Ahmet Altan

Durun biraz....

10 Eylül 2006
Unutun Türk olduğunuzu, unutun Kürt olduğunuzu.<br><br>Sizler, çocukları ölen insanlarsınız. Çocuklarınızın niye öldüğünü sorun.

Ve şunu sorun.

Çocuklar ölmeden bulunabilecek bir çözüm yok mu gerçekten?

Delirdiniz mi siz? Çıldırdınız mı? Kışkırtılmış bir at sürüsü gibi, birbirinizin sesinden, gürültüsünden, dokunuşundan ürkerek, size kurulmuş bir tuzağa doğru dörtnala koşuyorsunuz...

Nereye koşuyorsunuz?

Ne yapmaya?

Durun biraz... Bir soluklanın.

Sakinleşin.

"Amok koşucusunu" biliyor musunuz?

Sıcak ülkelerde bir adam aniden elinde bir silahla koşmaya başlar, rastladığı herkesi öldürür, hiçbir ayrım yapmadan, görünür hiçbir nedeni olmadan...

Bu "amok koşusu"dur ve koşucu öldürülene kadar sürer.

Önceleri bunun tamamen nedensiz olduğu sanılırdı.

Daha sonra, bunun bir intihar biçimi olduğu, kimseye açıklayamadığı dertleri olan insanların kendi ölümlerine, başkalarını öldürerek koştukları anlaşıldı.

Bir "amok koşucusu" olmak istiyor musunuz?

Durup bir düşünün önce.

Siz mi koşuyorsunuz yoksa sizi mi koşturuyorlar?

Dünyanın en acıklı ve tehlikeli şeylerinden biri, bir başkasının planına uygun bir ruh halini benimsemek, başkasının kararına, bunun başkasının kararı olduğunu bile fark etmeden boyun eğmek, başkasının belirlediği bir hedefe doğru soru bile soramadan koşmaktır.

Durun...

Ve, sorun önce.

Ne oluyor?

Niye bu kadar çok ölüm var?

Kırmızı bayraklı tabutlarla evlerine gönderilen o genç askerlerin ölümünün Kürt halkına bir yararı yok, hiç kimse on genç çocuk daha öldü diye mutlu, özgür, zengin bir hayata kavuşmayacak.

Kim öldürüyor o zaman o genç askerleri ve niye öldürüyor?

Bütün sınırları, geçitleri, dağ yolları termal kameralarla denetlenen, uzun yıllardan beri silahlı grupların sızamadığı o bölgelerde askerlerin o kadar kolay ölümle kucaklaşmamaları gerekiyor.

Öyleyse niye o kadar çok asker ölmeye, niye bütün haber bültenleri cenaze görüntüleriyle açılmaya, bütün gazeteler ölüm manşetleriyle çıkmaya başladı?

Durun ve sorun...

Ne oluyor?

Gidip dağlardaki Kürt çocuklarını mı öldürmek istiyorsunuz?

Onlar da on yedi, on sekiz yaşında hatta on üç, on dört yaşında çocuklar, onlardan yüz tanesini, bin tanesini daha öldürmek sorunu çözecek mi gerçekten?

Kırk bine yakın genç insan öldü oralarda.

Sorun çözüldü mü?

Bu sorun, Kürt çocuklarının Türk çocuklarından ya da Türk çocuklarının Kürt çocuklarından daha fazla ölmesiyle çözülecek bir sorun mu?

Çocukların ölmesi sorunu çözmez.

Niye ölüyorlar o zaman?

Bunu sorun.

Niye ölüyorlar?

Ve, neden o ölümlerin acısıyla sizin bir at sürüsü gibi "amok koşusuna" çıkmanızı, kendiniz de yok olana kadar yok etmenizi istiyorlar?

Durun biraz.

Düşünün.

Ne oluyor?

Belki de Türklerle Kürtlerin ortak sorması gereken bir soru vardır.

Belki de şu soruyu ortaklaşa sormak gerekir.

"Dostum gözükenler gerçekten dostum mu, benden gözüken gerçekten benden mi?"

Yoksa bazıları kendi güçlerini sürdürebilmek, bizi acıyla beslenen bir çılgınlığa sürüklemek için birbirlerine düşman gözükerek elele mi veriyor?

Başkalarının cevaplarına, size sunduğu hazır kalıplara sarılmanız gerekmiyor.

Önce kendi sorularınızı bulun.

Yeni sorular bulun.

Unutun Türk olduğunuzu, unutun Kürt olduğunuzu.

Sizler, çocukları ölen insanlarsınız.

