mübarek güne bu yapılır mı?" dediler. Anlamadım. Reklamı izledim. Haklılar. Reklamda hafta içi günler, "hafta sonu günler daha fazla puan alıyor" diye Özgü Namal’a kazan kaldırmış, cuma da onlardan biri. Ama hafiften kadınsı hareketleri var. Biraz kırıtık... İzlemediyseniz izleyin kırıtık cumayı siz de göreceksiniz. Kaza eseri AKP’li milletvekillerinden biri durumun farkına vardı mı yandık. "Toplumun milli ve dini hassasiyetlerini laga luga etmekten" hakkında ilk Meclis soruşturması açılan reklam Axess reklamı olabilir. Benden söylemesi...

Devlet dershaneye niye karışsın

MEF Dershaneleri’nin sahibi İbrahim Arıkan "rakiplerini tarikatçılık ve haksız rekabet" yapmakla, devleti dershane sektörünü düzenlememekle suçlayarak dershanesini kapattı.

Allah aşkına söyleyin dershane pazarı "özel" bir pazar, devlet niye ve nasıl düzenleyecek? En fazla bir "açılış" standardı belirler (o da asla sektöre girişi engelleyecek kuraları içermez), o standartlara uyanlar MEB’den lisans alır, eğitime başlar. Sonra?

Lise ikiye, ya da son sınıfa gelen öğrenci arkadaşlarına sorar, anasına babasına danasına danışır, sonra "aile" istediği dershaneyi özgür iradeyle seçer.

Seçilen dershane başarısızsa, öğrenciyi kandırıyorsa zaten bir-iki yıla öğrenci bulamaz. Hatalı karar da öğrencinin, ailesinin kararıdır, niye devlet suçlanır? Kötü imajı olan dershaneye öğrenci niye gitsin, veliler aptal mı?

Eğer çok büyüyen, hakim duruma geçip fiyat "dikte" eden varsa Rekabet Kurulu orada, tarikatçılık yapan varsa savcılar, hakimler, mahkemeler orada, reklamlarıyla yanıltan varsa Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu orada.

Başka nasıl devlet dershaneleri düzenlesin? "Efendim dershanelerin başarı oranları resmi olarak açıklansın."

O zaman üniversitelerin işe soktuğu öğrenci sayıları da, hastanelerin iyileştirdiği hasta sayıları da açıklansın. Açıklansa ne olur? Herkes işe sokabileceği öğrenciyi, iyileştirebileceği hastayı almaya çalışmaz mı?

Şu anda dershane sektöründe de sorun "başarılı olanların açıklanmaması değil, açıklanması". Reklam amacıyla birçok dershane "başarılı" çocukları "transfer" edip sonra da "biz kazandırdık" diye reklam yapıyor.

Yasaklanması gereken bir şey varsa o da dershanelerin başarı oranlarını açıklamaları. Dershaneler hocalarıyla, eğitim sistemleriyle, sundukları olanaklarla övünebilmeli. Bu konuda da televizyon reklamı yapmalarına da izin verilmeli. Diyeceksin ki "zaten yapıyorlar". Canım dershaneler hiç reklam yaparlar mı onların yaptığı dergi reklamı!

Sonuç: Kendimizi kandırmayalım, dershaneler bu ülkenin gerçeği, engellemeye çalışacağımıza nasıl liberal piyasa ortamında gelişmelerini sağlarız ona bakalım.

Boyanın beyni boyacı

İKİ hafta önce Dufa, Kale Color ve Filli Boya reklamlarının hedef kitleleri ile ilgili sorular sormuş, "kime sesleniyor bunlar?" demiştim. Yanıt veriyorum.

Dufa’nın kime seslendiği belli değil. Herkese seslenip "kaliteli boya imajı" yaratıyor. Mesaj daha çok "üst" yaşam biçimlerine gidiyor. Filli Boya ve Kale Color ise boyacıyı onurlandırıyor.

Filli Boya’nınki hem doğrusu hem en güzeli. Boyacının "zanaatçi" olduğu boya fırçasından düşen damlayla oluşan Türkiye (Ayten Alpman), kalp (Müslüm Gürses), çiçek (Ebru Akel) figürleriyle vurgulanıyor. Üstelik "beyin" reklamdaki ünlülerin çağrışımlarıyla figürler arasında bağlantı kurunca ortaya belleğe kazınma oranı yüksek bir reklam çıkıyor.

Bu arada, Marshall da Thermos isimli boyasını sunmaya başladı. Thermos, yüzde 55’e varan ısı tasarrufu sağlıyormuş. Marshall bir basın ilanı verse de bu tasarrufun nasıl sağlandığını öğrensek. Herhalde rakipleri de "nasıl oluyor bu iş" diye merak ediyordur. Hatta diğer ısı yalıtım firmaları da. Hatta Reklam Özdenetim Kurulu da. Ve Hatta Reklam Kurulu da...

Ha Tursil ha Persil mi

AYNI kuşakta iki deterjan reklamı biri Tursil’in diğeri Persil’in. Birinde kadın beyaz tişörtünün grileşmesinden yakınıyor. Diğerinde ise başka bir kadın annesinin deterjanının daha çok beyazlattığını, çocuklar anneannelerini ziyaret edince anlıyor. Her ikisi deterjan da beyazlık üstüne gidiyor. Aynı kuşakta. Üstelik her ikisinin de üreticisi aynı, Henkel. Eğer aynı kuşakta aynı şeyleri söyleyeceksek niye iki farklı marka Henkel?

ANADOLU Hayat Emeklilik Anneler Günü nedeniyle Anadolu Hayat Emeklilik Planı’nın reklamını yapıyor. Reklamda emeklilik döneminin anımsatan bir çiçek dikme eylemi, mavi çiçekler. Daha sonra o çiçekler Anadolu Hayat’ın amblemi oluyor. Çok güzel bir fikir. Anadolu Hayat "standart, formül, soğuk" reklamları bırakıp bulduğu bu fikir üzerine mesajlarını kurarsa sağlam bir farklılık yaratır. Bu arada Gnneler Günü’nüz sıcacık olsun.

Çekirgelik

Hayatta en büyük hata sürekli bir hata yapacağım korkusuyla yaşamaktır

(E. Hubbart)
Yazının Devamını Oku

Haydi depresyon testine

12 Mayıs 2006
Niye depresyona gireriz? Düşüncelerimiz yüzünden mi yoksa duygularımız yüzünden mi? Bu soru ne biçim bir soru diyorsunuz değil mi? Şu biçim bir soru... Önce düşünceleriniz bozulup sonra mı depresyona giriyorsunuz? Yoksa önce duygularınız genetik, fizyolojik nedenlerle bozulup sonra mı düşüncelerinizle başedemez hale geliyorsunuz?

