Ahmet Altan

Mutsuzluk tehlikelidir

21 Mayıs 2006
Tehlikelidir mutsuzluk.<br><br>İnsanı şaşırtır. Telaşlandırır.

Öç duygusuna sürükler.

Yalnızlık korkularıyla yakar.

Geçmişin hatıralarıyla hırpalar.

Yabancılara muhtaç eder.
/images/100/0x0/55eaf1d2f018fbb8f8a0cba5
Ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

Bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.

Bilirim o suları, oralarda yıkandım.


"Birçok insan" diyor Dostoyevski, "mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur."

Şaşırtıcı hatta kızdırıcı bir cümle bu.

Ama düşündürücü de.

Düşündükçe de bu büyük yazarın haklı olabileceğini hissediyorsunuz.

Ben, kendini mutsuz sanan çok insan gördüm.

Mutluluklarıyla kendileri arasındaki en büyük engel kafalarındaki "mutluluk" tarifiydi.

Çocukken seyrettikleri bir filmden, okudukları bir kitaptan, büyüklerinin anlattığı bir hikayeden insanların aklına bir "mutluluk resmi" yerleşiyor ve bu resme benzemeyen hiçbir görüntünün mutluluk olabileceğine daha sonra inanmıyordu.

Ellerinde tek bir mutluluk kalıbıyla dolaşıyorlar, bir başkasının kendine dar gelen ayakkabısını giymeye çalışır gibi kendi mutluluklarını bu kalıbın içine sokmaya uğraşıyorlardı.

Eğer mutlulukları o kalıba sığmazsa mutsuz olduklarını düşünüyorlardı.

Başka bir biçimde de mutlu olunabileceği ihtimali onlara inandırıcı gelmiyordu.

Akıllarındaki mutluluk tarifine uymadığı için sahip oldukları mutluluğu değiştirmeye uğraşıyorlar...

Ve mutsuz oluyorlardı.

O insanlar, bir zamanlar aslında mutlu olduklarını ancak mutluluklarını kaybettiklerinde anlayabiliyorlardı.

Bunlar, insanlık aleminin içindeki en büyük duygusal nehirlerden biri olan mutsuzluğun içine diğer talihsizlerle birlikte akıyorlardı.

Orada gerçek mutsuzlarla, terk edilmişlerle, sevilmemişlerle, sevdiğini yitirmişlerle, hayallerine ulaşamamışlarla buluşuyorlardı.

Birbirinden çok değişik maceralardan, hayatlardan, kırgınlıklardan bu nehre akmış insanlar, burada zamanla birbirilerine benziyorlardı.

Onları bakışlarından, seslerinden, bazen başkalarını çok şaşırtan bir cüretkarlığa dönüşen telaşlarından tanıyordunuz.

Hemen hemen hepsi de ümitlerinin çoğunu kaybetmişlerdi.

Ellerinde kalan çok küçük bir ümit kırıntısıydı.

Mutsuzluğu onlar için çok tehlikeli kılan da ellerindeki bu küçücük umut parçasıydı.

Bu umuda yapıştırılmış öfkeli bir intikam isteği de bulunuyordu dağarcıklarında.

O çok ünlü "Mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" cümlesiyle başlayan kitabının girişine Tolstoy’un önsöz yerine yazdığı tek satırlık alıntı, birçok mutsuzun duygusunu da dile getiriyordu:

"İçim nefretle dolu, öcümü alacağım."

Geçmişe ve geçmişte kalan birilerine karşı nefretle ve intikam isteğiyle dolu oluyordu mutsuzların çoğu.

Geçmişten öç almak istiyorlardı.

Geleceğe dair ise çok küçük bir umutları vardı.

Gelecekle ilgili ümit, içinde geçmişten öç alma isteğini de barındırıyordu.

O minicik ümidin titrek ışığını her yerde, her insanda arıyorlar, bunu bulduklarını düşündüklerinde ise hiçbir mutlu insanda görünmeyen telaş dolu bir çabayla ileri doğru atılıyorlardı.

Bu mutluluk ümidini gerçekleştirebilmek ve geçmişle hesaplaşabilmek için her yöne, her insana doğru neredeyse hiç düşünmeden kendilerini fırlatıyorlardı.

İnsanlar daha sonra pişman oldukları birçok şeyi böyle bir ruh halinde yapıyorlardı.

İçine düştüğü uğultulu sularla bir felakete doğru sürüklendiğinden korkan insanların kurtulmak için neler yapabileceğini daha önceden tahmin etmek bile mümkün olamıyordu.

Özellikle mutsuzluk nehrine yeni düşenler, timsahlarla dolu bir sudan geçmeye çalışan karacalar gibi kurtulmak için canhıraş bir şekilde çırpınıyorlardı.

Neredeyse bir tür kişilik değişiminden geçildiği bir dönemdi bu.

Mutsuzluk, vahşi bir biçer döver gibi insanın ruhunu parçalıyordu.

Bütün güvenini yok ediyordu.

Mutsuz insanlar, hep bir uçuruma düşüyormuş duygusuyla her karşılaştıkları yeni insana, içine girdikleri her yeni çevreye "Acaba tutunabileceğim dal burada mı" diye bakıyorlardı.

İnsanlar hayatlarındaki en şaşırtıcı ilişkileri de bu mutsuzluk krizinde yaşıyorlardı.

Hayatın bir daha asla "güzel" olmayabileceği endişesi ruhlarını öylesine kuvvetli bir biçimde sarıyordu ki yeniden "mutlu" insanların arasına dönebilmek, bu korkulardan, yalnızlıklardan, güvensizliklerden, acılardan sıyrılabilmek için her ihtimali, en anlamsızlarını bile deniyorlardı.

Hiç bitmeyecekmiş gibi gözüken derin bir yalnızlıkla, yeniden hayatla barışabileceğini söyleyen minicik umut arasında sanki başdöndürücü bir tahtıravallide iner çıkar gibi sürekli bir dalgalanma yaşayan mutsuz insanların, tek başlarınayken kederli bir yorgunlukla bir kenara oturup, başkalarıyla karşılaştıklarında irkiltici bir enerjiyle ayaklanmaları, bu yıpratıcı değişimleri sürekli yaşamaları bütün ruhsal dengelerini de altüst ediyordu.

Sükuneti unutuyorlardı.

Hep çırpınıyorlardı.

Onları yeniden mutlu edecek birini bulabilmek, geçmişten öç alabilmek, kendilerine olan güvenlerini tazeleyebilmek için, aklını ıssız dağlarda kaybetmiş şanssız bir altın arayıcısı gibi her yeri kazmaya çalışıyorlardı.

Gülünç olmaya bile aldırmıyorlardı.

Bazen, ruhlarını kaplayan kasırga aniden duruverdiğinde, bir anlığına, "ben ne yapıyorum" diye kendilerine soruyorlardı ama bu sadece bir andı, kasırga biraz sonra yeniden başlayıp onların kendilerine dönük gözlerini karartıyordu.

Yeniden kör oluyorlardı.

O mutsuzluk nehrine bir kere düşmeyegörsün insan...

Oraya düşmenin kolay ama çıkmanın çok zor olduğunu ancak o zaman anlar.

Cömert bir dilenci gibi yaşar ondan sonra, biraz umut dilenir ve karşılığında her şeyi vermeye razı olur.

Verdikleri gözükmez, herkesin aklında dilenişi kalır.

O umudu bulduklarını, aradıkları insanla karşılaştıklarını sandıkları anda hissettikleri kurtuluşu ve mutluluğu, hiçbir mutlu insan kavrayamaz.

Ama mutsuzlar yanıldıklarını çabuk anlarlar.

Daha derin bir acıyla düşerler mutsuzluklarının içine.

Öç istekleri daha da artar.

Öyle zamanlar olur ki bütün insanları yabancı ve düşman görürler.

Sonra o yabancılara sığınmaya çalışırlar.

Çok mutsuz insan gördüm.

Seslerini tanırım onların, bakışlarını tanırım.

Abartılı neşelerini tanırım.

En neşeli konuşmanın bir yerinde kararıveren yüzlerini tanırım.

Hikayelerini dinlerim.

Çoğu Dostoyevski’nin sözlerini hatırlatır.

Mutlu olduklarını bilmedikleri için mutsuz olduklarını sanmış, sahte bir mutsuzluktan kurtulmaya çalışırken gerçek bir mutsuzluğa düşmüşlerdir.

Kahkahalarla dolu bir geceden sonra onları izlerseniz hızla başlayan adımlarının gitgide yavaşladığını, her yavaşlayan adımla bir başkasına dönüştüklerini, omuzlarının çöktüğünü, ruhlarında taşıdıkları yorgunluklarının onları esir aldığını görürsünüz.

O anda karşılarına çıkıveren biri onları en çılgın şeyleri yapmaya ikna edebilir.

Aniden evlenebilirler.

Ertesi sabah dudaklarında bir plastik tadıyla uyanmak üzere hiç sevmedikleri hatta hoşlanmadıkları biriyle sevişebilirler.

Varlığıyla kendilerini utandıracak birileriyle kalabalıkların önüne çıkarak poz verebilirler.

Tehlikelidir mutsuzluk.

İnsanı şaşırtır.

Telaşlandırır.

Öç duygusuna sürükler.

Yalnızlık korkularıyla yakar.

Geçmişin hatıralarıyla hırpalar.

Yabancılara muhtaç eder.

Ve, birçok insan mutlu olduğunu bilmediğinden mutsuzluğa düşer.

Bir kere mutsuzluk nehrine düştün mü de çıkması zordur.

Bilirim o suları, oralarda yıkandım.

O sularda ıslananları onun için hemen tanırım.

Her mutsuzla karşılaştığımda aynı sözleri söylemek isterim.

"Sakin ol, sükunet kurtaracak seni."

Her seferinde de sakin olamayacağını bilirim.

Mutsuzluk telaşlandırır çünkü insanı.

Telaşıyla tehlikelidir zaten, elindeki o küçük ümidi de kaybetmemek için çırpınmasıyla tehlikelidir mutsuzluk.