Çocuklarınızın niye öldüğünü sorun.

Ve şunu sorun.

Çocuklar ölmeden bulunabilecek bir çözüm yok mu gerçekten?

Tek çözüm daha fazla çocuğun ölmesi mi?

Çözümün bu olduğuna inanıyor musunuz?

İçinize doldurulan nefret, tek çözümün daha fazla çocuk öldürmek olduğunu düşündürse de size, siz kendinize şunu sorun:

Ben, sadece nefretten ibaret biri miyim?

Nefretten başka duygunuz kalmadıysa eğer, o zaman da diğer duygularınıza ne olduğunu, o duygularınızı kimin öldürdüğünü merak edin.

Bir düşünün.

Bizim ülkemizin eteklerinde başlayan kutsal Mezopotamya, Şii-Sünni, Müslüman-Hıristiyan, Yahudi-Müslüman kavgalarıyla, güç çekişmeleriyle, geniş topraklara yayılma planlarıyla, enerji kaynaklarına sahip çıkma hesaplarıyla, toprağından kan fışkıran bir cehenneme dönmüş.

Bu topraklarda yaşayan insanlar, yeni bir çağa ayak uyduramamanın, gelişmelere uyum sağlayamamanın bedelini değişik görünümlerdeki savaşlarla, ölümlerle ödüyorlar.

Birbirlerinin insan olduğunu unutmuşlar.

Başkalarının insan olduğunu unutmanın kaçınılmaz sonucunun, kendi insanlığını unutmak olacağını da unutmuşlar.

Bir kan bulamacının içinde daha çok, daha çok öldürmek için ölüyorlar.

Biz, böyle bir bulamaca batmak zorunda değiliz.

Derin bir tarihimiz, büyük bir nüfusumuz, etkileyici bir enerjimiz var, dünyada kendimize saygıdeğer bir yer bulmak için çok önemli adımlar atıyoruz, üretebiliyoruz, mutlu ve zengin olmak için önümüz açık.

Gelişmiş bir dünya bizi kabule hazırlanıyor.

Ve, sanki kolları her yerde bulunan, vantuzları her ırkın rengini taşıyan dev bir ahtapot bize sarılarak yolumuzdan çevirmeye, o korkunç bataklığa çekmeye uğraşıyor.

Bizi, cehenneme götürecek yolun taşları nefretten döşeniyor.

Bir Türk öldüğü için sevinen her Kürt, bir Kürt öldüğü için sevinen her Türk, kendini de toplumunu da çıkışı olmayan kanlı bir kuyuya atmak isteyenlere yardım ediyor.

Durun ve düşünün.

Bunu istiyor musunuz?

Bütün Türkler şunu bilmeli ki, ölen her Kürt çocuğu daha fazla ölü Türk çocuğu demektir.

Bütün Kürtler şunu bilmeli ki, ölen her Türk çocuğu daha fazla ölü Kürt çocuğu demektir.

Amacınız bu mu?

Başkalarının çocuklarını öldürerek kendi çocuklarınızı öldürtmek mi?

Bir Amok koşucusu gibi koşuyorsunuz.

Durun ve düşünün.

Sizden olan sizden mi gerçekten?

Bütün Türkler ve bütün Kürtler, bir düşünün, çocuklarınızın ölmesi gerektiğini söyleyenler "sizden" mi, dostlarınız mı onlar?

Dostlarınızı, çocuklarınızı ölüme gönderenlerin arasından mı seçiyorsunuz?

Size yalan söylüyor olabileceklerini hiç aklınıza getirmiyor musunuz?

Her ırktan çocuğun birlikte mutlu yaşama ihtimali olabileceğini hiç mi düşünmüyorsunuz?

Siz hayatınızı acı içinde geçirdiğiniz için çocuklarınız da mı hayatı acı içinde, ölümün kapısında geçirsinler?

Kendi hayatınızda çektiklerinizin intikamını kendi çocuklarınızdan mı alacaksınız?

Düşman mısınız siz çocuklarınıza?

Çılgın bir at sürüsü gibi kendi sesinizden, kendi gürültünüzden ürkerek size kurulmuş tuzağa dört nala koşuyorsunuz.

O tuzakta sizi neyin beklediğini biliyor musunuz?

Kendi ölü çocuklarınız bekliyor sizi orada.

Koşacak mısınız oraya?

Bir Amok koşucusu gibi koşacak mısınız?

Durun biraz ne olur...

Durun biraz.

Bir düşünün...

İlerde bir başka Nazım Hikmet de şöyle bir şiir mi yazsın istiyorsunuz.