Bu iki soru depresyon tedavisinde iki farklı ana damarı ortaya çıkarmıştır. Biri önce duyguları etkileyip sonra düşünceleri değiştirmeye çalışan ilaçlı tedavi, diğeri önce düşünceleri sonra duyguları onarmaya çalışan ilaçsız tedavi...

Kişisel olarak tercihim hep ikinci damardan yanadır. Düşüncelerin gücüne, düşüncelerle duygu durumunun düzeltileceğine inanırım. /images/100/0x0/55eae266f018fbb8f89ce15c

Amerikalı psikiyatrist Dr. David Burns de yaptığı klinik deneylerle bilişsel terapinin işe yaradığını 1980’li yıllarda kanıtlamıştır. Klinik sonuçlarını da "Feeling Good" (Kendini İyi Hissetmek) kitabında açıklamıştır. Geç de olsa bu kitap Dr. Alp Karaosmanoğlu tarafından kısa süre önce Türkçe’ye çevrildi. Çok da iyi bir çeviri...

10 DÜŞÜNSEL ÇARPITMA

Dr. Burns’ün kitabının başında çok güzel bir depresyon testi var. Kendinize uygulamanız için bu testi bugün olduğu gibi veriyorum. Kendini iyi hissetmek, mutlu hissetmek... Hayata pozitif gözle bakıp yaşamdan tat almak çok güzel bir şey. Ama önce depresyon seviyemize bir bakmamız lazım.

Testi yanıtlarken geçen hafta içinde bugünü de dahil ederek her belirtiyi ne kadar yaşadığınızı ilgili kutuya çarpı koyarak belitiniz. Sonra 25 madde için aldığınız puanları toplayınız. Burns’e göre eğer puanınız 10’un üzerinde ise depresyonun üstesinden gelmek için düşüncelerinizin farkına varmanız, bunu tek başına yapamıyorsanız mutlaka bir profesyonele gitmeniz gerekir. İntihar eğiliminde olanların ise hemen bir ruh sağlığı uzmanına başvurması gerekiyor.

Peki düşüncelerinizi nasıl eğiteceksiniz? Burns onu da söylemiş. Burns’e göre depresyonun temelini teşkil eden on düşünsel çarpıtma şunlar:

"Hep ya da hiç düşüncesi, aşırı genelleme, zihinsel filtreleme, olumluyu geçersiz kılma, sonuçlara atlama, büyütme ve küçültme, duygusal kararlar, -meli -malı cümleleri, etiketleme ve kişiselleştirme."

Bu çarpıtmaların nasıl üstesinden geleceğiniz konusu ise biraz uzun bir konu. Onu da size bırakıyorum.

Hafta sonu alın Burns’un kitabını güzel güzel çalışın, kötü düşüncelerden kurtulun. Beni dinlemeyecekseniz kafayı yemeye devam...

BURNS DEPRESYON ÖLÇEĞİ

0-Hiç

1-Biraz

2-Orta derecede

3-Çok fazla

4-Aşırı derecede


Düşünceler ve Duygular

1. Üzüntülü ya da neşesizim.

2. Mutsuz ya da umutsuz hissediyorum.

3. Ağlama nöbetleri var ve ağlamaklıyım.

4. Cesaretsiz hissediyorum.

5. Çaresiz hissediyorum.

6. Özgüvenim düşük.

7. Değersiz ve yetersiz hissediyorum.

8. Suçluluk ya da utanç duyuyorum.

9. Kendimi eleştiriyor ya da suçluyorum.

10. Karar vermede güçlük çekiyorum.

Aktiviteler ve Kişisel İlişkiler

11. Aile, arkadaşlar ve iş arkadaşlarına yönelik ilgi kaybım var.

12. Yalnızlık çekiyorum.

13. Aile ya da arkadaşlarla daha az zaman geçiriyorum.

14. Motivasyon eksikliği duyuyorum.

15. İşte ve diğer aktivitelerde ilgi kaybım var.

16. Yaşamdan zevk almıyorum, tatmin olamıyorum.

17. İş ve diğer aktivitelerden kaçınıyorum.

Fiziksel Belirtiler

18. Yorgun hissediyorum.

19. Uykuya güç dalıyorum ya da çok fazla uyuyorum.

20. Azalmış ya da artmış iştahım var.

21. Cinsel istek kaybım var.

22. Sağlığım hakkında endişeleniyorum.

İntihar İsteği

23. İntihar düşüncem var.

24. Hayatımı sona erdirmek istiyorum.

25. Kendime zarar verme planım var.

Tarz yaratmak kolay değil

Atıf Yılmaz’la son olarak altı ay önce Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü’nü izledikten sonra Oyun Atölyesi’nin fuayesinde Haluk Bilginer, Ezel Akay, Güven Kıraç’ın da olduğu bir masada laflamıştık. Yine nazikti, yine beyefendiydi, yine konuşurken saygı uyandırıyordu. Eleştirilere nezaketle yanıt veriyordu. O geceden sonra da bir daha yüzyüze karşılaşmadım. Ölümünü duyunca çok üzüldüm.

Bir itiraf, Atıf Yılmaz’ı nerede görsem duyduğum saygıdan ya ceketimin düğmelerini ilikleme ya da düğmesiz bir şey giyiyorsam giydiğim şeyin iki ucunu çekiştirip önümde kavuşturma gereksinimi duyardım...

Kolay değil bir sanatı icra ederken tarz, ekol, okul yaratmak. Atıf Yılmaz sinema yapıtlarıyla "ekol" yaratmıştı. Her türlü saygıyı hak ediyordu. Sağlığında önünde eğilmek kısmet olmadı. Zaten istemezdi de. Şimdi anısı ve bıraktığı yapıtlar önünde saygıyla eğiliyorum. Onu yaşatmak ve gelecek kuşaklara aktarmak görevimiz. Kendi adıma elimden geleni yapacağım. Nur içinde yatsın.

CUMA TAKINTISI

İzmir’e giden Deniz Restoran’dan başka yeri yazmıyor. Sanki koca İzmir’de başka yer yok. Geçtiğimiz hafta Güzelbahçe’de Floryalı Et Lokantası’nda Galasaray-Beşiktaş maçını izledim. Etleri her zamanki gibi mükemmeldi. Pirzola, beyti, şiş... Alıp hemen masanın yanındaki mangalda "cos" diye kızartıyorsun. Sonra koca koca içi kaşar dolu mantarları da "cos"latıyorsun. Domatesler, biberler... İzmir’e gidince mutlaka balık yiyeceğim diye kendinizi sıkboğaz etmeyin anlayacağınız. Et lokantaları da bir alternatif. İyi et mangal yapacağınız yerlerden biri de Floryalı. Bir de büyük ekran televizyon aldılar mı mangal yaparken maç izlemenin keyfine doyum olmaz.