Pişmanlıklarımızı telaş yaratır çünkü, telaşımızla utanılacak hareketler yaparız, bazen önümüzde kaderin açtığı geniş yollarda mutsuzken tökezlememiz telaşımızdandır.

Gördüğümüz her insana, boğulmakta olan bir insanın kurtulma hırsıyla sarılır ve onları korkuturuz, biz onları kendimize doğru çekmeye uğraştıkça onlar bizim korkularımızı çoğaltarak kaçarlar.

Yalnızlıktan korktukları için yalnızlaşır mutsuzlar.

Ve yalnızlaştıkça yalnızlıktan daha çok korkarlar.

Mutluluk topraklarına açılan o "sükunet kapısından" geçmeyi bir türlü beceremezler.

Sonra bir gün, o küçücük ümitlerini de kaybedip artık yokluğa yaklaştıklarını sandıklarında aniden o sükunet kapısı açılıverir önlerinde.

Ümitleri yoktur artık ama mutluluk şansı onlara sezdirmeden belirivermiştir.

Ümitsizce dururken bulurlar mutluluğu.

Kimse sonsuza dek o mutsuzluk nehrinde sürüklenmez çünkü...

Bir gün herkes kurtulur.
Yazının Devamını Oku

Sular ne güzelse...

14 Mayıs 2006
Seni, merhameti ve şefkatiyle hep koruyacak olan edebiyata emanet ediyorum.<br><br>Orada hak ettiğin güveni ve huzuru bulacaksın. Böyle utangaç gülümseme.

Cenazende konuşmaya gidiyorum.

Sabah leylak kokuyor.

Yüzüne ışıklar vuruyor Erdal.

Sen benim kederime aldırma...


Hepimizin, birbirimizi son kez gördüğümüz bir gün olacak. O günün hangisi olacağını hiç bilemeyeceğiz.

Ve o gün gelecek.

Koyu bir gecede beliren kara bir muhrip gibi girecek hayatımıza.

Düşüncelerimizin arkasındaki o belirsiz bölgede şekilsiz gölgeler gibi dolaşan korku dolu sezgiler yıkıcı gerçeklere dönüşecek.

Yüzündeki gülümsemeyi bize anı olarak bırakan biri ayrılacak bizden.

Bir daha o yüzü görmeyeceğiz.

Suya vuran bir ışık gibi alacakaranlıkla birlikte derinliklere çekilecek.

Bir bilinmeze doğru uzaklaşacak.

Bugün, o günlerden biri.

Dışarısı leylak kokuyor.

Yeşil sivri yaprakların arasında solgun eflatun çiçek salkımları.

Edebiyatın fahişeleşmiş kelimelerinden leylak, o muhteşem kokusuna rağmen öylesine çok ve öylesine hoyratça kullanılmış ki hiçbir yazar artık alay konusu olmayı göze almadan yanaşamaz bu kelimeye.

Ve, sabah leylak kokuyor.

Eski bir dosttan bir daha görüşmemek üzere ayrılmaya giderken kederli ve serin sabah, tabiatın adının söylenmesi en tehlikeli çiçeklerinden birinin kokusunu sürünmüş.

Bir yazarı uğurlamaya edebiyat sınavına benzer bir kokunun içinden geçerek gidiyorum.

Korkmalı mıyım leylaklardan?

Leylak sözcüğünden korkmalı mıyım?

Sen ne dersin Erdal, silmeli miyim bu sözcüğü?

Ama leylak kokuyor sabah.

Ne kelimelerden, ne hayattan, ne de ölümden korkmayacak kadar kederliyim.

"İşte budur çocuğum büyümek, ayrılıkları öğrenmektir."

Zordur yazarların dostlukları.

Yazarlar zordur çünkü.

Sonsuz bir iyiliğe ve sonsuz bir kötülüğe açılır kapıları.

Başkalarına sır olan onlara sır değildir, birbirlerinin kötülüğe bakan yüzlerini de iyiliğe bakan yüzlerini de görürler.

Kavgalarına, öfkelerine, saldırganlıklarına rağmen bütün yazarları gizli bir tarikat üyeleri gibi garip bir şekilde birbirlerine bağlayan da onların ortak sırlarıdır.

O sırlar başkalarını korkutur.

Yazarlarsa severler sırlarını.

Başkalarını korkutan bizi gülümsetir.

Ve, iki yazar dost olduğunda bir gün birinin diğeri için bir yazı yazmak zorunda kalacağını gizlice bilirler.

Ben senin için bir yazı yazıyorum Erdal.

Bu beni şaşırtıyor.

Nasıl duru, berrak ve güzel bir Türkçe’yle yazardın.

Severdin Türkçe’yi.

Türkçe de seni severdi.

Bir yanınla ne kadar aklı başında bir adamdın, bir yanınla da düpedüz deliydin.

Saatlerce tartışırdın benimle kelimeler için.

Benim yazdığım eski kelimelerin yerine daha yeni, daha genç kelimeler yazmamı isterdin.

Ben eski kelimeleri severdim.

Onun için mi acaba kendimi senden daha yaşlı hissederdim, onun için mi benim senin için değil de, senin benim için bir yazı yazacağına inandım gizlice.

Ormana bakan bahçede, sanki önemsiz bir şey yapıyormuş gibi çalışma odana gidip, oradan bitirdiğin yeni hikayeni getirişini, onu ciddiyetle, her bir kelimenin vurgusunu yerli yerine koyarak okuyuşunu sonra dinleyenlerin ne söyleyeceğini, sanki söyleneceklerine aldırmıyormuş gibi saklamaya çalıştığın merakla bekleyişini hatırlıyorum.

Benim sana kitabımı verdikten sonra senin yüzüne bakarak beklediğim gibi...

Bu mu bizi, hepimizi, bütün yazarları kardeş yapıyor Erdal, bu zavallı ve insani zaafımız mı?

Yoksa yazdığın beğenildiğinde yüzünün çizgilerinde beliren o oğlan çocuğunu hatırlatan utangaç memnuniyet mi?

Bu sabah ayrılacağız.

Ve, hava leylak kokuyor.

Haksızlığa uğramış bir çiçek leylak.

Sırf muhteşem bir kokuya sahip olduğu için yağmalanmış, tarumar edilmiş, adı kötü yola düşmüş bir çiçek.

Onu yazarlara benzetsem itiraz edecek bir şey bulurdun sanırım.

Havuzun başındaki kavgalarımızı hatırlıyor musun?

Hani çevremizdeki herkesin korkuyla çekilip bizi başbaşa bıraktığı kavgalarımızı.

Güzel kavga ederdik.

Artık bir daha kavga etmeyeceğiz.

Hayatı biliyordun, şimdi ölümü öğrendin.

Ölümü öğrenip de yazamamak korkunç bir şey, değil mi Erdal?

Biliyorsun ama yazamıyorsun.

Bir yazarın ölümündeki en acıklı yan bu olmalı.

Hiç kimsenin bilmediğini bilmek ve anlatamamak.

Her yazara, öldükten sonra bir sayfa yazma hakkı tanımalıydı tanrı.

Ama o da bizden daha iyi değil işte.

Tanrının kötü yanı hangisi sence, hayatı yaratmış olması mı yoksa ölümü yaratmış olması mı?

Yoksa haksızlığı yaratmış olması mı?

Sana haksızlık yapıldığını düşünüyorum.

Gerçek şaheserlerinden pek söz etmezlerdi.

Niye "Odalarda" romanı dillerden dillere dolaşmadı?

Bu konuları sevmezsin.

Hastalığından hoşlanmadığın gibi...

En ağır ameliyatlarından eğlenceli bir seyahatten döner gibi döner ve asla geçirdiğin ameliyatlarından bahsetmezdin.

Hiç hastalığından yakınmazdın.

Seni ölüme götüren basamakları tırmanırken bir tek gün yüzünde bir endişe, bir korku görmedim.

Ölüm karşısında duruşun yiğitçeydi gerçekten.

Ve, sen bunun anlaşılmasından bile utanırdın.

Biraz utangaçtın.

En çok da iyi yanlarından utanırdın.

Biliyor musun, bazen seni sanki çocuğummuşsun gibi hatırlıyorum.

Tuhaf değil mi?

Ben çırakken sen ustaydın, benim ilk kitabımı kimse basmazken basan sendin, sen benden öndeydin ama işte hayatın içindeki ışıkların garip yansımalarından biri, bazen küçük bir çocuk gibi şefkat uyandırırdın bende.

Bir keresinde beni nasıl güldürmüştün.

Bir akşamüstü yayınevinde konuşuyorduk galiba.

Sen, dertli bir sesle, "Benim için Yozgatlı diyorlar" demiştin.

"İstanbullu musun aslında" diye sormuştum ben de senin böyle üzüldüğünü görünce.

- Kırşehirliyim, demiştin.

Senin "Yozgatlı sanıldığı için üzülen bir Kırşehirli" olmana yıllarca gülmüştüm.

Sonra herkese anlatmıştın bunu.

Cenazende konuşacağım.

Sabah leylak kokuyor.

Seni edebiyatın sonsuzluğuna bırakacağız.

Burada Erdal olarak kaybettiğimizin gittiği yerde Erdal Öz olarak dirilişini göreceğiz.

Artık sana dokunamayacaklar.

Bundan sonrası sadece sen ve kitapların.

Hep özlediğin huzur.

Edebiyat seni şefkatle kucaklayacak, koruyacak, bir yoklukta kaybolmana izin vermeyecek.

Aynen yazdığın Türkçe gibi aydınlık bir yerde duracaksın.

Bilmiyorum gittiğin yerde düzen nasıl ama sanırım Refik Halit’le bir komşuluğun olacak.

Cümleleriniz, ışıklı pınarlar gibi akacak çayırlarınızın arasından.

Buralara bir çağlayan gibi dökülecekler.

Küçük çocuklar yıkanacak o sularda, bu dilin en güzel hallerini sizin cümlelerinizden öğrenecek.