"Kapıları çalan benim, kapıları birer birer

Gözünüze görünemem, göze görünmez ölüler

Güneydoğu’da öleli oluyor bir on yıl kadar

Yirmi yaşında bir çocuğum, büyümez ölü çocuklar"

Bu şiiri yazdıracak mısınız bir daha?

Şimdi kapınızın önünde oynayan şu yaramaz oğlanlar yarın "göze görünmez ölüler" mi olacaklar?

Çocukları kurtarmak mümkün...

Kurtarın onları....

Kapınıza gelenlere, ister Türk olsun ister Kürt, bir sorun, "çocuğumu ne yapacaksın" diye, onları yaşatacak olanlar dostlarınızdır, ölüme gönderecek olanlar düşmanlarınız.

İnsanın dostu çocuğunu öldürtmez çünkü.

Hele onları yaşatmak mümkünken.

Hiç unutmayın böyle çılgınca koştuğunuz yerde sizi bekleyenler ölü çocuklarınızdır.

Ve, göze görünmez ölüler.

Hiç görünmezler...

Ölüdür onlar...

Ölü...

Durun biraz...

Siz durun ki...

Kurtulsun ölü çocuklar...
Yazının Devamını Oku

Zeytin ağacının altında....

4 Eylül 2006
Bir zeytin ağacının altında sakince kitabını okuyan adamın valizinde dolu bir tabanca olduğunu kim bilebilir? Başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğerek nişan alıp, kabzayı sağlam tutup tetiği usulca ezerek ateş ettiğime şahit olan kim bir zeytin ağacının altında Rilke’yi okuyacağımı düşünebilir?

Üstelik bu iki görüntü de gerçeği yansıtmazken....

Bir zeytin ağacının altında yatıyorum. Ardımda bir çam ormanı. Önümde uzanan çimenliğin üstünde, dalları güzel kokulu meyveleriyle yüklü kalın gövdeli incir ağaçları var. Dalların tepelerinde olgunluktan çatlayıp açılmış birkaç incir yaklaşan sonbaharı haber veren kızıl fenerler gibi parlıyor.

Deniz kenarına dizilmiş iğde ağaçları, güneş vurdukça ışık tozları gibi beyazlanan ince yapraklarıyla rüzgara uyarak salınıyor.

Deniz, usul hışırtılarla çarpıyor sahile.

Uzaklarda belli belirsiz Yunan Adaları.

Sırtımı kalın minderlere dayamış, Rilke’nin "Duino Ağıtları"nı okuyorum.

Biraz geri çekilip kendime baktığımda ne kadar yanıltıcı bir görüntüye sahip olduğumu sezebiliyorum.

İnsanın huzurlu bir kayboluşla kendinden, zihninden, hafızasından vazgeçebileceği, kokularla ve renklerle dolu bir cennette, ağır bir entelektüel hazla beslenen, ağırbaşlı, olgun bir yaşlı adam gibi görünüyorum.

Yaşlı bir adam olmamın dışında bu görüntüde gerçeği yansıtan bir şey yok.

Ne o kadar olgun, ne o kadar ağır hazlarla dolu, ne de o kadar entelektüelim.

Küçük odamdaki sehpanın üzerinde Bursa işi "söğütyaprağı" bıçağım duruyor, valizimde şarjörü dolu bir tabanca.

Kitabı dün gece, önündeki avlusunda küçük masalar olan, tahta raflı, beyaz duvarlı, aydınlık bir kitapçıdan aldım.

Şiirlerinden çok Rilke’nin kendisini özlediğim için.

"Kim, bağırsam, duyardı çığlığımı melek saflarından" diye başlayan o ünlü ağıtlarının lezzetini çocukluğumdan hatırlıyorum.

Ama nedense, kitabını gördüğümde benim aklımda çınlayan onun başka bir cümlesi oldu.

"Beni seven yalnızlığımla sevmeli."

Trieste’deki bir şatonun bahçesinde dolaşırken kulaklarına çarpan dalga sesleri arasından ilk mısraını duyduğunu söylediği bu ünlü kitabının satırlarını okurken, onun elini hayatın kanına batırmış gibi derinden ve acıyla yazdığı mısralar bana hayatın kendini düşündürüyor.

Hayatın bir bütün olmadığının farkındayım.

Kendi gerçeklerini, yanılgılardan yaratan tuhaf bir sihir sanki.

Yanıltacak bir görüntüm var bu ağacın altında elimde kitabımla.

Bu bir yanılgı ve yanılgı olduğu kadar da gerçek.