CUMA İTİRAFI

ğğğğ:); Cinsiyet: Erkek; Yaş: 25; İl: İstanbul

Yeni nesle bir türlü aklım ermiyor. Yeğenimin tarih dersi notlarından seçmeler: "Mısırlılar da İpek Yolu mipek yolu ticaretten iyi para kırmışlar." "Selo savaşı kazanmış." (Selahattin Eyyubi’den bahsediyor.)

Yorum: Tahminen Alparslan’a Apo, Beyazıt’a da kısaca Beyaz diyorlardır. Talim Terbiye Kurulu’nun ders kitaplarına onay vermeden önce gençler arasında bir araştırma yapmasında fayda var. Kısaltmalar sayfa tasarrufuna yol açabilir.

CUMA LAKIRDISI

Yeteneklerini kullan, ağaçların üzerlerinde eğer çok iyi şakıyan kuşlar dışında başka kuşlar da şakımasa çok sessiz olurlardı.

(Henry Van Dyke)
Yazının Devamını Oku

’O Bir Hanımefendi’ kararı hatalı

11 Mayıs 2006
Henüz eşcinselliğin kodlarını bilim çözebilmiş değil. Bir araştırma kolu genlere bağlıyor, bir araştırma kolu özellikle yetişme çağında baba sevgisizliğine dayandığını düşünüyor.

Diğer bir kolu ise "çevrenin yanlış cinsel yönlendirmeleri sonucu oluşan kafa karışıklığının sonucudur" diyor.

Henüz hiçbir araştırma kolu doğru sonuca ulaşmış değil. Televizyonun insanları etkilediği tabii ki doğru da, bu etkilenme sonucunda eşcinsel olunabileceği doğru değil.

Dolayısıyla "O Bir Hanımefendi"nin, "gençleri eşcinselliğe yöneltir" diye yayından kaldırılmasının bilimsel bir tabanı yok.

Sadece (iki kadeh rakı içince gerdan kıran, göbek atan, titreme konusunda meydanı kimseye bırakmayan) muhafazar erkeklerimiz, Türk erkeklerinin kadın gibi giyinmelerini kendilerine yediremediler, o kadar.

Peki Huysuz Virjin yıllardır ekranlarda kadın kılığında dolaşmıyor mu? Ondan etkilenip kadın gibi giyinen ya da eşcinsel olan var mı? Varsa o niye sürekli yayında?

Türkiye ekranda kadın kılığında erkekleri kaldırabilecek bir toplum.

Türkiye’nin kaldıramadığı körü körüne muhafazakar-dindarlar.

Onları da sağolsun bazı arkadaşlarımız öylesine "normal" hale getirdiler ki, kimsenin "O Bir Hanımefendi"nin kaldırılışına sesi çıkmadı. Ama merak etmeyin yarın "onlar" da kaldırılırsa benim sesim çıkmaya devam edecek.

Aliye’deki şiddet

Sanem Çelik-Kudret Sabancı birlikteliği gündeminden üç-dört hafta sonra Aliye’nin reytinglerinin düşebileceğini yazdım. Düşmedi. Hálá da Aliye tavan yapıyor.

Niye yanıldım?

Tahmin yaparken senaristlerin Ayşe’yi trafik kazasına kurban vereceklerini hesaba katmamıştım. Ayşe o günden bu yana komada. Aliye eski formunda.

Dizidir, yapaydır, kaza da olur başka şey de ama "arabanın çocuğa çarptığı anı" öylesine çırılçıplak göstermek affedilecek bir şey değil.

İzlediğimden beri benim bile aklımdan çıkmıyor, zihnimde bu olayı yeniden yeniden yaşıyorum. Ses aklımdan çıkmıyor. Strese giriyorum.

Siz de aynı etkiler oluyorsa şiddete maruz kalmış olabilir miyiz?

Öyleyse bırakanın boyu devrilsin.

Cengiz Semercioğlu haber verdi, Beyazıt Öztürk, Show TV’deki "Pişti"den ayrılıyormuş. NTV’yle anlaşmış. NTV için büyük kazanç.

Okan Bayülgen ise CNN Türk’te Haber Makinası’na başlıyor. Okan da CNN Türk için kazanç.

Peki bu ekran sıçramalarının Kanal D’ye etkisi olmaz mı? Olur.

Hem Beyazıt Öztürk, hem de Okan Bayülgen Kanal D’ye son dönemde sadece reyting getirmiyorlar. Aynı zamanda kanalın ekran yüzü farklılığına da büyük katkı yapıyorlar.

Aynı Ali Kırca’nın ATV’nin genel kanal farkındalığına yaptığı katkı gibi.

Anlayacağınız Beyaz’la Okan’ı farklı televizyon logoları altında görmenin etkisi başka. Sadece Kanal D’de görmenin etkisi başka.

Üstelik Kanal D’nin de hem Beyaz’a hem de Okan’a getirdiği büyük bir prestij var. Tam bir "Kazan-Kazan" durumu yani.

Bence taşları yerinden oynatmamak lazım.

Tırtıl

Bir şeyi bilmekle anlamak arasında dağlar kadar fark vardır (A. Boyd)
Yazının Devamını Oku

Yüksek sosyeteye ne oldu

9 Mayıs 2006
Son dönemde bakıyorum, gazetelerde Kosif, Kamhi, Mermerci, Hasman, Tahincioğlu, Tezman, Benardete, Taşpınar haberlerinden geçilmiyor. Bu kişilerin, bildiğimiz kadarıyla "yüksek sosyete" olmaktan başka özellikleri de yok. Bir süre önceye kadar da bu tür "yüksek sosyete" haberleri sadece özel dergilerde yer alır, gazetelere düşmezdi. Şimdi ne oldu? Sinema, televizyon, futbol, basketbol siyaset ünlüleri çiğnene çiğnene sakız oldu, yerine yeni taze ünlüler mi aranıyor?

Oturulan yerden magazincilik yapılıyor, dergi haberlerini gazeteye koyma gibi bir kolaycılığa mı kaçılıyor?

Yoksa "yüksek sosyete" televizyonla rekabet edebilmek için mecra mı değiştiriyor? Neden, neyse ne... Sonuçta "yüksek sosyete" irtifa kaybediyor, halka iniyor, alçalıyor.

Haydi onlar da tükendi diyelim.

Magazin basını yeni taze ünlüleri nereden bulacak? Hayvanlar aleminden? Şaka yapmıyorum...

Reha Muhtar da haberciliğinin son dönemlerinde sürekli hayvanlar alemine gitmez miydi?