Böyle utangaç gülümseme.

Artık iyi şeylerin tadını çıkarmayı öğrenmelisin.

"Leylak" sözcüğü hakkında ne düşündüğünü hiç bilemeyeceğim, değil mi?

Çok güzel kokuyorlar.

"Getirip denizle gecenin buluştuğu yere koyduğum yüzüne ışıklar vurup vurup geçiyordu."

Bu senin cümlen, Sular Ne Güzelse’den...

Bize bir karanlık gibi gözüken yerde yüzüne ışıklar vurup vurup geçiyor.

Ben o ışıkları görüyorum.

Başkasına sır olan bize sır değil, biliyorsun.

Seni ne tanrıya, ne kadere emanet ederim.

Seni, merhameti ve şefkatiyle hep koruyacak olan edebiyata emanet ediyorum.

Orada hak ettiğin güveni ve huzuru bulacaksın.

Böyle utangaç gülümseme.

Cenazende konuşmaya gidiyorum.

Sabah leylak kokuyor.

Yüzüne ışıklar vuruyor Erdal.

Sen benim kederime aldırma...
Yazının Devamını Oku

Esrarengiz vaatler

7 Mayıs 2006
Sıcaktı. Terliyorduk. Birbirimize bakıyorduk.<br><br>Bacaklarını uzatıp ayaklarını göbek taşına dayadıklarında, içinde hayatın saklandığı koyu gölgelikleri gözüküyordu. Buharlar yükseliyordu taşlardan. Sonra yarı çıplak bir kız beni o kadınların gözleri önünde köpük köpük sabunlarla yıkadı. Güzel kokulu yağlarla ovdu. Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için.

Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için./images/100/0x0/55eb0ecef018fbb8f8a84a4e

Arabaya biner, motor homurtularını kendi adalelerinde hissederek uzun bir yola çıkarsın.

Değişik kaderlere doğru yol alan binlerce arabanın süratle geçtiği büyük otobanlardan, yaprak kokan dar orman yollarından, nehir kenarlarından, karanlık tünellerden, çirkin binalarının ardındaki sırları asla ele vermeyen ketum kasabalardan, sırtına odun yükledikleri hayvanlarını yedeklemiş kadınların aldırmazca yürüdüğü, çardaklı kahvelerinde traşı uzamış adamların oturduğu küçük köylerden, dağ geçitlerinden, penceresiz tahta kulübelerin tek başına durduğu ıssız yaylalardan geçersin.

Lezzetli yemeklerin piştiği, taş tabanlı, masaları örtüsüz kamyoncu lokantalarında yemek yer, iskemleleri çimlerin üstüne konmuş kır kahvelerinde söğüt ağaçlarının hışırtılarını dinleyerek çay içersin.

Vakit baharsa, beyaz, pembe, mor, eflatun çiçekleriyle dantel yelpazeler gibi açılan ağaçlara rastlarsın.

Elma, şeftali, portakal, mandalina kokuları açık camlardan içeri dolar.

Yemyeşil filizleri diz boyu olmuş tarlalar tersine taranmış kadifeler gibi iki yanında ürperir.

Işıklar içinde beliriveren çelik konstrüksiyonlu benzin istasyonlarında iri bıyıklı, kalender bakışlı adamlara yol sorarsın.

Uzun yollar boyunca, her kilometrede dağarcığında birikmiş tozlu önyargılardan, kirlenmiş ihtiraslardan, manasız kızgınlıklardan arınarak, hayatın yalınlığını kavrayıp sana daha önce çok sıradan gözüken her dalın, çiçeğin, ağacın, dağın, nehrin, ışığın mucizesine hayran olarak, rengarenk zaman parçalarının içinden rüzgarın uğultusunu dinleyerek geçip gidersin.

Ben çocukluğumdan beri hep böyle yolculukların hayallerini kurarım.

Çoğunlukla hayal olarak kalır bunlar.

Bazen de bir sabah vakti, bir iki pantolon, birkaç gömleği küçük bir çantanın içine atıp yola çıkarım.

Savrularak yanımdan geçen iri bir kamyonun vınıltısında, tekerleklerin kaydığı çakıllı bir dağ yolunda, boşluğa doğru uzanan sert virajda direksiyona bütün gücümle asıldığımda hayatla ölümün kardeşliğini kasılan midemde hissederek giderim.

Gittiğim yerde neyle karşılaşacağımı bilmemek yolculuğun heyecanını daha da artırır.

Tek bildiğim, daha önce kalmadığım bir yerde kalıp, daha önce görmediğim insanları göreceğimdir.

Bu sefer de öyle oldu.

Akdeniz’e yukarlardan bakan bir dağa, henüz ehlileşmemiş bir yoldan, her virajda yeni bir uçurumla karşılaşarak tırmandım.

Ben tırmandıkça deniz büyüyordu.

Tam tepede, zeytin ve çam ağaçlarının arasına saklanmış bir otele vardım.

Arabayı durdurduğumda gece çökmüştü.

Ömrünün beş yılını Mamak Hapishanesi’nde bırakmış, hayatın örsünde dövülerek çeliğin sağlamlığını ve dirençli esnekliğini kazanmış bir komünistle Alman karısı karşıladı beni.

Ortak dostlarımız olduğunu keşfettik, geçmişi yad ettik, çekilen acılardan olgun bir gülümsemeyle söz etti evsahibim.

Sabahleyin, odamın kapısını açıp geniş bir ahşap terasa çıktım.

Sık ağaçların arasından Akdeniz firuze bir yüzük taşı gibi masmavi gözüküyordu.

Arkamdaki kayalık zirvenin gölgesinden kurtulmaya çalışan ağaçlar serin sabah rüzgarıyla fısıldaşıyorlardı.

Güzel bir kahvaltıdan sonra ayrıldım oradan.

Sabahleyin yukardan baktığım denizin kenarına öğleye doğru indim.

Gittiğim yerde geçmişin başka bir acısı bekliyordu beni.

Bir yamaca yerleşmiş, camları kırık pencereleriyle sahipsiz körlere benzeyen bomboş taş binalar sessiz ölüler gibi dizilmişlerdi.

Bir zamanlar yedi sekiz bin kişinin yaşadığı bu küçük Rum kentini yapanlar öyle yapmışlardı ki, hiçbir bina öbür binanın önünü kapatmıyordu, her biri önlerinde uzanan yeşil vadiden ve vadinin bitiminde başlayan Akdeniz’den payını cömertçe alıyordu.

Bu şehirde yaşayan Rumlar 1922’deki "mübadelede" evlerini, bağlarını, tarlalarını bırakarak Yunanistan’a gitmek zorunda kalmışlar, yerlerine gelenler ise bir vakit bu evlerde oturduktan sonra oradaki şartlara uyum gösteremediklerinden şehri kaderine terkederek ayrılmışlardı.

Yüz yıl önce bile iki doktoru, iki eczanesi, iki okulu olan, görkemli bir kiliseye, tepelere yerleşmiş minik "şapellere" sahip bu taş şehir şimdi öyle ıpıssız duruyor, ziyaretine gelenlere savaşların bedelini insanoğlunun nelerle ödediğini kendi ıssızlığıyla gösteriyordu.

Bu ölü şehre bakarak hayatımdaki en güzel gözlemeyi yerken civardaki köy evlerinden birinden ultramodern bir caz müziğinin hiç beklenmedik notaları duyuluyordu.

O müzikle birlikte, gerçeklerden kopmuş bir "an" geçmişi, geleceği ve beni kendi derinliklerine doğru çekip götürüyordu.

Hava, portakal çiçeği kokuyordu.

Oradan garip bir keder ama tuhaf bir umutla uzaklaştım, aklı da akılsızlığı da büyük bir canlı türüne aittim, en güzel şeyleri yapıp sonra onları yok edebiliyordu ve yeniden yapıyordu daha sonra.

Gene yapacaktı.

Villon’un bir mısrası dolaşıyordu aklımda.

"Meyveler, çiçeklerin vaat ettiğinden de güzel oldu."

Sanırım müzik iyimserliğimi artırmıştı.

Geniş, ferah bir gökyüzünde güneş, altın ipeklilere sarınmış bir tanrıça gibi ışıktan saçaklarıyla oynaşıyordu.

Serin çam ormanlarının arasına daldım.

Ağaçların arasından bir sincap koşarak geçti.

Ormanlardan çıktıktan sonra, tarihin ilk "birleşik devletlerini" kurmuş eski bir krallığın topraklarına girdim.

İnsanoğlunun en dokunaklı maceralarından birine yaklaşıyordum.

Binlerce yıl önce bu krallığın başkentini düşmanlar kuşatmıştı.

Şehirdekiler uzun zaman direnmişlerdi.

Sonra bir gün gelmiş, "artık dayanamayacaklarına" karar vermişlerdi.

Düşmanları gerçekten düşmandı, acımaları yoktu.

Çocuklarını ve kadınlarını onların ellerine bırakamazlardı.

Erkekler, önce çocuklarını, sonra kadınlarını öldürmüşler, daha sonra da kılıçlarını kendi karınlarına saplamışlardı.

Düşman, boş bir şehri ve "on bin ölüyü" ele geçirebilmişti ancak.

İnsanlık, kendini yiyerek büyüyen ve geçtiği yerlere kandan ve gümüş tozundan izler bırakan anlaşılmaz bir böcek gibiydi.

Ardında bıraktığı kanlı ve parlak izleri takip ediyordum.

Sonsuz bir kumsala geldim.

Bembeyaz kumlar kilometrelerce sürüyordu.

Boş şezlonglar duruyordu sahilde.

Deniz kaplumbağalarının doğurmak için geldikleri iki sahilden biriydi burası.

Yumurtalarını gece karanlığında bırakıp gidiyorlardı.

Yavrusunu doğar doğmaz terkeden tek canlı türüydü onlar.

Ve, yavrular bırakıldıkları kumsalda denizin yolunu ancak karanlıkta bulabiliyorlardı, eğer bir ateş, bir ışık yanarsa yollarını kaybediyorlardı.