Büyük bir kitap gibi düşünüyorum bazen hayatı.

Her sayfasında başka, diğerlerine benzemez bir resim var.

Her sayfa gerçek ama tek başına değerlendirildiğinde aslında kocaman bir yanılgı belki de.

Sayfaları tek tek açıyoruz.

Her sayfada yeni ve başka bir resim.

Ve, açılan her sayfayla biz biraz daha solgunlaşıp eksiliyoruz.

"Bakın ne oluyor bana, bir elim öbürünün

farkına varıyor, ya da yıpranmış yüzüm

onların arasında saklıyor kendisini. Duyuş veriyor

bana bu azıcık. Ama bu tek yüzden varolabilen kimdir?"

Tek bir yüzden var olabilen kimdir gerçekten, her açılan sayfada başka bir yüz görürken biz...

Bir zeytin ağacının altında sakince kitabını okuyan adamın valizinde dolu bir tabanca olduğunu kim bilebilir?

Başımı hafifçe sağ omzuma doğru eğerek nişan alıp, kabzayı sağlam tutup tetiği usulca ezerek ateş ettiğime şahit olan kim bir zeytin ağacının altında Rilke’yi okuyacağımı düşünebilir?

Üstelik bu iki görüntü de gerçeği yansıtmazken....

Her sayfasında başka bir resim var bu hayat denen şeyin...

Tuhaf, lezzetlerle dolu, sevinçleri olan, hayalleri hep tazelenen, umutlar yaratan, her yeni sayfası yeni beklentilerle açılan, her resmine bütününü anlayabilmek için dikkatle bakılan, meraklı, çekici ve korkutan bir kitap.

"Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır

korkunç olanın..."

Annesi Rilke’yi bir kız çocuğu gibi giydirirdi, babası oğlunu erkek yapabilmek için onu askeri okullara gönderirdi.

Ama o erkekliği ne annesinden, ne babasından, ne de askeri okullardan öğrendi, ona erkekliği yirmi iki yaşında rastladığı, kendisinden on iki yaş büyük Lou Andreas Salome öğretti.

Ne gariptir ki, bu "eğitime" Salome’nin kocası da şahitlik etti.

Bu üçlü birlikte Rusya’ya gittiler, Tolstoy’u ziyaret ettiler.

Çok kadın gördü, çok kadına ihanet etti, çok kadından ayrıldı.

Kadınları sevdiği kadar yalnızlığını sevdi hep.

Bütün o kadınların, aşkların, terk edişlerin, onu "her bir melek korkunçtur" diye inleten acıların, garip ilişkilerin, sanat dünyasının devlerinin arasında dolaşırken o hep aynı şeyi, o muhteşem "mısraı" aradı, o bulunması en zor olanı.

Tek romanındaki kahramanına bir mısranın nasıl yazılabileceğini şöyle anlattırdı:

"Bir mısra için insan birçok şehre girmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir, hálá anlaşılmamış çocukluk günlerini; sessiz kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; üstümüzden esen ve bütün yıldızlara uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hatıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin yanına oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan, penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanın hatıralarının olması da kafi gelmez. Hatıralar çoksa onları unutabilmelidir..."

Bir mısra için bir hayat ister Rilke, hatıralar ister ve hatıraları unutabilme gücü ister.

Bir zeytin ağacının altında, incir, çam, iğde kokularının arasında onun hatıralarıyla ve unutuşlarıyla yazdığı mısraları okuyorum; sevdiği kadını kocasıyla paylaşarak yaptığı yolculuklardan, hastalıklı bir anneden, ezik bir babadan, hiç bitmeyen çocukluk hastalıklarından, başağrılarından, yaşadığı savaşlardan, kaçtığı savaş yıkımlarından, ıssız şatoların bahçelerindeki yürüyüşlerinden, kulağına mısralar fısıldayan gürültülü dalgalardan, hayal kırıklıklarından, hatırladıklarından ve o hatırladıklarını unutuşlarından geriye kalanlar bu kitabın içinde olanlar.

Verdiği kararlar keskin.

"Her bir melek korkunçtur."

Ve, kuşku dolu.

"Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır

korkunç olanın...."

Biraz ilerdeki çardaktan sarkan pembemsi mor üzüm salkımlarından koparıyorum, yoğun tatlarının içinde yıldızlı bir burukluk da hissediliyor.

Deniz hışırtılarla çarpıyor iğde ağaçlarının altındaki sahile.

Dallar incirlerle ağırlaşıp eğilmiş.