Ankara Emniyet Müdürü’ne sorular

Hürriyet Cuma’da Ankara’da bir taksi şoförü evire çevire diğer taksi şoförleri tarafından dövülürken izleyen iki polisi yazdım. Olayı televizyonda izlemiştim. İşin peşini de bırakmayacağımı belirttim. Bırakmıyorum. Bırakmıyorum çünkü bu olay polisin yetkileri, yasalar ve eğitimi konusunda çok büyük ipuçları veriyor.

Hürriyet Ankara’dan polis muhabiri arkadaşım İsmail Çalışkan sağolsun olayın Etlik’te sabaha karşı 04.00 sularında gerçekleştiğini öğrendi. Dövme olayından sonra taksiciler ekip arabasına doldurulup karakola götürülmüş, daha sonra nöbetçi savcı tarafından ifadeleri alınıp serbest bırakılmışlar. Dövülenin de tahminen ifadesi alınmış. Hepsi bu... Olayı izleyen iki polise ne muamele yapıldığını henüz bilmiyoruz.

Cuma günü yazdığım yazıda Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner’in yerine "Bu konuda ne diyorsunuz" diye İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’a seslenmişim. Dalgınlık değil görünülürlük sorunu...

Celalettin Cerrah’ı o kadar çok görüyorum ki galiba ’emniyet’ deyince aklıma sadece o gelmeye başladı. Sağolsun Cellalettin Cerrah hemen aradı, "Hocam beni ilgilendiren bir şey olsa hemen ilgileneyim" dedi.

Ben de, "Gönlümün Emniyet Genel Müdürü galiba sizsiniz, o yüzden size seslendim" deyip sıyrılma havasına girdim. Aslında seslenmem gereken kişi tabii ki Ankara Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz.

Sayın Yılmaz bilmiyorum Etlik’teki olayın kasetlerini izlediniz mi? Eğer izlemedinizse ben size sağlayabilirim, polis eğitimleri için iyi malzeme olur. Gözleri önünde taksicinin canının çıkarılmasına izin veren polis kardeşlerimiz niye böyle davranmış olabilirler? Herhangi birimiz beş on kişi tarafından dövülsek ve orada iki polis olsa bizi kurtarmayacak mı? Canımız ve malımız emniyette değil mi? Yasalar mı yetersiz? Bu iki polisi kutladınız mı? Taksici nerede? Dövenler nerede? Yanıt bekliyorum sayın Yılmaz...

Baydı

Türkiye’de detoks çılgınlığı aldı başını gidiyor. Türkiye’nin resmen detoksu gelmiş benim haberim yokmuş. Hergün bir yerde, bir otelde detoks eğitimi var. Amerikalısı burada, Almanı burada, Fransızı burada...

Ünlüler, yüksek sosyete, herkes kapıda. Hepsi de dünyanın en ünlü detoksçularıymış. Ama hepsi...

Kitapçılara bakıyorum. Türkiye kitap okuma oranını da detoks mucizesi sayesinde artırmış. Çevrilen detoks kitabının haddi hesabı yok. Gördüğünüz gibi ülkem tüm ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmüştü, geriye bir detoks kalmıştı. Anladığım kadarıyla artık o da çözülmüş, artık gönül rahatlığıyla uyuyabiliriz.
Yazının Devamını Oku

Dönek işletmeler

8 Mayıs 2006
BENİ Tüketici’nin Erkan Abi’si ile karıştırıp firmalardan, ürünlerden şikayetini iletenler okurlarımın sayısı fazlalaşmaya başladı. Bu şikayetleri fırsat buldukça ilgili işletmelerle paylaşıyorum. Gelen e-postalarla, faksların çoğunluğu firmaların "hata ile ilgili sorumluluğu" üzerlerinden atmaya çalışmalarından şikayetçi. University of Sheffield’den doktoralı, Doçent Gülfidan Barış yeni çıkardığı "Şikayet Yönetimi" kitabında sorumluluğu üzerinden atan firmaları dönek firmalar olarak isimlendiriyor (*): "Döneklik ortaya çıkan sorunla ilgili sorumluluğu işletmenin üzerinden atmak amacıyla yapılır, genelde olayın başkasının hatası olduğu söylenir. Dönek bir firma genelde şöyle açıklama yapar: Ürünümüz fabrikadan çıktığında gayet iyi durumdaydı ancak yerel satıcılar ürünleri uygun koşullarda saklayamıyorlar."

Gülfidan Barış "dönekliğin" kısa dönemde firmayı koruduğunu ama müşterinin sorununu çözemediğini üstelik daha da sinirlendirdiğini düşünüyor. Çünkü tüketiciler aptal değil, kimin neden sorumlu olduğunu çok iyi biliyorlar.

İşletme hatayı üstlenmeyince de sinirden kilitlenip sağa sola tüm şikayetleri yayıyorlar. Böylece bir mutsuz tüketici binlerce müşteriyi etkileyebiliyor.

Gülfidan Barış’ın kitabında, müşterilerini kaybetmek istemeyenler için iyi bir şikayet yönetimi modelinin nasıl kurulması gerektiğini ince ince anlatıyor.

Biliyorsunuz ki, müşteri kazanmak zor, müşteriyi elde tutmak ondan da zor. Üstelik her kaçan müşterinin yerine yeni müşteri bulmak daha pahalı.

O halde niye her şikayete kendinizi çeki düzen vermenizi sağlayan bir armağan olarak bakmıyorsunuz? Varolan müşterisine tam tatmin etmeden yeni müşteri bulan her ikisini de elinden kaçırır.

(*) Gülfidan Barış, Şikayet Yönetimi, Mediacat, 2006.

Böğüren inek zamanı

SETH Godin’in pazarlamadaki farklılaşma stratejisinin önemini "Mor İnek" (Purple Cow) konseptiyle anlattığı kitabını sanırım duymayan kalmadı.

Godin "Mor İnek"i sıradan ineklerin ne kadar sıkıcı olduğuna, mor bir ineğin ne kadar dikkat çekici olabileceğiyle ilgili basit bir öyküye dayanıyordu.

Godin özetle "Abartılı reklamlar yapmaya bırakın önce konuşulmaya değer şeyler yaratın" diyordu.

Godin yeni Türkçe’ye çevrilen "Büyük Mor İnek" isimli kitabında ise "Gelin kocaman böğüren bir inek olun. Ürün ve hizmetiniz o kadar dikkate değer olsun ki piyasadaki oyunun kurallarını değiştirsin" diyor.

Godin "böğüren inek" olma işinin kuramını falan açıklamıyor. Sadece değişik örneklerle nasıl bazı ürün ve hizmetlerin bazı markaları büyük inekliğe nasıl terfi ettirdiğini anlatıyor. Örneğin dünyanın gelmiş geçmiş en ünlü sihirbazı Houdini! Bir zamanların klişe numaralar yapan sefil sihirbazı. Ama Houdini sihirbazlığın içine vodvil tarzını soktu. Ve kendini her şartta kelepçelerden "kurtulan" usta gibi konumlandırdı.