Kaplumbağalarla birlikte kuşlar ve yengeçler de geliyordu buraya.

Yavruları yiyorlardı.

Kurtulabilenler denize açılıyorlar, büyüyorlar, doğurmak için doğdukları bu sahile dönüyorlardı.

Kumsalın arka tarafında palmiyeler ve geçmişten kalan harabeler vardı.

Büyük taş bir kapı, bir boşluğun ortasında tarihle ve insanlarla alay eder gibi tek başına duruyordu.

Kapıdan geçtim.

Kumsaldan ayrılırken yol kenarındaki genç bir delikanlıdan kalın kabuklu limonlar aldım.

Parlak sarı kabuklarını kesince kokuları sabırsız cinler gibi yayılıverdiler arabanın içine.

Toros Dağları’nı aştım.

Ana yoldan ayrılıp yayla köylerinin arasından dolanan, çiçeklenmiş ağaçlarla süslenmiş bir yola saptım.

Yaşlı bir köylüye, "bunlar ne ağacı" diye sordum.

Cehaletimden dolayı bana acıyarak baktı.

"Elma ağaçları" dedi omuzlarını silkerek.

Kilometrelerce hiçbir arabaya rastlamadan gittim.

Akşama doğru, yirmi metrelik çam ağaçlarının arasına saklanmış bir otele ulaştım.

Yorgundum.

Beni bir daha hiç unutmayacağım bir masalın içine soktular.

Büyük taş bir binanın altındaki bir kapıdan loş bir koridora yürüdüm.

Mumlar yanıyordu ve uçları çatlayarak titreşen minik alevlerden baygın bir rayiha yayılıyordu.

Soyunup uzun bir kumaşa sarındım.

Tahta bir kapı açıldı.

Ve, buharlarla dolu sıcak ve küçük bir hamama girdim.

Ortada bir göbek taşı, kenarlarda çepeçevre mermer bir kerevet ve kurnalar vardı.

Kerevette kumaşlara sarınmış çırılçıplak kadınlar oturuyordu, terlemişlerdi, yüzlerini al basmıştı.

Bazen kumaşlarını açıp yeniden sarınıyorlardı.

Buharların arasından memeleri ortaya çıkıveriyordu.

Sıcaktı.

Terliyorduk.

Birbirimize bakıyorduk.

Bacaklarını uzatıp ayaklarını göbek taşına dayadıklarında, içinde hayatın saklandığı koyu gölgelikleri gözüküyordu.

Buharlar yükseliyordu taşlardan.

Sonra yarı çıplak bir kız beni o kadınların gözleri önünde köpük köpük sabunlarla yıkadı.

Güzel kokulu yağlarla ovdu.

Seyahat sözcüğünün içinde her zaman esrarengiz vaatler saklıdır benim için.

Ve Villon’un dediği gibi kimi zaman "gerçekler vaatleri aşıyordu."

Sabahleyin uyandığımda guguk kuşları ötüyordu.

Çocukluğumda da öterlerdi.

Çocukluk hayallerimin beni kıskandığını biliyordum.
Yazının Devamını Oku

İki albay bir general eder

30 Nisan 2006
Dürüstlere rastlarsınız pek cesur değillerdir, cesurlara rastlarsınız pek dürüst değillerdir. Dürüst ve cesur birine rastlarsanız eğer, onu ne siz unutursunuz ne de insanlık unutur. Geceleyin ortaya çıkan yıldızlar gibi genellikle karanlıkta parlar bu insanlar ve diğerlerine yol gösterir. Onların hikayeleri de dilden dile dolaşır, kuşaktan kuşağa anlatılır.

Kral, ünlü filozofa sormuş: - Akıl mı daha değerlidir yoksa yiğitlik mi? Filozof gülümseyerek cevap vermiş:

- Akıl olsaydı yiğitliğe gerek olur muydu?

Ya akla çok az rastlanan bir dünyada yaşadığımdan ya da gördüğüm örneklerden çok etkilendiğimden ben çocukluğumdan beri yiğitliği ve cesareti severim.

Hele dürüstlükle bütünleşmiş bir cesaret bende daima hayranlık uyandırır.

Bu söylenmesi kolay iki kelime, ’dürüstlük’ ve ’cesaret’, insanlık tarihi boyunca birlikte zor bulunur iki ’değer’ olmuş.

Dürüstlere rastlarsınız pek cesur değillerdir, cesurlara rastlarsınız pek dürüst değillerdir.

Dürüst ve cesur birine rastlarsanız eğer, onu ne siz unutursunuz ne de insanlık unutur.

Geceleyin ortaya çıkan yıldızlar gibi genellikle karanlıkta parlar bu insanlar ve diğerlerine yol gösterir.

Onların hikayeleri de dilden dile dolaşır, kuşaktan kuşağa anlatılır.

Tanınmış Amerikalı sinema sanatçısı George Clooney geçen yıl böyle ’cesur ve dürüst’ bir adamın, ’Amerikan yayıncılığının en büyük azizi’ diye anılan Edward R. Murrow’un hikayesini anlatan bir film çevirdi.

Bir tür ’efsane’ olan Murrow gerçekten de insanlara anlatılmayı hak ediyordu.

Epeyce fakir olan, dindar bir çiftçi ailesinin oğlu olarak doğdu Murrow, ona her gece kutsal kitabı okutan annesinden ’Protestan ahlakını’ ve vicdan sahibi olmayı öğrendi.

Liseyi bitirdiğinde ailesinin onu üniversiteye gönderecek parası yoktu, para biriktirebilmek için kuzey ormanlarında dev ağaçları kesen odunculara katıldı, orada da ’ezilmişlerin acılarını hissetmeyi, paylaşmayı ve mücadele etmeyi’ kişiliğinin önemli özellikleri arasına kattı.

Oduncular arasında örgütlenmeye çalışan Uluslararası Sanayi İşçileri Sendikası’nın temsilcilerinden ’solculuğu’ dinledi.

Biriktirdiği parayla üniversiteye girdiğinde hayat hakkında artık bir fikri vardı.

İnsanların eşit ve özgür olmalarını istiyordu.

Üniversiteden sonra CBS radyolarında muhabir olarak çalışmaya başladı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra’ya gitti.

Londra Nazi uçakları tarafından bombalanırken, o, bir binanın üstünden bombardımanı ’naklen’ Amerikan halkına anlatıyor, patlayan bombaların gürültülerine karışan tok sesiyle ’demokrasi mücadelesinin’ gereklerini onların zihnine kazıyordu.

Cesareti ve zekasıyla kısa zamanda Amerika’nın en sevilen radyo muhabiri oldu.

Onun, ’Burası Londra’ diye başladığı haberleri her gece dinleyicileri tarafından merakla bekleniyordu.

Bombalanan şehrin çatılarından yaptığı yayınlarla farkına varmadan bir ’efsane’nin ilk ilmiklerini dokuyordu.

Savaştan sonra Amerika’ya döndü.

Radyonun yerini artık televizyon alıyordu.

O da televizyona geçti.

Bütün mesleki kariyeri boyunca ayrılmayacağı arkadaşı Fred Friendly’yle birlikte ’Şimdi Görün’ isimli bir haber programı yapmaya koyuldular.

Önemli haberleri bütün ayrıntılarıyla veriyorlar ve yorumluyorlardı.

O sırada Soğuk Savaş da keskinleşiyordu.

Derken, Amerikan tarihinin en utanç verici sayfalarından birini oluşturan McCarthy kabusu başladı.

Wisconsin Senatörü McCarthy ’hayali’ bir komünizm paniği yaratarak herkesi ’komünistlik ve hainlikle’ suçluyordu.

İnsanlardan ’komünist olmadıklarına’ dair belgeler imzalamaları isteniyordu işyerlerinde.

Özellikle sinema artistleri, televizyoncular, yazarlar, sanatçılar McCarthy’nin hedefleriydi.

Senato’nun kurduğu komisyona çağrılan insanlara ’komünist arkadaşlarını’ ihbar etmeleri için baskı yapılıyordu.

Arkadaşlarını ihbar etmeyenler işlerinden çıkarılıyorlar, toplumdan dışlanıyorlardı.

Amerika aklını kaybetmiş gibiydi, çılgınca bir panik yaşıyorlar belki komünizmden daha fazla McCarthy’den korkuyorlardı.

’Komünist’ diye fişlenmek bir hayatın sonu olabiliyordu.

Murrow’un gençlik arkadaşlarından biri olan Larry Duggan, Senato Komisyonu’nda arkadaşlarını ihbar etmeyi reddetmiş ve arkasından da intihar etmek zorunda kalmıştı.

Murrow, yaşanılan felaketin acısını yakından hissetmişti.

Tam da o günlerde Murrow’a bir haber geldi.

Amerikan Hava Kuvvetleri, Milo Radiloviç adındaki genç bir subayı, ’babası komünistlerle görüşüyor’ gerekçesiyle ordudan atmıştı.

Murrow, yardımcısı Friendly ile birlikte uzun uzun düşündükten sonra o karanlık günlerdeki ağır baskıya rağmen bu haberi vermeyi kararlaştırdı. Olayı araştırmak üzere haber ekibinden bir muhabiri görevlendirdi.

Araştırma yapılırken Hava Kuvvetleri’nden iki kişinin kendilerini görmeye geldiğini haber verdiler Murrow’a, o da Friendly’yi gönderdi gelenlerle konuşmaya.

Friendly geri geldiğinde Murrow ona sordu.

- General ne istiyormuş?

Friendly güldü.

- Gelen general değildi, iki albay geldi.

- İki albay bir general eder, dedi Murrow. Ne istiyorlarmış?

Ne istedikleri belliydi, haberin yayınlanmamasını istiyorlar ve gözdağı veriyorlardı.

Murrow tehditlere aldıracak bir adam değildi, haberi yayınladı.