Çam ormanının temiz kokusu denizin mavimsi kokusuyla birbirine dokunup dokunup ayrılıyor, ağaçların arasında birbirlerini aradıklarını, bulduklarında sevinçle kokularının kanatlarını birbirlerine değdirdiklerini hissediyorum.

Ben bir zeytin ağacının altında Rilke okuyorum.

Görüntüm gerçeğe uymuyor.

Valizimde dolu bir tabancam, başucumda, dönüşte Bursa’ya uğrayıp çeliğine su veren ustasını arayacağım söğütyaprağı bıçağım duruyor.

O bıçağın meleklerden bile korkunç bir hikayesi olduğunu ve onu size anlatmayacağımı biliyorum.

"Bir yer olmalıydı, bizim bilmediğimiz, ey melek."

Bilmediğimiz yerler var.

Bilmediğimiz görüntüler.

Her sayfasında başka bir resim; birinde bir yaz fırtınası sonrası duru ışık, birinde karlı bir gecenin beyaz buğusu, birinde sevgili bir ölü, birinde kaybolmuş bir kadın yüzü, birinde eski şarkılar, birinde dinmeyen bir ağıt, birinde "beni seven yalnızlığımla sevsin" cümlesi...

Birinde zeytin ağacının altında kitap okuyan yaşlı bir adam...

Birinde kabzası siyah bir tabanca...

"Yeryüzü bu değil mi istediğin: Bir görünmez

uyanış içimizde? Kurduğun düş bu değil mi,

bir kez görünmez olmak..."

Yeryüzünün değilse de hayatın bu isteğe kavuştuğunu, bütün görünürlüğüyle aslında görünmez olduğunu, her görüntünün çizgilerinin sırlarla çizildiğini, o çizgilerin çok zor fark edildiğini ve her resme bakarken o resmin büyüsüne kapılıp sırla çizilmiş çizgilerini unuttuğumuzu düşünüyorum.

Ben sırlarını seviyorum hayatın.

Gizli olanını.

Resmini değil, o resmi yapan görünmez çizgilerini.

"Meleklerin korkunç olduğunu" söyleyen şairlerini seviyorum...

Olgun bir gülümsemeyle bir zeytin ağacının altında korkunç meleklere dair şiirler okuyorum....

Beni uzaktan görenler, "işte" diyorlar, "iyi, yaşlı bir adam, ağacın altında kitap okuyor..."
Yazının Devamını Oku

Şeriatın başkenti... Bugün İstanbul yok.

27 Ağustos 2006
Müziği de yok, mutfağı da yok, kendine has tasavvuf imbiğinden geçmiş Müslümanlığı da yok, mimarisi de yok, adabı da yok. Ölçüsüz ve örneksiz bir toplumun hoyratlığı var sadece.

Bir halife tarafından yönetilen bir şeriat ülkesi olan Osmanlı’nın başkentindeki o hoşgörülü Müslümanlığı bugün görebiliyor musunuz?


Bir şehri zaptetmek zor iştir. Hele yüzlerce yılda defalarca kuşatılmış, saldırıya uğramış, kendini savunmayı öğrenmiş, geniş surlarla ve denizlerle çevrili bir şehri zaptetmek daha da zordur.

Fatih Sultan Mehmed akıllı ve ihtiraslı bir adamdı.

Peygamberin rüyalarına girmiş bir şehri almak onun için yeterli değildi.

O İstanbul’u almak değil, İstanbul’un ruhunu ele geçirmek, yeniden şekillendirmek ve ona sahip olmak istiyordu.

Büyük İskender’in Yunan kültürüyle diğer kültürleri karıştırarak kurduğu Hellen Uygarlığı gibi bir yeni uygarlık kurmak istiyordu sanırım.

İstanbul’u aldığında, kendisiyle çarpışmış olan Bizanslı komutanları ve Bizanslı saray erkanını yanına alarak onları Osmanlı’ya kattı.

Anadolu’nun her yanından kendi işlerinde başarılı olmuş zanaatkarları İstanbul’a topladı.

Yeni bir uygarlık için İstanbul’da yeni bir harç kardı.

Osmanlı, Bizans, Ceneviz, Türk, Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt, Arap, levanten bu yeni başkentte yeni bir kültür oluşturdu.

İmparatorluğun diğer bölgeleri, özellikle Anadolu İstanbul’a ayak uydurmakta zorlansa da, bu kentin kültürü herkesin örnek aldığı, benzemeye çalıştığı, imrendiği bir insan türü ve kozmopolit bir hayat tarzı yarattı.

"İstanbul beyefendisi" de, "İstanbul kabadayısı" da, "İstanbul kadını" da bütün Osmanlı için bir efsane haline geldi.