Godin Houdini’nin İngiltere’de yaptığı en önemli performasından söz ediyor. Ünlü bir çlingir Houdini’ye kendi yaptığı ve açılması imkansız kelepçelerden kurtulması için meydan okumuş. Houdini önce tereddüt etmiş ama sonra düelloyu kabul etmiş. İzleyicilerin önünde kapalı bir odada birbuçuk saatte kelepçelerden kurtulmuş. Ancak Houdini o kelepçeleri kendisi yapıyormuş, meydan okumaları da para karşılığı kendi tezgahlıyormuş. Gerçekte kelepçeleri açmak Houdini’nin sadece bir dakikasını alıyormuş. Sonrasını biliyoruz. Houdini su altında, havada, karada değişik ortamlarda yaptığı benzer vodvil türü gösterilerle kendini dünyanın en ünlü sihirbazı yaptı. Günün sonunda sihirbazlığın bir aldatmaca olduğunu bilmeyen mi var? Büyük Mor İnek olmak için aldatırken bile böğüren koca bir inek olmak şart. Önce cesaret!

(*) Büyük Mor İnek, Seth Godin, Timaş, 2006,

Şeker Kurumu’ndan ilginç savunma

ŞEKER Kurumu Başkanı Abdurrahman Özenbaş’ın yanıtı elime geç ulaştığı için geçen hafta yer veremedim. Özetlersek Özenbaş da Şeker Kurulu’nun keyfi davranmadığını ve ayrımcılık yapmadığını söylüyor. Ben de "keyfi davranıyor, ayrımcılık yapıyoruz" demesini beklemiyordum zaten. Ancak Özenbaş’ın "ideal tad" argümanımı Coca-Cola’nın yerine geçip Şeker Kurulu olarak çürütmeye çalışması çok ilginç geldi bana..

Bakın ne diyor Özenbaş: "Ayrıca, şeker içeren pek çok mamulde olduğu gibi gazlı içecekler sektöründe de tatlandırıcı olarak sakkaroz (pancar şekeri) ile nişasta bazlı şekerler (fruktoz) birbirlerinin alternatifi olarak veya birlikte kullanılırlar. Bunlardan herhangi birinin kullanımıyla, ürünün ideal tada ulaştığı iddiası subjektif bir yaklaşımdır. Bu konuda maliyet karşılaştırması açısından yapılabilecek "ideal" değerlendirmesi tat bakımında yapıldığında, değerlendirme şüpheli olur. Nitekim yazınızda adı geçen markalar nişasta bazlı şeker üretim teknolojisinde önce pancar olmazdan önce sakaroz kullanıyorlardı."

Yani diyor ki Özenbaş, "Cola" üreticileri "tadı" nedeniyle değil ucuz" diye "fruktoz" kullanıyorlar. O halde Özenbaş’a soruyorum: Coca-Cola, Pepsi ya da Cola Turka "Cola" üretimlerinin ne kadarında sakaroz ne kadarında fruktoz kullanıyorlar? Niye Herkes üretiminin bir kısmında fruktoz bir kısmında sakaroz kullanmaktan kaçınıyor? Özenbaş bu arada "Şeker Kurumu aleyhine açılan davaları kurumun avukatları takip ediyor. Bakanlık Hukuk Müşavirleri’nin ilgisi yok" bilgisini de veriyor. Demek ki sistemi düzeltmişler, ben kaçırmışım, düzeltelim.

Coca-Cola: "F-55 ithal etmem"

COCA-Cola’ya "Cola-Cola markası için früktoz yetmezse ithal eder misiniz?" diye sormuştum. Avrasya ve Orta Doğu Bölüm Başkanı Ahmet C. Bozer sağolsun "Coca-Cola, Türkiye’de uygulanan kotalar nedeniyle yeterince temin edilemeyen F-55 adlı früktoz şekerini ithal etmiyor. Bundan sonra da ithal etmeyi düşünmüyor. Çünkü bu ihtiyaç şeker pancarıyla ikame edilebilir"şeklinde yanıt gönderdi. Gördüğünüz gibi Bozer "Coca-Cola" markasında şu anda pancar şekeri kullanıyoruz demiyor. Gerekirse kullanırım diyor. Hep birlikte göreceğiz. Gelin bir süreliğine bu tartışmayı bitirelim. Son sözüm şu: Şeker Kurulu eğer "Cola" üreticileri arasında haksız rekabete yol açmak istemiyorsa 351 tonluk nişasta bazlı üretimden bu markaların eşit miktarda yararlanmalarını sağlamak zorunda. Fruktoz kullanımı nasıl olsa "ideal tadı" etkilemediğine göre (!) aynı maliyete herkes katlansın değil mi?

FRUKTOZ KANSEROJEN Mİ

Bu arada iki haftadır çok yoğun bir şekilde okurlarım şu soruyu soruyorlar: "Genetiği değiştirilmiş mısırdan üretilen nişasta bazlı şeker (früktoz) kanserojen mi? Konserojense, niçin Türkiye pancar şekerinden vazgeçiyor? Haftaya bu konuya bakalım.

Çekirgelik

Koyun gibi davranmak sorun değil! Havalı bir koyun gibi davrandığın sürece... (S. Godin)
Yazının Devamını Oku

Hırçın Başbakan form kazanıyor

7 Mayıs 2006
BAŞBAKAN "mutabakat" aradıkça form kaybediyor. Hırçınlaştıkça form kazanıyor. Neden? Çünkü Başbakan ve temsil ettiği görüş, laik rejime vura vura geldi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve dini açıdan sistemin kendilerini silindir gibi ezdiğini düşünenleri çevresinde topladı. Sistem karşıtlığı, AKP zihniyetinin beslendiği ana damar. Sistemle "mutabakat" AKP’ye oy kaybettiriyor! Başbakan Tayyip Erdoğan da bu gerçeğin farkına varmış olacak ki nisan ayında o da, AKP de hırçınlaştı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in irtica uyarısına sert tepkiler. Meclis Başkanı Arınç’ın "laikliği tartışmaya açalım" diyen konuşması. Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihracıyla verilen "bir askeri bile yargılayamıyoruz" mesajları. Eşi türbanlı Merkez Bankası Başkanı atamasında ısrar. AB’den kopup, İslam ülkelerine sıklaşan ziyaretler...

TNS Piar’ın, her ay 18 yaş üstü, Türkiye kır-kent temsili 2000 kişiyle yaptığı "Liderlerin Form Grafiği" araştırmasının sonuçları geldi. Erdoğan ektiğini biçmiş. Son üç ayda iyice düşen formunu 9.7 puan rekor artışla süper toparlamış. Hatta neredeyse Mayıs 2005’teki 47.9 formuna ulaşmış. İlginçtir, gazeteleri taradım, o dönemlerde de Arınç, "zinde laik güçlere" ağır bir çıkış yapmış!

