DÜN Vahap Munyar’ın yazısından öğrendim. Reklam Kurulu "habere de" ceza kesmeye başlamış. Özellikle de reklamı yasak olan ilaç ve sigara haberlerine. Reklam Kurulu reklamın yasak olduğu iki sektörde parayla haber yapıldığını düşünüyormuş.
Yeni çıkan bir sigaranın ya da ilacın haberi yapıldığında Reklam Kurulu "Bu bir reklamdır ver bakalım cezayı arkadaş" diyormuş. Munyar, "kurulun haberlere bu gözle bakması ağrıma gitti" diyor.
Çok haklı. Benim de ağrıma gitti. Reklam Kurulu haddini aşmış. Hele de Reklam Kurulu uzmanlarının gazete gazete gezip "şöyle haber yaparsanız ceza keseriz" demesi resmen sansür.
Her ne kadar Reklam Kurulu bürokratlardan, üniversite ve medya temsilcilerinden ve diğer ilgili kuruluş temsilerinden oluşuyormuş gibi görünse de Sanayi Bakanlığı Reklam Kurulu Başkanı Özcan Pektaş’ın dosya hazırlama ve Kurul’un önüne getirmedeki tartışılmaz üstünlüğünü hepimiz biliyoruz.
Bu nedenle yine söz konusu sansürden doğrudan onu sorumlu tutuyorum.
"Habere ceza" niye sansür? Çünkü Reklam Kurulu’nun "haber denetleme" yetkisi yok. Kurul’un neyi denetleyeceği kurulun adından belli. Bir mesajın da reklam olabilmesi için öncelikle "para" karşılığı bir medyaya yerleştirilmesi, içinde ikna mesajının yer alması ve reklamı verenin logosunu yer alması şart.
O halde Reklam Kurulu habere nasıl reklam muamelesi yapabiliyor? Haberin yapıldığına dair elinde fatura ya da başka bir belge mi var? Bu varsa bu başka bir şey. Gazeteciliğin ve halkla ilişkilerin etik sorunlarını Reklam Kurulu mu çözmeye karar verdi?
Reklam Kurulu’nu uygulamalarını geçersiz kılan başka bir konu da ilaç ve sigara reklamlarını yasaklayan kanunların ruhu. Bu konunlar "abartılı" sigara reklamlarını gençleri özendirdiği, "vaatleri abartılmış" ilaç reklamlarını da özellikle bilinçsiz halkın yanlış ilaç kullanımını artıracağı varsayımıyla yasaklıyor.
Yeni bir sigaranın çıktığı haberi hangi genci özendirir ki? Yeni bir ilacın piyasaya sunulduğu haberi nasıl bir kişiyi körü körüne ilaca yöneltebilir ki? Diyelim ki gitti ilacı eczaneden istedi. Eczaneye gidince reçete sorulması zorunlu değil mi? Zorunlu ama sormuyorlar mı? O zaman Reklam Kurulu gazetelere ceza keseceğine ne diye eczacılara ceza kesmiyor.
Özcan Pektaş yanlış iş yapıyor, halkın haber alma özgürlüğüyle oynuyor. Benden söylemesi..Yakında sevgili Vahap Munyar’ın uyarısını dikkate alıp "İşte O Üyeler" başlığıyla Danıştay üyelerini hedef gösteren Vakit Gazetesi’ne de uygun bir ceza vermeye kalkarsa kimsenin şaşırmasın. Vakit de "glock" marka silahın çok fazla reklamının yapılmasına neden olmuyor mu?
Not: Vahap Munyar’ın Ahmet Mete Işıkara’nın Han Yapı reklamında oynamasına "etik" kaygılarla karşı çıkmasına ise katılmıyorum. Benim bu konudaki düşüncelerim biraz farklı. Haftaya pazara bu konuya değineceğim.
Ordu’yu da böyle gösterirsek
DANIŞTAY’a yapılan saldırının ilk dakikalarından itibaren islamcı camiayı aklamak isteyenlerin koro halinde sorduğu tek "ikna" sorusu vardı o da: "Kime yarar?".
Türkiye’deki "laiklik" tartışmasını "laik azgın azınlıkla", "radikal dinci azınlık" arasında görme konusunda ısrarcı olduğumuz sürece bu tür ikna oyunlarına daha çok maruz kalırız.
Hadi gelin ben de başvurayım. Böylesine alçakça bir saldırı AKP’ye yaramaz mı? AKP’ye öfke duyanlar onu mağdur duruma düşürmez mi?. Siyasette mağduriyet de her zaman mağdur olanın işine yaramaz mı?
İste cenazede protesto edilen AKP’li bakanların durumu. Hepimiz onlara acımadık mı? Protesto edenlere öfkelenmedik mi? Genel Kurmay Başkanı’nın "tepki sürekli olsun" açıklamaları karşısında iktidar yine mağdur duruma düşmedi mi?
Nasıl ama? Saldırı kime yararmış?
İsterseniz dil oyunların bırakıp sorunu doğru saptamaya çalışalım.
1950’den bu yana yüksek demokratik hoşgörüyle yaygınlaştırdığımız imam hatipler, yüksek İslam enstitüleri, İslamcı medya, kuran kursları, islami vakıflar, dernekler, cemaatler, tarikatlar aracılığıyla "türban adına" yargıç öldüren avukat yetiştirmeyi nasıl becerebildik?
Danıştay üyelerine yapılan saldırının ilk dakikalarından itibaren izlemediğim haber, okumadığım gazete kalmadı. Dinci gazetelerden hiçbiri anlaşmışlar gibi saldırıdan sonraki üç gün içinde tetikçinin "tekbir getirerek silahını ateşlediğini" yazamadı.
Haber verirken bile "dava zarar görür" diye en önemli ayrıntıyı yazmayan insanları yetiştirmeyi nasıl becerebildik? (Ki yazsalar okurları davadan soğuyacak bunu çok iyi biliyorlar. Onların derdi soğutmak değil ısıtmak.)
Hatta Danıştay’a saldırının şifreleri çözülmeden "sinmeyin, susmayın daha azgınlaşırlar" mesajı vermeyi unutmayan partizan gazeteler yaratmayı..
Saldırıdan sonraki ikinci günde malum gazetelerden birinde yer alan haberden cümleler:
"Halkımızın islami kimliğine, değerlerine düşman olan azgın bir azınlığın yapageldikleri bunca zulüm, sömürü ve istismara rağmen bu kadar cüretkar ve ahlaksız tutumlar sergiledikleri bir süreçte sinme, susma ve geri çekilmenin, zalimlerin kötü amaçlarına hizmet etmekten ve onların daha da azgınlaşmasına yol açmaktan başka bir işe yaramayacağı unutulmamalı."
Radikal dinci azınlık, "laik azgın azınlık daha da saldırır sinmeyin" demeye devam ediyor. Dincilerin bunu demesi normal de biz laiklik gibi evrensel bir ilkeyi savunan Türk Ordusu’nun komutanını "tepki sürekli olsun" deyince nasıl "laik azgın azınlığın" bir üyesi yapıyoruz onu anlamıyorum.