Fatih Sultan Mehmed, bir toplum ve bir kültür için en önemli şeyi, "benzenilmek istenen örneği" yaratmıştı.

Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentinden sonra Batı Roma İmparatorluğu’nun başkentini de ele geçirerek bütün dünyayı saracak büyük bir imparatorluk ve içinde hem doğunun hem batının değerlerinin bulunduğu evrensel bir kültür yaratma hayali, gizemli ölümüyle yarıda kaldı ama İstanbul şehri macerasına tek başına devam etti.

Müslüman bir kimlik şehrin dokusuna hakim renk olarak sinerken diğer dinlerin ve dillerin varlığı da hep beslendi.

Yavuz Sultan Selim’in hilafeti alıp getirerek İstanbul’u "şeriatın başkenti" yapması da önemli bir değişiklik yaratmadı.

Müslümanlığın "eğlenceli bir özeleştirisi" gibi olan Bektaşilik hoşgörülü bir mizahı hep hayatın içinde tuttu.

Tekkeler, zaviyeler, tarikatlar dinin değişik yorumlarıyla hayatı bir tür kaneviçe gibi oyarak dinin üstüne ağırbaşlı bir dantel gibi serildi.

Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kuyumcu, mimar, terzi, tavernacı, tüccar, sarraf olarak şehir hayatını hareketlendiriyorlar, Osmanlının mutfağına, giyimine, modasına, eğlencesine, mimarisine, ziynetine değişik tatlar katarak bu "emperyal" yapıyı gerektiği gibi zenginleştiriyorlardı.

Pera ise meyhaneleri, kerhaneleri, kumarhaneleri, balozları ile bu "şeriat başkentinin" eğlence merkeziydi.

Osmanlı oraya hiç dokunmadı.

Bütün büyük dinler gibi ağır kuralları olan Müslümanlığın demir bir kapak gibi toplumun üstüne kapanmasına izin vermedi, bir kaçamak noktasını hep açık tuttu.

Müslüman mahallelerin "namusu" biraz da Pera sayesinde korunuyor, kabadayılar, fahişeler, kumarbazlar, ayyaşlar Pera’da "kurtlarını döküp" evlerine biraz utangaç, biraz mahcup ve epeyce günahkar olarak dönüyorlar, kendi mahallelerini tedirgin etmemek için azami itina gösteriyorlardı.

Dar bir kalıba sığmakta zorlanıp kabaran insani zaaflar mahallelerin uzağında arıyordu tatminlerini.

Pera’nın en keskin bitirimleri, en ünlü aşüfteleri mahalle imamının elini öpüyor, ihtiyarlara hürmette kusur etmiyordu, muhtaçlara yardımdan kaçınmıyordu.

İstanbul, üstüne kurulduğu yedi tepe gibi çok değişik dinlerin, kültürlerin, dillerin üstünde dengesini bulmuştu.

Bu dengeye de kimse dokunmadı.

Ta ki tarihin Osmanlı’yı batırmakla görevlendirdiği İttihatçılar sahneye çıkana kadar.

Cumhuriyeti de zehirleyecek olan büyük kırılma onların döneminde başladı.

Şeyhülisamının meyhaneye övgü şiirleri yazdığı, Ermeni diplomatının dışişleri bakanı olduğu, Yahudi subayının bölük komutanlığı yaptığı Osmanlı’daki "büyük kültür hazinesi" ittihatçılar tarafından yağmalandı.

Onlar Müslüman Türklüğe ağırlık verdiler.

"Ekalliyetin" zenginliğine, parasına puluna, evine, ticaretine "kötü gözle" baktılar.

Ticareti "Türkleştirmeyi" bir politika olarak benimsediler.

Kültürel zenginlikten de rahatsızdılar, kendi "harsımıza" dönecektik.

O "emperyal" yapının dengesi böylece bozulmaya başladı.

Önce Ermenileri kaybettik İttihatçılar döneminde.

Sonra "laik" cumhuriyet geldi.

Aslında "İttihatçı zihniyetin ve kadroların" devamı olan Cumhuriyet, "varlık vergisi" faciasıyla "gayrimüslimleri" perişan etti.

Çoğu kaçtı gitti.

Çok partili dönem ise "6-7 Eylül"le kalanları da püskürttü.

Tek dinli, tek kimlikli "insan fakiri" çıplak bir ülke olduk.