Bu olay, Amerika’da yaşanan baskıların boyutlarını, insan haklarının nasıl çiğnendiğini, gerçeklerin nasıl saklandığını, yakınlarının düşüncelerinden ya da ilişkilerinden dolayı insanların cezalandırılabildiğini, medyanın yaşananları halka yansıtmaktan korktuğunu Murrow’a göstermişti.

Friendly’ye, ’McCarthy ile ilgili bir program yapacağız’ dedi.

Dostu ona başlarına neler gelebileceğini anlattı ama her zaman olduğu gibi gene Murrow’un yanında bu olağanüstü tehlikeli kavgaya girdi.

CBS televizyonunun yöneticilerinin karşı çıkmasına rağmen programı hazırladılar.

CBS, uzun tartışmalardan sonra haberi yayınlamaya ama ’duyurmamaya’, tanıtımını yapmamaya karar verdi.

Murrow’la Friendly kendi ceplerinden para vererek ’Mc Carthy’ programının ilanlarını gazetelerde yayınlattılar.

Ve, Murrow herkesin dehşetten titrediği, saklandığı, korktuğu o korkunç ve karanlık dönemde McCarthy programını yayınlayarak, unutulmaz bir konuşma yaptı.

- Korkularımız nedeniyle bir akılsızlık çağına sürüklenmeyeceğiz. Tarihimize baktığımızda korkak insanlar soyundan gelmediğimizi görürüz. Atalarımız konuşmaktan, yazmaktan, çok fazla taraftarı olmayan haklı davaları savunmaktan korkmadılar. Senatör McCarthy’nin yöntemlerine karşı çıkanların sessiz kalacağı gün değil bugün. Atalarımızın mirasını ve tarihimizi reddedebiliriz ama bunun yaratacağı sorumluluktan kurtulamayız.

Murrow, konuşmasının sonunda, McCarthy isterse kendisine cevap hakkı tanıyacağını da söyledi.

O gece televizyona binlerce telefon geldi. Arayanların yüzde doksanı Murrow’u destekliyordu.

Ağır bir baskı altında ezilen, yaşadığı panik yüzünden aklını ve mantığını kaybetmiş gözüken Amerika aradığı sesi bulmuştu.

Murrow’un programının hemen arkasından başlayan Gece Haberleri’ni sunan Don Hollenbeck, haber bültenini ’Ed Murrow’un biraz önce söylediği her kelimeye katılıyorum’ diye açtı. Ama bu kısa cümle hayatına mal oldu, sağcı basının saldırıları sonucunda sinirleri dayanamadı ve birkaç ay sonra intihar etti.

New York Times Gazetesi ise programın ertesi günü, ’Amerikan yayıncılığı ruhunu yeniden kazandı’ yorumunu yaptı Murrow’un programı hakkında.

McCarthy’nin çöküşü bu cesur programla başladı.

Wisconsin Senatörü, Murrow’a cevap vermek için çıktığı programda ’Murrow’un komünist’ olduğunu kanıtlamaya kalkınca, bu ünlü televizyoncuyu taa Londra bombardımanından hatırlayan ve seven Amerikan halkının güvenini önemli ölçüde kaybetti.

Kısa bir süre sonra da Amerikan Senatosu, kendini McCarthy dehşetinden kurtarıp bu senatörü kınayan bir karar alarak o korkunç dönemi kapattı.

Cesur ve dürüst bir adam, Friendly gibi güvenilir dostlarının da yardımıyla Amerikan tarihinin en barbar, en baskıcı, en acı dönemlerinden birini kapattı, birçok hayatı kurtardı, korkuyla kendi kendini iğdiş eden Amerikan yayıncılığına, sinemasına, sanatına yeniden can verdi.

Her toplumun hayatında karanlık günler, baskılar, aklın yerini korkuya bıraktığı, insanların sindiği dönemler vardır.

Sanırım toplumlar arasındaki farkları bu karanlıkları yaratanlar, insanları korkutanlar ve korkanlar değil, Murrow gibi cesur ve dürüst insanlar yaratıyor.

Murrow’ları olan toplumlar ve olmayan toplumlar var.

Her toplumda insanların korkusundan kendine bir hayat ören McCarthy’ler bulunuyor ama her toplumda cesaretiyle baskıyı yırtan bir Murrow çıkmıyor.

’Akıl olsaydı yiğitliğe ne gerek vardı’ demiş ünlü filozof.

Ama akıl her zaman olmuyor işte.

Ve insan, Murrow gibi yiğit bir gazetecinin sesine aklın kaybolduğu böyle zamanlarda ihtiyaç duyuyor.

’Bu baskıcı yöntemlere karşı olanların sessiz duracağı gün değil bugün’ diyecek bir sese.

Cesur ve dürüst bir sese...
Yazının Devamını Oku

Peki, o ne?

23 Nisan 2006
Duygularımız değişiyor, düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz, isteklerimiz değişiyor, beklentilerimiz değişiyor. Ama değişmeyen bir şey var.

Galiba hayatla kurabileceğimiz en güvenli ilişki de o soruda saklı.

Değişmeyen ne?

Sende ne değişmiyor?

On üç yaşımda öğrendiğim Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, ben kimim" sorusunun cevabını galiba öğrendim.

Sende ne değişmiyorsa, sen o’sun...

Biraz tuhaf, tutkulu bir çocuktum ben. Büyüklerin her duyguyu kendilerine ait sanarak "Çocuktur, çabuk unutur" diye küçümsedikleri o talihsiz dönemlerde bir daha hiç unutmayacağım, içimi yakan aşklar yaşamıştım.

Uzun süren, beni ketumlaştıran ve yalnızlaştıran aşklar.

Kimseye anlatmazdım duygularımı.

Kendi başıma sever, kitaplar okur ve hayaller kurardım.

Şehrin bir ucundan diğer ucuna tek başıma yürür, yollarda, okuduğum romanlara benzer maceraları sevdiğim kızla aklımdan yaşardım.

Ortaokulu bitireceğim yıl kapıcının kızına aşık oldum.

Kapıcı da ailesi de biraz garipti.

Adam akşamları kafayı çeker, "tabancam tespihim, darağacı salıncağım" diye hiç duymadığım acayip şarkılar söylerdi, ailenin büyük kızını geceleri son model büyük arabalar gelip kapıdan alırdı, benim aşık olduğum küçük kızları ise sadece kendi ailesine değil bütün dünyaya yabancı gibiydi.

Apartmanın kapısında yan yana oturur konuşurduk.

Bazı geceler onlar ailece "açık hava" sinemasına giderlerdi, annem benim gitmeme izin vermezdi.

O zaman dördüncü katın mutfak balkonundan su borularına tutunarak iner, onlarla sinemaya gittikten sonra gene aynı yolla eve dönerdim.

Bu yaptığım bana çok normal gözükürdü.

İstediklerimi yapmama engel olmalarından hoşlanmazdım.

O yıl beni yatılı okula gönderdiler.

Dünyanın en güzel okullarından birine gidiyordum, hocalar ders saatleri dışında öğrencilerle kantinde çay içip ahbaplık ederler, insan ilişkilerinde bizim çok da alışkın olmadığımız bir özgürlüğün ferahlığını yaşamamızı sağlarlardı, haftanın belli günlerinde harika filmler oynardı okulda, hafta sonları konserler olur, Arnavutköy’deki kız okulunun öğrencileriyle partiler düzenlenirdi.

Bunların hiçbiri benim umurumda değildi.

Sevdiğim kızı düşünürdüm ben.

Derslerde, derslerden sonra yapılan etüdlerde kitaplarımın kenarlarına durmadan sevdiğim kızın adını yazardım.

O ismi yazabilmek o sırada sahip olduğum tek mutlu özgürlüktü, onun isminin beş harfinin yan yana dizilişi her seferinde aynı heyecanı ve acıyı hissettirirdi bana.

Yatma saatinden önce bize verilen yarım saatlik boş zamanda, Boğaziçi’nin karanlık sularında biriken, kıçlarında lüks lambaları yanan balıkçı sandallarını seyrederek sevdiğim kızı düşünürdüm.

Aylarca, aylarca her gün, her saat aynı ismi yazdım kitaplarıma.

Hep aynı heyecanı duydum.

Pazar akşamı okula girdiğim andan itibaren haftasonuna, o kızı görmeme kaç saat kaldığını, kaç saatinin uykuda geçeceğini hesap ederdim. Onun isminin yanına kalan saatleri yazardım.

Bir gün, hiç unutmadığım şaşırtıcı bir şey oldu.

O ismi yazdım.

Ve, bir heyecan hissetmedim.

Neredeyse bir dehşete kapıldığımı hatırlıyorum.

Bir daha yazdım.

Hayır, hiçbir şey hissetmiyordum.

Ne olduğunu bilmediğim bir şey kaybolmuştu.

Tuhaf bir hafifleme, ağır bir şaşkınlık ve bir sızıyı andıran bir ihanete uğramışlık duygusu belirmişti içimde.

O kızı sevdiğim ve onu göremediğim için çok acı çekiyordum ama onu sevmekten vazgeçmeyi hiç istememiştim, bir tek gün bile bu aklıma gelmemişti, böyle bir şeyin olabileceğini dahi düşünmemiştim.

Kendi iradem ve isteğim dışında duygularımın değiştiğini görmek beni çok şaşırtmıştı.

Daha dün delice sevdiğim kızı bugün sevmiyordum.

Ben bendim.

Sevdiğim kız, sevdiğim kızdı.

Ama onun ismini yazmak artık beni heyecanlandırmıyordu.

İnsanın değiştiğini ilk kez böylesine açık bir biçimde o gün öğrendim.

Ve, binlerce yıldan beri insanların ilgisini çeken "değişim" benim de ilgimi çekti.

Neyin değiştiğini merak ettim.

Ne değişiyordu, niye değişiyordu, nasıl değişiyordu?

Uzun zaman bunu düşündüm.