Erdoğan bu formda giderse AKP yüzde 28-30 arasında bir oy alır; ama bir üçüncü partiyi de Meclis’e sokar. O halde AKP’nin hem tek başına iktidarı hem de Cumhurbaşkanlığı’nı ele geçirmesi için Erdoğan’ın hırçınlaşması şart!

Gelecek aylarda laik cumhuriyete meydan okuyan daha hırçın bir Erdoğan’a hazır olun.

DYP, CHP, ANAP, MHP liderleri az aşağı, az yukarı yüzde 10 form seviyesinde bekleşiyor. Sistemden yana olsalar işe yaramıyor. Sistem karşıtı olsalar, en hırçını iktidarda. İşleri zor ama imkánsız değil. Doğru strateji her şeyin başı.

Lider olmak zor zanaat

ŞİMDİ biraz hayal edelim. Başbakan Erdoğan, Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ediyor. Tam ziyaretçi defterini imzalayacak, gözüne sayfaya yapıştırılmış bir karikatür ilişiyor. Karikatürde kendini yumağa dolanmış bir kedi olarak görünce, çok sinirleniyor ve karikatürü defterden koparıyor.

Arkaya dönüp konsolosluk görevlilerini "Böyle saçmalıklara izin veriyorsunuz" deyip fırçalıyor.

Gerçek olayda defterden koparılan Musa Kart’ın karikatürü değil. AKP’yi, irticaya prim verdiğini düşündüğü için Ata’ya şikáyet eden bir vatandaşın sözcükleri.

Vatandaşın deftere yazdıkları hakaret içerse bile Erdoğan’ın "Partime ve bana hareket ediliyor" deyip bir vatandaşın iletişim özgürlüğünü elinden almaya hakkı var mı?

O ziyaretçi defteri, bu ülkeyi kuran kişinin huzurunda insanlar kendilerini ifade etsinler diye açılan bir iletişim kanalı.

Yıllardır da bu kanal "serbest kürsü" niteliği taşımış. Şimdi kalkmış Tayyip Erdoğan, hükümet olarak kontrol edebildiği bir mekánda kafasına göre iletişim özgürlüğünün sınırını çiziyor.

Erdoğan, Musa Kart’ın karikatürünü gazeteden yırtabildi mi? Dönüp İlhan Selçuk’u "Böyle saçmalıklara niye izin veriyorsunuz?" diye fırçalayabildi mi?

Benim bu yazımı gelip sayfadan yırtabilir mi? Gelip Ertuğrul Özkök’e, "Niye bu saçmalıklara izin veriyorsunuz?" dese sizce ne yanıt alır?

Bu olaydan sonra niye TRT’ye, RTÜK’e ve basın özgürlüğünü düzenleyen kurumlara iktidarların karışmaması gerektiğini anladınız mı?

Diyeceksiniz ki "iletişim özgürlüğü", hakaret etme özgürlüğü müdür? Değildir. Ama bir konuşmanın hakaret içerip içermediğini saptayıp, ceza vermek de Başbakan’ın işi değildir.

Erdoğan, Musa Kart’ın karikatürü "hakaret içeriyor" deyip mahkemeye gitti. Mahkeme, "liderler hoşgörülü olmalı" deyip Erdoğan’ı haksız buldu.

Ziyaretçi defterinde hakaret saptadıysa Erdoğan’dan beklenen yine mahkemeye gitmesiydi. Çağdaş bir liderden vermesi beklenen "özgürlük" dersi buydu. (*)

Erdoğan bir kez daha bu ülkede nasıl bir baskıcı rejim istediğinin ipucunu verdi.

Gösterdiği tepkinin kökü Ahmedinecad’ın "Bodrum" tepkisinin köküyle aynı. Aynı tepki, kökü belediyeye ait mekánlara içki yasağı koydurmadı mı?

Oysa Türkiye’nin Başbakan’ı böyle sembolik bir iletişim kanalında, "Atatürk eleştirilse bile, ona hakaret edilse bile kimse müdahale edemez" düşüncesini savunmalı.

Atatürk yaşasaydı, böyle istemez miydi? Tahmin etmek zor değil; çünkü o gerçek bir liderdi, hálá da gelmiş geçmiş en çağdaş lider.

(*) Sakın karikatür olayında Başbakan’ın mahkemeye gidip çağdaşlaştığını düşündüğümü sanmayın! O durumda beklenen gülüp geçmesiydi!

Pepsi’nin kendi star olmalı

COCA-COLA, Pepsi ve Cola-Turka arasındaki amansız yarış sürüyor. Bu kategoride tartışmasız Coca-Cola’nın pazar hákimiyeti var.

Haber vereyim, son üç aydır Pepsi, Cola-Turka’yı hafiften yerinden edip ikinciliği tekrar geri aldı. Tam pazar payı sonuçlarını kestirmek zor ama. Şöyle söyleyeyim: Coca-Cola yüzde 70’li rakamlara yakın. Pepsi ve Cola-Turka ise yüzde 10’lu rakamlarda...

Pepsi, Cola-Turka ile arayı açmak ve Coca-Cola’ya yaklaşmak için yine futbol damarlı global çizgili ünlü stratejisini deniyor.

Anımsarsanız, Pepsi, Yılmaz Erdoğan gibi bir kozu da global "yamalı" filmlerle harcamıştı. Bu kez de Şansal Büyüka ile Erman Toroğlu harcanacak gibi görünüyor.

Toroğlu-Büyüka ikilisine medya ilgisi fazla. Bu artı puan. Ama reklam uygulamaları çok zayıf. Beğenilme seviyeleri düşük. Toroğlu, Claudia Schiffer’lı ve Henry’li filmde "yama" gibi duruyor. Üstelik bu kadar çok ünlünün olduğu filmde Pepsi Gold’un goldluğu mu kalır?

Pepsi’nin uygulamaları kötü de, stratejisi doğru mu? Futbola yatırım yapması dışında, doğru olan bir şey göremiyorum. Pepsi daha fazla pazar payı istiyorsa Pepsi’nin star olduğu büyük fikirler bulmalı.

Gençliğin durumu

GENÇLİĞİN kültür seviyesi hakkında bilgi sahibi olmanız için, geçen hafta başımıza gelen bir olayı açıklayacağım. 15-21 yaş grubunun medya tüketim alışkanlıklarını belirlemek için bir fokus grup araştırması yapıyoruz. İlk grupta 15-17 yaşında kızlar var. Geldiler, yerlerine oturdular. Araştırma başladı.

İçlerinden biri çok aktif, sürekli "kültürel tüketimlerinden" söz ediyor. Klasik müzik sevdiğini, konserlere gittiğini, bale izlediğini falan söylüyor.