Üç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun değişik akıntılarından, kültürlerinden, dinlerinden kendine bir şeyler alıp, aldıklarından herkes tarafından özenilecek "bir örnek" yaratmayı başaran ve hiçbir kültür karşısında ezilmeden asırlarca mutfağıyla, müziğiyle, mimarisiyle, eğlencesiyle, terbiyesiyle, nezaketiyle, adabıyla, edebiyle, beyefendisi, kabadayısı, kadınıyla herkese ölçü olan İstanbul yüzlerce yıllık varlığını kısa sürede kaybetti.

Fatih Sultan Mehmed’den bu yana oluşturulan İstanbul uygarlığı hoyratça savruldu gitti.

Toplum "örneksiz" kaldı.

Ne Müslümanlara edep erkan öğreten o süzülmüş şeyhler, ne "adam gibi içmeyi" öğreten Pera terbiyesi, ne kabadayılığın raconunu öğreten delikanlılar...

Bugün toplumun "ölçüsüzlüğünden" yakınanlar o ölçüyü kendi elleriyle parçaladıklarını düşünmezler bile, bütün büyük imparatorlukların o "emperyal" kültürü "örnekleriyle" yarattıklarını, Paris’siz bir Fransa’nın sadece bir köylü topluluğu, Londra’sız bir İngiltere’nin kaba ve soğuk denizciler, Berlin’siz bir Almanya’nın gürültücü işçiler, Petersburg’suz bir Rusya’nın içkici mujikler kalabalığı olarak kalacağını akıllarına getirmezler.

Bu büyük "emperyal kültürler" örnek bir kentin çevresinde şekillenmiş, kalabalıklar o şehrin hayatından kendilerine özenilecek dersler çıkarmışlardır.

Bugün İstanbul yok.

Müziği de yok, mutfağı da yok, kendine has tasavvuf imbiğinden geçmiş Müslümanlığı da yok, mimarisi de yok, adabı da yok.

Ölçüsüz ve örneksiz bir toplumun hoyratlığı var sadece.

Bir halife tarafından yönetilen bir şeriat ülkesi olan Osmanlı’nın başkentindeki o hoşgörülü Müslümanlığı bugün görebiliyor musunuz?

Yeni Bektaşi şakaları çıkıyor mu toplumdan?

Dinden de dinsizlikten de korkan ürkek bir kalabalık olduk.

Birbirine benzemeyenler birbirlerine gittikçe daha çok düşman kesiliyor, herkes hayat tarzını diğerine zorbalıkla kabul ettirmeye çalışıyor.

Çok dinli, çok kültürlü toplumlar varlıklarını sürdürebilmek için hoşgörüye muhtaçtır, siz her şeyi teke indirirseniz hoşgörü kaynaklarını kurutursunuz.

Gerçek bir örnek olmadığında herkes "örneğin" kendisi olduğunu iddia eder.

Haşemalı adam için örnek kendisidir herkes kendisi gibi olmalıdır, başı açık kadın için örnek kendisidir herkes kendisine benzemelidir, ırkçı milliyetçiliği savunan kendisine benzemeyeni öldürmeyi bile önerir.

Sonunda öyle bir hale gelirsiniz ki başbakan karısını cumhurbaşkanının evine götüremez, bikinili kadın plajda rahat yüzemez, türbanlı kız üniversiteye gidemez.

Herkes "örnek benim" diye tutturur.

Çünkü ortak kabul gören bir "örnek" kalmamıştır.

Fatih’in kurmaya çalıştığı büyük bir uygarlığın örneğini İttihatçılarla Cumhuriyet elbirliğiyle yıkıp yok etti.

Şimdi adapsız ve edepsiz bir kaos yaşıyoruz.

Üstelik yaşadığımızdan da memnun değiliz.

Kendimizle, müziğimizle, mimarimizle, mutfağımızla övünemiyoruz, aksine yediğimiz yemekten, dinlediğimiz müzikten utanır olduk.

Ne kebaptan ne arabeskten utanmak gerekirdi eğer kaymaklı pilavla nihavent de hálá yaşıyor olsaydı.

Birbirlerini tamamlar, birbirlerine tat katarlardı.

İttihatçılar da Cumhuriyetçiler de İstanbul’suz bir Türkiye istediler.

"Dinciler" de doğrusu bu isteği iştiyakla paylaştılar.

Hep birlikte onun çok kültürlülüğünden nefret ettiler.

Şimdi İstanbul’suz bir Türkiye var.

Kendine imrenecek bir "örnek" bulamayan bir Türkiye.

Herkesin kendini fütursuzca "örnek" diye gösterdiği bir ülke.

Her yerden yakınmalar, ağlamalar duyuyoruz.