Kendime ve insanlara olan güvenim epeyce sarsıldı, şu andaki duygularımı bilsem de yarın ne hissedeceğimi bilmiyordum, kendi duygularım benim denetimimde değildi, bana haber vermeden değişebiliyorlar, ben duygularımın değiştiğini bir ismi yazarken öğreniyordum.

Değiştiğimi bile fark edemiyordum.

Sanırım, Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, peki ben kimim" sorusunu o günlerde ezberledim.

Duyguları sürekli değişen milyarlarca insanın o kıpırtılı belirsizlik içinde mutluluğu nasıl yakalayabileceklerini merak etmek beni mutluluktan bile kuşkulandırır hale getirdi.

Herkes değişiyordu.

Yıllarca, "Ne değişiyor" sorusunu aklımda taşıyarak yaşadım.

"Kimse aynı nehirde iki kere yıkanamıyordu", bütün duygular ruhumuzun eninde sonunda bizi terk edecek misafirleriydi, kendimizi tanıyamıyorduk, bunları anlamıştım.

Ama bütün bu değişimlere, gelip giden duygulara, ruhumuzun öngörülemez salıntılarına rağmen gene de kendimiz olarak kalıyorduk.

Bizi biz yapan bu değişen duygular değildi, o zaman bizi biz yapan neydi?

Değişmeyen bir şey olmalıydı.

Yeni ve cevabı belki de daha zor bir soru buldum.

Bende değişmeyen nedir?

İnsanlara da öyle bakmaya başladım.

Sende değişmeyen nedir?

Bütün duyguların değiştiğinde, bugün sevdiğini yarın sevmediğinde, bugün ilgisiz olduğuna yarın tutulabildiğinde sende ne "değişmez" olarak kalıyor?

Bütün bu değişimleri her şeye rağmen senin parçan olarak tutan o değişmeyen şey ne?

Değişimlerimiz hepimizi birbirimize benzer kılıyor.

Farklılığı sağlayan, sanırım o değişmeyen parça.

Hepimizde, parmak izi gibi bizi diğerlerinden ayıran değişmez bir özellik var, ne değişirse değişsin o değişmiyor.

Ve, bizim kendimizi tanıyabilmemiz için içimizdeki o değişmez özü bulmamız, onu görmemiz, onun adını koymamız gerekiyor.

Kendimizi kendimizle yüz yüze bırakacak soru bu galiba.

"Bende ne değişmiyor?"

Tanımak istediğimiz birine soracağımız soru da bu herhalde.

"Sende ne değişmez?"

Hepimizi kendi irademiz dışında güvenilmez kılan bu korkunç değişim depreminde sarılabileceğimiz, güvenebileceğimiz "büyük direk", depreme dayanıklı olan o parçamız.

Ama o "direğin" çevresinde öylesine kalabalık bir hareket, öylesine büyük bir değişim kasırgası var ki, gözlerimizi karartan bir kum fırtınası gibi bizi kendimize karşı körleştiren o hareketin içinde değişmeyeni görmek o kadar kolay değil.

Üstelik hepimiz biraz öfkeyle, biraz şaşkınlıkla sadece kendimizdeki ve karşımızdaki değişimleri takip ederken, birden durup "değişmeyene" bakma, onu yakalama alışanlığımız da pek yok.

Aradığımızı, sandığımız kadar kolay bulamayacağız.

Duygularımız değişiyor, düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz, isteklerimiz değişiyor, beklentilerimiz değişiyor.

Ama değişmeyen bir şey var.

Galiba hayatla kurabileceğimiz en güvenli ilişki de o soruda saklı.

Değişmeyen ne?

Sende ne değişmiyor?

On üç yaşımda öğrendiğim Valery’nin "Ben sürekli değişiyorum, ben kimim" sorusunun cevabını galiba öğrendim.

Sende ne değişmiyorsa, sen o’sun...
Yazının Devamını Oku

Bana güzel bir şey söyleme

16 Nisan 2006
Bir kadın, kendisine sevdiği erkek tarafından “güzel” bir söz söylendiğinde ancak bir tek koşulda böylesine kederli bir isyanla “bana güzel sözler söyleme” diyebilirdi.

Daha önce o “güzel” sözlerin aynı erkek tarafından bir başka kadına söylendiğini biliyorsa...

Akşamüstü...

Güneş çekilmiş, ardında sudan çıkmış cam gibi parlak ve lekesiz bir gökyüzü bırakmış, kış alışkanlıklarıyla yakılmış lambalar berrak aydınlığın içinde çevrelerindeki minicik haleleriyle mücevherler gibi ışıldıyorlar.

Cadde boyunca uzanmış ağaçlar diri, yeşil ve gençler.

Köşebaşlarındaki çingenelerin önlerine dizilmiş çiçeklerden havaya karışan ılık bir rayiha yumuşak dalgalar halinde sarıyor yürüyenleri.

Kafelerin, barların, lokantaların kaldırımlara uzanan bahçelerindeki masalar yavaş yavaş dolmaya başlamış.

Telaşsız, usul bir sevinç bahar akşamına karışarak yürüyenlerin yüzlerine yansıyor.

Birden, sertliğinde kızgınlıktan çok kırgınlığın ve acının yakıcılığı hissedilen bir kadın sesi duydum.

Yazının Devamını Oku

Hepimiz bir alçak olabiliriz

9 Nisan 2006
İçimizde bir "alçak, bir katil, bir suikastçı, bir işkenceci" taşıyıp taşımadığımızı bize gösterecek hiçbir deneyden geçmedik. Ruhumuzda nasıl bir "itaatkar alçak" barındırdığımız konusunda herhangi bir ipucuna sahip değiliz.

Bizim için "kötü insanlar" hep başkalarıdır. Etrafımız birdenbire katillerle, işkencecilerle, çete üyeleriyle, bombacılarla, suikastçılarla çevrelendiğinde bunca "kötü insanın" nereden çıktığını hayretle merak ederiz.

Onların "doğuştan" öyle olduklarını düşünürüz.

Bu, bizim "öyle" olmadığımızı da kabul etmenin bir başka yoludur.

Kendimizi tanıdığımıza inanırız çünkü...

Biz iyiyizdir, bir çete reisi emir verdi diye genç kadınları kaldırımlarda sürükleyerek öldürmeyiz, kalabalıkların arasına bomba bırakmayız, işkence yapmayız.

Kendimize olan bu sonsuz güvenimiz nereden geliyor peki?

Niye kendimizden bu kadar eminiz?

Bunun bir tek cevabı var.

Çünkü kendimizi tanımıyoruz.

İçimizde bir "alçak, bir katil, bir suikastçı, bir işkenceci" taşıyıp taşımadığımızı bize gösterecek hiçbir deneyden geçmedik.

Ruhumuzda nasıl bir "itaatkar alçak" barındırdığımız konusunda herhangi bir ipucuna sahip değiliz.

Birçok katil de, birisi ona "öldürmesini" emredene kadar bir katil olduğunu bilmiyordu zaten.

İnsanlık, bu konudaki en büyük şoku İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadı.

Felsefede, müzikte, edebiyatta şaheserler yaratmış bir ulusun bağrından birdenbire milyonlarca "sadist Nazi" fırlamıştı.

Öldürüyorlar, işkence yapıyorlar, fırınlarda yakıyorlar sonra da gidip hiçbir şey yapmamış gibi müzik dinliyorlardı.

Bu tuhaflığın nedenini anlayabilmek için savaştan sonra üniversiteler araştırmalar yapmaya koyuluyorlar.

Sonuçlar korkunç.

En tanınmış araştırmalardan birini Yale Üniversitesi’nden Stanley Milgram yapıyor.

Gazete ilanıyla 20 ile 50 yaş arası her eğitim düzeyinden "denek" bulunuyor. Saatine 5 dolar ödeniyor.

Deneklere "eğitimde cezanın rolünün araştırıldığı" söyleniyor.

Deneklere "öğretmen" rolü veriliyor. Bir odaya oturtuluyorlar. "Öğrencinin" yandaki odada olduğu söyleniyor. Önlerinde 15’den 450’ye kadar numaralanmış düğmeler var. Bu düğmelere basıldığında, hangi rakama basılmışsa öğrenciye o voltajda elektrik verileceği anlatılıyor. Aslında yandaki odada "öğrenci" yok, kimseye de akım verilmiyor ama denek bundan haberdar değil.

Elektriğin etkisini anlayabilmesi için de önce "öğretmene" 45 voltluk bir elektrik veriliyor.

"Her yanlış cevapta 15 volt artırarak elektrik vereceksin" deniyor.

Deney başlıyor.

Öğretmen her elektrik düğmesine bastığında o düğmeye bağlı teypten çığlıklar yükseliyor.

Deneklerin çoğu 135 voltta duruyor.

"Bu araştırmanın amacını" soruyor.

Bir kısmı "sonuçtan sorumlu olmayacakları" konusunda garanti aldıktan sonra devam ediyor. Bir kısmı çığlıklar arttıkça sinirli bir halde gülmeye başlıyorlar.

Durmak istediklerinde "başka seçeneğiniz yok, devam etmek zorundasınız" deniyor.

Denek, üç kez arka arkaya 450 volt elektrik verdikten sonra deney duruyor.

Deneyi hazırlayan Milgram daha sonra meslektaşlarına, katılanlardan "yüzde kaçının tanımadığı birine üç kez 450 voltluk elektrik akımı vermeye razı olmuş olabileceğini" soruyor.

"Yüzde 2-3 oranındaki sadist sonuna kadar gitmiştir" cevabını alıyor.

Gerçek cevap ise yüzde 65.

Bu araştırmaya katılanların yüzde 65’i hiç tanımadığı birine, sırf kendisine birisi bunu yapmasını söyledi diye elektrik şoklarıyla işkence ediyor.

Aynı deney Princeton, Münih, Roma, Güney Afrika ve Avustralya’da da tekrarlanıyor.

İşkence yapanların sayısı hiçbir zaman yüzde altmışın altına inmiyor.

Bu deneye katılan erkeklerle kadınlar arasında "itaatkarlık" konusunda hiçbir fark görülmüyor, sadece kadınlar biraz daha gergin ve sinirli oluyor.