Konu bir süre sonra "ne tür haberler istersinize" geliyor. Konuşurken konuşurken, bizim kültür canavarı son vuruşu yapıyor: "Mozart yeni albüm çıkarsa ondan haberim olmasını isterim tabii."

Hepimiz yerlerdeyiz. Nasıl ama? İyi yoldayız değil mi?

Çekirgelik

Sansür, bir topumun kendine güvenmediğinin kanıtıdır.

(P. Stewart)
Yazının Devamını Oku

Bu ne biçim polislik

5 Mayıs 2006
Televizyonda haberleri izliyorum. Ankara’da taksiciler tartışıyor. Öğreniyorum ki, bir taksici bir durağın önünden müşteri alınca tartışma başlamış. Tesadüf eseri oradan geçen polisler olaya müdahale etmiş, taksicileri ayırmaya çalışıyorlar.

O ne! Taksiciler polislerin gözü önünde diğer taksiciyi linç ediyorlar. Hem de ne linç! Tekme, tokat, yumruk... Taksici yere düşüyor, yine tekme, yine tokat... En az yedi sekiz taksici, yere düşen taksiciye öldüresiye vuruyor.

Manzara korkunç! Polisler hiç ama hiçbir şey yapamıyorlar. Ta ki taksicilerin hıncı biraz geçen kadar.

Haberi izlerken utandım! Polisin acizliğinden utandım. Göz göre göre bir insana meydan dayağı atılmasını engelleyemeyen polislerden utandım. Rezalet, rezalet ki öyle böyle değil.

Bu nasıl iştir sevgili Cerrah? Bu polisler teorik eğitim almıyor mu? Her türlü olaya karşı iş başında eğitimleri verilmiyor mu? Polis görünce insanlar artık risk algılamıyor mu?

Eğer iki polis, beş altı magandanın elinden bir insanı alamayacaksa, o polislerin sıradan vatandaştan farkı ne? Niye onlara polis üniforması giydiriyoruz o zaman?

Bu işin peşini bırakmayacağım. Bu iş, peşi bırakılacak bir iş değil. Zavallı taksiciyi öldüresiye dövenlere ne oldu merak ediyorum. O iki polis hálá ellerini kollarını sallaya sallaya devriye geziyorlar mı, onu da merak ediyorum.

En çok merak ettiğimse, can ve mal güvenliğimizin haberlerde gördüğüm o iki iş bilmez polis gibi polislere kalıp kalmadığı. Kalmamıştır değil mi? İki polise bakıp koca bir teşkilatı karalayamayız değil mi?

Kirli Para belki, Şanslı Slevin mutlaka

Entel dantel sinema eleştirmenlerinin, bazen boş bir film için onca lafı nereden bulduklarını merak ediyorum (Gerçi biliyorum ama haydi bir süre daha bende kalsın!). Alın size Kirli Para... Aşk, iktidar, para hırsı her şey varmış, kumarın insanı ne hale getirdiği ancak bu kadar güzel anlatılırmış falan filan. Yalan, kuyruklu yalan. Amerikan futbolunu, oradaki bahis sistemini bilmeden neyi anlıyorsun da, hangi zevki alıyorsun!

Senaryo, oyunculuk, yönetmenlik konusunda bu kadar sığ bir film ancak bu kadar abartılabilir... Al Pacino hayranları (örneğin ben) için bile kısmen zulüm. Gitmeden önce beklenti seviyenizi sıfırlayın.

Şanslı Slevin ise asla ama asla kaçırılmayacak bir film. Önce Jason Smiloviç’i bu kadar kusursuz bir senaryo yazdığı için (bu kadar mükemmel bir senaryoda az da olsa saçma sapan diyalogların olması da ilginç tabii ki) kutlamak lazım. Sonra da filmin şaşırtıcı sonu hakkında asla ipucu vermeden neredeyse 90 dakikayı çeken ve kurgulayan yönetmen Paul McGuigan’ı.

Uzun süredir her şeyiyle bu kadar "zeki" bir film izlememiştim. Oyunculuklar için bir şey diyemeyeceğim. Bruce Willis, Morgan Freeman dahil, olması gereken klişe oyunlarını sergiliyorlar. Öne çıkan biraz Josh Harnett var, ama o da bir dereceye kadar. Mutlaka ama mutlaka görün Şanslı Slevin’i. Şaşırmaya hazır olun.

Bandırma’da enginar ve nohutun cazibesi

Geçtiğimiz cumartesi Bandırma’daydım. Her zamanki uğrak yerim İnegöl Et Lokantası’na gitmeyi ihmal etmedim. Bildiğiniz üzere Haluk Saçaklı’nın kontrolünde Sağlıklı Yaşam Programı’ma ısrarla devam ediyorum. Eğer sağ çıkarsam sonuçları birkaç hafta sonra açıklarım. Program gereği biftek ısmarladım, Çisil de aynısından söyledi ama İzmirliliği galip geldi ve enginarın tadına bakmadan edemedi.

Ben de fırsatı değerlendirip günün yemeği arpacık soğanlı nohut söyledim. Nohut geldi, ilk kaşığı aldım. Olmaz böyle şey. Bir nohut ancak bu kadar lezzetli pişebilir. O sırada Çisil ağzında ilk enginar lokması bir zamanların tahrik edici şampuan reklamındaki gibi nirvanaya ulaşmak üzereydi. Dayanamadım bir de çatalımı enginara sapladım.

Dönüş yolunda elimizde iki ayrı kapta dört adet enginar taşıyorduk. Nohutun tadı da damağımızda. Akşam Sağlıklı Yaşam Programı’nı, Sağlıklı Enginarla Yaşamdan Alınan Küçük Hazlar Programı’na dönüştürdük (Affet bizi Haluk Saçaklı hocam). Size bu hafta sonu aynı kürü öneriyorum. Bandırma’ya gidin, bu enfes zeytinyağlı enginarı tadın. Enginar’ın lezzeti (nohuta da hasızlık yapmayalım) iki saat yol katetmeye değer.

Bu arada müjde! İnegöl Et Lokantası, İstanbul’da Mahmutbey’de Bizköfte adıyla bir şube açmış. Aynı yemekler var diyorlar. Henüz gidemedim. Gidince bilgilendiririm.

Olmuş Levent kadınları çözmüşsün

Levent Yüksel, bir not eşliğinde yeni albümünü göndemiş. Notta aynen şöyle yazıyor: "Kadın şarkılarını söyleyerek kadınları bir nebze olsun anlamaya çalıştım. Olmuş mu?"

Yanıt veriyorum: "Defalarca dinledim albümünü. Çok güzel şarkıları seçmişsin. Hem de her şarkıyı oya gibi ince ince işleyerek okumuşsun. Olmuş Levent, kadınları adeta hatmetmişsin!"

En ama en beğendiklerime gelince... Birinci sırada Sertab’dan "Üzgünüm Gidenler İçin", ikinci "Yalnızlık" Zuhal Olcay’dan ve sonra Asya’dan "Yoksun Sen". Hepsinin yeri ayrı ama bu üçünü bir başka söylemiş Levent. Sanki bu şarkılarda kadınları anlamayı da geçmiş, kadınların kitabını yazmış.

Hálá bu albümü edinmeyenler varsa, üzülürüm onlar için. Kendilerini böyle bir albümden mahrum etmek için ne kabahat işlediler ki!

CUMA İTİRAFI

wakkoroma; Cinsiyet: Kadın; Yaş: 31; İl: İstanbul

Annemle babam son zamanlarda önemsiz konular yüzünden tartışır oldular. Babamla yüz yüze konuştum. Gerçek sebep, annemin menopozdan sonra cinsellikten soğumasıymış. Babam resmen 65 yaşında kadından cilve istiyor. Çok şaşırdım. Anneme ne söyleyeceğim bilmiyorum.

Yorum: Say Yayınları Prof. Erwin J. Haeberle’nin "Cinsel Atlas"ını 21 yıl sonra yeniden başmış. Haeberle, cinsel yaşamın her yönünü, cinselliğin her türünü açıkladığı kitabın 592’nci sayfasında şöyle diyor: "Normal koşullar altında bir kişinin cinsel yaşamı yalnızca ölümle sona erer." Gördüğünüz gibi Haeberle cinsiyet ayrımı yapmıyor. Verdiği hedef de belli: Mezara kadar cinsellik!

Eğer Haeberle’nin bu özlü ve güzel sözünü her yaştan, her cinsten insan çerçeveletip evinin, iş yerinin uygun bir yerine (ne kadar göz önününde olursa sonuçlarına da o kadar katlanmak zorunda kalabilir!) asarsa, cinsellik yüzünden yaptığı tartışmalar da son bulur. İtirafçının annesine de aynı eylemi öneriyoruz. Tabii ki itirafçıya da...

CUMA LAKIRDISI

"Sizi sadece güldüren kişi komedyendir. Hem güldüren hem düşündüren kişi ise mizahçıdır." (G. Burns)

CUMA TAKINTISI

Fenerbahçe-Galatasaray maçını, daha önce kışın gidip yazdığım ve "Cuma takıntısı" ilan ettiğim Çengelköy Villa Bosphorus’ta izledim. Villa Bosphorus, yazın bir başka güzelliklere bürünmüş. Birinci köprünün manzarası, küçücük kumsalıyla büyüleyici bir mekan. Hafta sonu İstanbul keyfi yapmak istiyorsanız, buyrun Villa Bosphorus’a. (4-0 yenilirken yediğin yemekten nasıl keyif aldın diye soruyorsanız, sormayın. Çünkü ikinci golden sonrasını anımsamıyorum!)
Yazının Devamını Oku

Harika bir yayındı tebrikler Star

4 Mayıs 2006
Hiç yapmadığım bir şey yaptım pazartesi gecesi oturdum Star’daki Miss World 2006 yarışmasını baştan sona sıkılmadan izledim. Star’cılar canlı yayını oya gibi işlemişler, izlemesi çok keyifli harika bir program çıkarmışlar. Emeği geçen herkesi kutluyorum.

Canlı yayında sırıtan tek kişi Eyşan Özhim’di. Emre Altuğ’un yanına gitmemiş işte. Yavan, tutuk, kalın sesli kaldı. Bir Şebnem Dönmez o geceye çok iyi gidermiş.

Biraz da dekorun renklerini sevmedim. Onun dışında dediğim gibi her şey mükemmeldi. Kızların mayolu, mayosuz resmi geçitlerine, Hadise’ye ve Tarkan’a ayrılan süreler hep kararında idi.

Oylama da yine hiç uzamadan kısa sürede tamamlandı ve Miss World iki dil bilen Merve Büyüksaraç seçildi.

Kendi adıma söyleyeyim finale kalan 10 kız arasından seçim yapmakta zorlandım. Üç aşağı beş yukarı hepsi birbirine benziyordu. Sanırım jüri eğitim, zarafet ve güzelliliği yakından değerlendirince tacı Merve Büyüksaraç kaptı!

Tarkan dört şarkı söyledi. Hepsi de yeni İngilizce albümü Come Closer’dan.. Gönül telimizi titretmeyen şarkılar. Tarkan niye bize "Oynama Şıkıdım Şıkıdım" Türkiye’de İngilizce dinletiyor anlamak mümkün değil.

Daha önce de yazdığım gibi Tarkan’ın bu albümle yurt dışında istediği çıkışı yapması çok zor. Oralarda yeterince George Michael var. Başka George Michael’lara da gereksinim yok.

Tarkan’ı son kez uyarıyorum: "Uzaklaşma Tarkan, gel sen "Yakınlaş"!"

Olmadı Polat olmadı Demirören

Taraftar olmak doğruları söylemeye engel olmamalı. Gözlerimize bant çekmemeli. Galatasaray-Fenerbahçe maçında açılan "GÖÖ SÖ. mi?" pankartı bugüne kadar sahalarda açılmış en aşağılık pankarttı.

Böyle bir pankartı sahalarda açtırma şerefine de Aziz Yıldırım yönetimi nail oldu.

Bir tebrik de Adnan Polat ve Yıldırım Demirören’e. 25 yıllık iki dost yemek yemek için böyle önemli bir maç öncesini mi buldu? Allahın diğer haftaları torbaya mı girdi?

Yemeğin bilinçli yendiği, ortada bir kasıt olduğu, bir yerlere birtakım mesajlar verilmek istendiği çok açık.

Her iki yönetici de böyle bir yemeğin basında nasıl kapsanacağını, yemeğin nasıl dedikodulara yol açacağını bilemeyecek kadar cahiller mi? Hayır. Deneyimsizler mi? Zeka kısıtlılar mı? Hayır.

Öyleyse Futbol Federasyonu "ortalığı karıştırmaya yönelik" kasıtlı hareketten iki yöneticiye de niye "ceza" vermiyor?

Acilen, bugün, toplanmalı Futbol Federasyonu yönetim kurulu, disiplin kurulu her neyse. İki yöneticiyi de Beşiktaş-Galatasaray maçını tribünden izlemekten mahrum bırakmalı.

Bırakmalı ki, bu ceza ortalığı karıştırmaya eğilimli diğer yöneticilere ders olsun.

Yaparlar mı? Komik olmayayım değil mi? Ama oldum işte.

Tırtıl

Herkes birisi olunca hiç kimse hiçbiri olamayacaktır (W.S Gilbert)
Yazının Devamını Oku