Yapılan bu araştırmalar, insanların "vicdanlarıyla itaatkarlık" arasında bir seçim yapmak zorunda kaldıklarında "itaati" seçtiklerini ortaya koyuyor.

Bu "itaat" onları bir sadist bir işkenceci yapsa bile...

Böylece "sadece sadist manyaklar böyle işkenceler yapar" görüşü de çöküyor.

Stanford Üniversitesi’nde yapılan başka bir deney ise sadece "itaatkar işkenceciler" olmadığımızı, içimizde bir "sadisti" de gizleyebilme ihtimalinin yüksek olduğunu belirliyor.

Bir hapishanede "gardiyan" ve mahkum" olmanın psikolojik etkilerini saptamak için 15 gün sürecek bir deney yapmak istiyorlar.

Gene gazete ilanıyla 24 üniversite öğrencisi seçiliyor. Psikolojik testlerden geçirilip "sağlıklı" oldukları saptanıyor.

Kurayla dokuzuna gardiyan, diğer dokuzuna da mahkum rolü veriliyor. Diğerleri de yedek olarak bekletiliyor.

Psikoloji departmanının bodrum katı hapishane haline getiriliyor.

On yedi yıl hapis yatmış eski bir mahkum da "danışman" oluyor.

Bir gece, polis "mahkum" rolü verilen gençlerin evine daha önceden haber vermeden giderek onları gerçekmiş gibi tutukluyor ve üniversitedeki "hapishaneye" getiriyor. Getirildiklerinde "hafif bir şok" içinde oldukları görülüyor.

Mahkumlar çırılçıplak soyuluyorlar, aynı gerçek bir hapishanede olduğu gibi bite karşı ilaçlanıyorlar, başlarına kadın çorabından yapılmış boneler takılıyor ve iç çamaşırı giymelerine izin verilmiyor. Kendilerini tanıtırken ya da birbirlerine seslenirken sadece "numaralarını" söyleyebiliyorlar, isim yok.

Mahkumlar üniformalarını giydikten sonra duruşları, oturuşları, davranışları değişiyor, araştırmacının deyimiyle "hafifçe kadınsı" bir davranış sergiliyorlar.

Gardiyanlara haki üniformalar dağıtılıyor, aynalı güneş gözlükleri takıyorlar. Özel talimatlar verilmiyor kendilerine, sadece "mahkumların saygısını kazanmaları ve düzeni sağlamaları gerektiği" söyleniyor.

İlk gün geceyarısı saat iki buçukta gardiyanlar sayım için mahkumları kaldırıyorlar. Ağır davranana "şnav" çekme cezası veriyorlar. Bazı gardiyanlar mahkumların üstüne ayaklarıyla basıyorlar bu hareketi yaptığı sırada. Daha sonra, "sahte" gardiyanların farkına varmadan aynen Nazi kampındaki gardiyanların verdikleri cezaları verdikleri anlaşılıyor.

İkinci gün mahkumların arasında ayaklanma başlıyor. Üniformalarını yırtıyorlar, bonelerini çıkartıyorlar, yataklarından barikatlar yapıyorlar, küfrediyorlar.

Gardiyanlar, yangın söndürücüleriyle saldırarak isyanı bastırıyorlar. Bütün mahkumları soyuyorlar. Ayaklanmanın lideri olduğunu düşündükleri öğrenciyi "tecrit" odası haline getirdikleri bir hücreye hapsediyorlar.

Bundan sonra bir de "ayrıcalıklılar hücresi" yapıyorlar. Bu hücreye alınan dişlerini fırçalayabiliyor, güzel yemekler yiyebiliyor. Böylece mahkumlar arasında dayanışma bozuluyor.

Ertesi gün bazı "kötü" mahkumları "ayrıcalıklı hücreye", itaatkar davranan bazı "iyi" mahkumları da "tecrite" yerleştiriyorlar, böylece mahkumların aklını karıştırıyorlar. Mahkumlar "ayrıcalıklı hücreye" alınanların "muhbir" olduğunu düşünmeye başlıyorlar, aralarındaki güvensizlik artıyor.

Mahkumların isyanı gardiyanlar arasında tam bir dayanışma yaratıyor ve olay artık bir "deney" olmaktan çıkıyor. Bütün mahkumları bir "bela" olarak görmeye başlıyorlar ve gardiyanların saldırganlıkları artıyor.

İzlenmediklerine inandıkları zamanlarda mahkumlara gereğinden de kötü davranıyorlar.

Mahkumların sinirleri bozuluyor, aralarından biri ciddi bir sinir krizi geçiriyor. Ona "muhbir" olmasını teklif ediyorlar, o da "düşüneceğini" söylüyor.

"Mahkumların" aileleri üçüncü gün yakınmaya koyuluyorlar, şartların kötü olduğunu, çocuklarının iyi görünmediğini söylüyorlar ama "ne yani senin oğlun bunlara dayanamaz mı" dendiğinde, "elbette dayanır, o güçlüdür" deyip gidiyorlar.

Şiddetin ve aşağılanmanın dozu ise artıyor.

Bir mahkum daha sinir krizi geçiriyor. Gardiyanlar, adı "819 numara" olan mahkumu tecrite alıp diğer mahkumları koridorda "819 kötü bir mahkum" diye bağırtıyorlar. "819 numara" ise tecrit hücresinde "ben kötü mahkum değilim" diye ağlamaya başlıyor.

- Kötü bir mahkum olmadığımı kanıtlayacağım, diye bağırıyor.

Deneyin danışmanı olan 17 yıl hapis yatmış eski mahkum, "mahkum rolünde olanların" en nefret ettiği gardiyan oluyor.

Ona "John Wayne" adını takıyorlar.

Beşinci güne gelindiğinde "gardiyanların" bir kısmının mahkumları aşağılamaktan, onları hırpalamaktan gerçek bir zevk almaya başladıkları görülüyor. Deneyden önce yapılan psikolojik testlerde "sağlıklı" gözüken insanlar sadistleşmeye doğru gidiyorlar.

Araştırmacılar ise "sağlıklı, sıradan, normal" insanların birkaç günde nasıl böyle sadistik davranışlar sergilemeye başladıklarını kavrayamıyorlar.

Mahkumlar ise tamamen bencilleşiyorlar, aralarındaki dayanışma tümüyle kayboluyor.

Ve bütün kontrol gardiyanların eline geçiyor.

Gardiyanların hiçbiri "işe" geç gelmiyor, erken çıkmıyor, fazla mesai için ücret istemiyor.

İki hafta sürecek deney, gardiyanların zorbalaşması, mahkumların sinir bozukluğu yaşaması ve deneyi yöneten profesörün de kendisinin "bir öğretmen gibi değil de bir hapishane müdürü gibi" hissettiğini farketmesi üzerine altıncı gününde sona erdiriliyor.

Bu altı gün içinde Stanford Üniversitesi’nden 50 kişi "hapishaneyi" ziyarete geliyor ve bir kadın doçent dışında hiçbiri "Siz burada ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi, kesin şunu" demiyor, yapılanlara ahlaki açıdan karşı çıkmıyor.

Bu deneyler, en "sağlıklı, sağlam" insanların bile kısa sürede bir işkenceciye, bir sadiste dönüşebileceğini...

"En aklı başındakilerin" bile birkaç günde "ezik, bencil, itaatkar, bütün ölçülerini kaybetmiş" bir mahkum haline gelebileceğini gösteriyor.

Bütün bunlardan, bizim gibi şiddettin patladığı, her yanı sardığı toplumlarda "kötü insanları" kendi dışımızda aramamamız gerektiğini, hepimizin insan olmanın "sakatlıklarıyla" yaralı olduğumuzu öğreniyoruz.

Bir "emir veren" çıkarsa kolayca bir sapık oluveriyoruz.

Ya da zavallı bir mahkum.

Şiddet bir salgın hastalığa döndüğünde bunu önlemek için birbirimizi "katillikle, sapıklıkla" suçlamadan önce, sanırım, "emri vereni" bulup, emir vermesini engellemek gerekiyor.

Emir verildiğinde, emre uymaya hepimiz hazır gözüküyoruz çünkü.
Yazının Devamını Oku

Sol yanaktaki ben

2 Nisan 2006
Kalabalıkların mutluluğu için büyük siyasi hareketlere karışacak, bu yüzden bedel ödemeyi fütursuzca göze alacak kadar cesur ve verimkár olmasına rağmen insani ilişkilerinde şaşırtıcı derecede bencil ve kendisiyle dolu bir adam. Yumuşak bir ses, hoparlörlerden sürekli olarak aynı anonsu tekrarlayarak müzenin kapanmak üzere olduğunu söylüyor.

Birbirine hiç benzemeyen insanlardan oluşmuş bir kalabalık isteksiz adımlarla, her resmim önünde sanki oradan hiç ayrılmak istemiyormuş gibi bir kere daha durarak kapılara doğru yavaşça ilerliyor.

Gümüşi saçları perma yapılmış yaşlı hanımefendiden, üstüne kürk parçaları yapıştırılmış sivri burunlu çizmeli sarışın genç hanıma, aldırmaz bir zevki yansıtan entelektüel görünümlü genç çiftten çocuğunun elini tutmuş mütevazı bakışlı genç babaya kadar hepsinde hayatlarında bir daha tekrarlanmayacağından korktukları olağanüstü bir tecrübeden koparılıyormuş hissinin yarattığı neredeyse kederli bir ifade var.

Bir süreliğine dostluğunu kazandıklarını hissettikleri bir büyük dahinin gizemini tam çözemeden onun yanından ayrılıyorlarmış gibi huşuyu andıran bir saygı ve üzüntüyle kendi gerçek hayatlarına dönmeye hazırlanıyorlar.

Parlak ışıklı salonlar boşalıyor sonunda.

Tek başıma kalıyorum.

Bir ibadethane sessizliği beni sararak hayatın dışına doğru çekiyor, koca bir yüzyılın resim anlayışını depremli sarsıntılarla değiştirmiş tablolarla dolu ıssız salonların hem efendisi hem kölesiyim.

Sanki sessizlik kırılacak bir şeymiş gibi itinayla yürüyorum.

Serginin girişinde Picasso’nun çeşitli zamanlarda çekilmiş fotoğrafları asılmış.

Çıplak ayaklarına sandaletler giymiş, elinde sigarası, herkese ve her şeye boşvermişçesine bakan kel kafalı huysuz bir adamın fotoğrafları bunlar.

Menajeri kendisine, "Amerikalılar komünist olduğun için senin resimlerine eskisi kadar çok para vermiyorlar" dediğinde "Matisse’in resimlerine kaç para veriyorlar?" diye sorduğunu, büyük rakibine boşvermediğini hatırlıyorum.

Aynı devrin bu iki büyük ressamı arasında garip bir ilişki var zaten, birbirlerini kıskanıyorlar, birbirlerine saygı duyuyorlar, birbirleriyle dalga geçiyorlar ve birbirlerini hep izliyorlar.

Çeşitli dönemlerini yansıtan resimlerin önünde dura dura dolaşmaya koyuluyorum.

Gençliğinde yaptığı klasik resimler.

Nedense minicik yapmış bu resimleri.

Bir belgeselinde klasik bir resimle başlayıp onu başka biçimlere nasıl çevirebildiğini, fırçasının tuvaldeki resmi şekilden şekile sokan sihrini izlemiştim.

Issız salonlarda geziyorum.

Aklımla onun bir dahi olduğunu, resmi yeniden tarif ettiğini, insanlara başka bir bakış açısı bağışladığını, var olan düzeni kendi aklının ve yeteneğinin süzgecinden geçirerek yeniden yaratan bir kudrete sahip olduğunu biliyorum.

Ama benim aradığım bu değil.

Ben, sadece aklıma değil duygularıma da kazınacak, hayatımın geri kalan kısmında benimle dolaşacak bir şeyler arıyorum.

Onun mutluluğunu ya da mutsuzluğunu gösteren resimler.

Genç karısı kendisini terketmek istediğinde kalp krizi geçiriyormuş gibi numara yaparak bir duvarın dibine gözyaşlarıyla yıkıldığı anı hatırlatan, onun duygularını bir biçime sokmuş bir resim.

Bir kadın resmi görüyorum.

Daha sonra İspanya İç Savaşı için yapacağı çok ünlü tablonun ilk hazırlıklarından.

Bir çığlığı, bir acıyı görüyor insan bu darmadağın edilmiş yüzde.

Sonra "Oğullarım" isimli tablosuna rastlıyorum.

Mutlu bir resim.

Demek mutlu olduğu zamanlar vardı diye düşünüyorum.

Nedense, bütün ününe, başarısına, yaratıcılığının aldığı alkışa, zenginliğine karşın Picasso benim aklımda mutsuz bir adam gibi kalmış.

Olağanüstü bencilliği belki bana bunu düşündüren.

Kalabalıkların mutluluğu için büyük siyasi hareketlere karışacak, bu yüzden bedel ödemeyi fütursuzca göze alacak kadar cesur ve verimkár olmasına rağmen insani ilişkilerinde şaşırtıcı derecede bencil ve kendisiyle dolu bir adam.

Onu sevmek, kadınlar için çıkışı olmayan bir cehennemden içeri girmek gibi...

İşin garibi, hayatındaki kadınlardan hiçbiri, sonuncusu hariç, o cehennemden çıkmak da istemiyor.

Uzun zaman birlikte olduğu kadın, ondan ayrıldıktan sonra içkiyle kendini yok etmeye çalışırken, kendisine "niye başka birini bulmadığını" sorduklarında, "Picasso’dan sonra kim?" diye cevap veriyor, "Tanrı mı?"

Karılarının önüne oturup saçlarını kestirdikten sonra o saçları zarflara koyup üstüne tarih yazarak saklamalarını isteyecek kadar kendini beğenmiş, her an başka kadınlarla ilgilenecek kadar sadakatsiz, iç dünyasına kimseyi sokmayacak kadar kapalı bu erkek kadınları hep etkilemeyi nasıl beceriyordu?

Müthiş yeteneği mi, küstahlığı mı, şöhreti mi, neydi onları böylesine ayrıldığında alkolik yapacak kadar etkileyen?

Picasso’yla yaşamak nasıl bir şeydi?

Picasso’dan ayrılmak nasıl bir şeydi?

Onunla birlikte olduktan sonra terkedilen bir kadın kendini "cennetten kovulmuş Havva" gibi mi hissediyordu.

Böyle erkeklerle olan kadınların duygularını hep merak etmiştim aslında.

Bir dahiyle olmak bir talih miydi onlar için yoksa bir talihsizlik mi?

Diğer erkeklerle kıyaslanmayacak kadar büyük bir yeteneğe, farklılığa sahip bir erkekle birlikte olduktan, onun en mahrem hallerini paylaştıktan, onun zaaflarını ve zaferlerini gördükten sonra ondan ayrılmak, sıradan bir erkekle hayata devam etmek yaralıyor muydu kadınları?

Yoksa hastalıklı bir bencilliğin gölgesinden kurtulabildikleri için müthiş bir ferahlık mı hissediyorlardı?

Kıyaslıyorlar mıydı diğer erkekleri o adamın yetenekleriyle?

Hep akıllarında o dahi kalıyor muydu?

Lanet mi ediyorlardı o adama rastladıkları güne yoksa o günü hayatlarının en unutulmaz günü olarak mı hatırlıyorlardı?

Kendi adım seslerimi duyarak yürüyordum.

Yetmişli yıllarda yaptığı bir iki resim, "acaba alay mı ediyordu" diye aklımdan geçirmeme yol açtı, resimden benim anladığımdan daha iyi anlayan biri herhalde o resimlerde başka şeyler bulabilirdi ama ben handiyse öfkeli bir alay hissettim. Sanki, kendisiyle de, şöhretiyle de, onu şöhret yapan insanlarla da alay ediyordu.

Merdivenlerden alt kata indim.

Geniş salonlarda tek başıma geziyordum.

Hiç ses yoktu.

Ben ve resimler.

Renkler, çizgiler, dahi bir ressamın hayatından parçalar, büyük beyaz duvarlar, zaman dışı bir sükunet.

Hayatım boyunca unutmayacağım bir şey arıyordum.

Resimler halinde önüme serilmiş büyük bir dehadan payıma düşecek, buradan benimle götüreceğim bir görüntü bulmak istiyordum.

Françoise’ın resmiyle karşılaştım birden.

Bir desen gibiydi.

Resimdeki kadının sol yanağına fırça bir anlığına dokunup kaçmıştı.

Bir ben kondurmuştu oraya.

Aynı kadının resmine biraz sonra gene rastladım.

Gene sol yanağında bir ben vardı.

Geri döndüm, o kadının üçüncü bir resmini daha görmüştüm biraz önce.

Gidip ona baktım.

Onda o ben yoktu.

Üç resimden sadece ikisine koymuştu o minicik beni.

O küçük fırça darbesi bana bütün o sergideki en büyük duygusal işaret, bir erkeğin bir kadına gösterdiği şefkatin izi gibi göründü.

İnsanların gözlerini, burunlarını, kulaklarını, gövdelerini parçalara ayırıp, hepsini asıl bulundukları yerlerden başka yerlere yerleştiren, hayatı bambaşka açılardan bakarak ve parçalayarak gören bir göz, o küçücük ayrıntıyı, o ufacık beni nedense atlamak istememiş, Françoise’ın sol yanağına fırçasıyla dokunmuştu.

Hiçbir akla uygun nedenim olmamasına rağmen "bu kadını sevmiş" diye düşündüm, o iki resmi yapmadan önce sevişip sevişmediklerini de hafifçe gülümseyerek düşündüm doğrusu.

Acaba bu resmi Françoise’a gösterdiğinde o "benle" ilgili şakalar yapmışlar mıydı?

Hafifçe o beni okşamış mıydı?

Bir erkekle bir kadının yıllara dayanacak, müzelere yansıyacak ilişkisinde böyle minnacık bir benin gerçekten önemi olabilir miydi?

Herkese gösterilecek bir resimde sadece kendine ait, kendine özel bir parçanın o ben olduğunu düşünmüş olabilir miydi Françoise?

Bütün hayatı, bütün yapıtlara kalabalıklara açık bir adamın hayatındaki kadın sadece kendine ait bir şey olsun istediğinde, bu ne olabilirdi?

Picasso’nun birçok sergisini gezmiştim, onunla ilgili filmler seyretmiştim ama ilk kez bana şefkati hatırlatan bir çizgi görüyordum.

O müzenin sessiz aydınlığı, o yalnızlık içinde bir duygunun işaretini yakalamak için duyduğum belirsiz istek belki de benim öyle düşünmeme neden olmuştu, bilmiyorum.

Bildiğim, o resmi ve o resmi yapan o kel kafalı huysuz adamı o resimden dolayı sevdiğim.

Yavaş yavaş merdivenleri tırmandım.

Bir dahiyle bir müzede yalnız kalmıştım.

Bencildi, kendini beğenmişti, kadınlara kötü davranıyordu, terkedildiğinde "kalp krizi geçiriyorum" diye ağlıyordu, yalancıydı, küstahtı.

Ama Françoise’ın sol yanağına bir ben kondurmuştu.

Şefkate benzer bir ben.

Bir dahinin, bir kadına verebileceği gizli bir armağan.

O güne kadar gezdiğim sergilerde hep Picasso’yu görmüştüm, ilk kez ıssız bir beyazlığın içinde hınzır ve şefkatli Pablo’yu görüyordum, herkesin terkettiği saatlerde bir köşede usulca Françoise’ı yanağından öpüyordu.

Müzeden çıktım.

Cebimde o sergiden çaldığım bir ben vardı.
Yazının Devamını Oku