Daha çok duyacağız.

İstanbul’u öldüren bir toplum o "cesed-i muazzama"nın altında daha epey ezilir.

Tarih böyle bir cinayeti cezasız bırakmaz...

Bırakmıyor da zaten....
Yazının Devamını Oku

Hep aynı kadını sevmek isterdim ben...

20 Ağustos 2006
Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.

Hayat bazen alevden bir nehir gibi akıyor üstümüze. Bütün sözler, bütün kelimeler, bütün inançlar gözlerimizin önünde tutuşarak, ateşlerin arasında kararıp kuruyor.

Tutunacak bir dal kalmıyor bize.

Gelecekten kuşkulanıyoruz.

Ne kalender bir tevekkül, ne saldırgan bir iyimserlik, ne mücadeleci bir inanç ruhumuzda ilişecek bir köşe bulabiliyor.

Soluyoruz, yalnızlaşıyoruz, ıssızlaşıyoruz.

Endişe, ümidin yerini alıyor.

Öylece kalakalıyoruz.

Niye bu kadar çok ölüm olduğunu, yaşamanın niye bu kadar zor olduğunu kavramaya uğraşıyoruz.

Bir cehennem buharı gibi yükselerek, hayatın bizzat kendisini bile bize düşmanmış gösterecek kadar yoğunlaşan bu korkunç ve manasız düşmanlık, varlığımızın bütün zerrelerine nüfuz edip ait olduğumuz insanlık ağacından çürümüş bir meyve gibi kopup düşeceğimiz telaşına sürüklüyor bizi.

Sanki hava da bu bunaltıcılığa eşlik ediyor.

Gökyüzü, kara kazanlarda kaynatılmış sular gibi akıyor genzimize.

Böyle zamanlarda kaçmak istiyorum.

İnsanların vahşeti, cinayeti, savaşı değil kaçtığım.

Erimiş cıva gibi ciğerlerime dolan bu rutubet kokulu havayı andıran bıktırıcı zeka yoksunluğu, hayatı yaratmaktan aciz olanların ölüm şahinleri gibi bulutlar halinde uçuşmaları beni bıktıran.

O zaman zekaya, yaratıcılığa, insanı insan yapan duygulara, zarafete, insan zihninin Tanrı’yı bile gururlandıran parlaklığına kaçıyorum.

İnsanoğlunun zekasızlığından kurtulmak için insanoğlunun zekasına sığınıyorum.

O kutsal sığınakta kitaplara, satırlara, cümlelere, kelimelere rastlıyorum.

O cümlelerde savaşların, çatışmaların, ölümlerin arasından sıyrılıp gelmiş ve o yaşananların çoğu unutulduğu halde insan duygularını anlatan o kelimeler yaşamayı sürdürmüş.

Gustav Flaubert, Napoleon sonrası çalkantıları, 1848 ayaklanmasını, Avrupa’nın yeniden şekillenmeye çalışmasının sancılarını, dünya tarihinin büyük bir altüst oluşa hazırlanmasının sarsıntılarını yaşamıştı, dünya çatlamaya hazır bir tohum gibi acılar içinde çatırdıyordu ama ne gariptir ki insanlığın ortak hafızası bugün o sıralarda yaşanan acılardan çok Madam Bovary’nin acılarını hatırlıyor.

Neden tek bir "hayali" kadının acıları, milyonların çektiği acılardan daha derin bir iz bıraktı insanlığın zihninde?

Kalabalıkların her dönemde çektiği acıların nedenleri değişiyordu, şartları değişiyordu, biçimleri değişiyordu, insan aklı ve akılsızlığı değişiyordu ama şartlar ne olursa olsun "tek bir kadının" çektiği acı değişmiyordu çünkü.

Emma Bovary, okuduğu romanlardaki gibi bir hayat sürmek istiyordu.

Derin bir tutku, gerçek bir aşk istiyordu.

Bunu istemeyen bir kadın var mı?

Ve, erkeklerin duyarsızlığına ve aldırmazlığına çarpıyordu.

Çarpmayan bir kadın var mı?

Bundan kurtulmak için çırpınıyordu.

Çırpınmayan bir kadın var mı?

Çırpındıkça daha çok acı çekiyordu.

Çırpınırken acı çekmeyen bir kadın var mı?

O roman binlerce yıldan beri tekrarlanan bir kederi, bir yalnızlığı, çaresizliği, hayallerinin peşinden giden bir kadını toplumun yalnızlaştırıp cezalandırmasını anlatıyordu.

Üstelik insanlığın en unutulmaz kitaplarından birini yazan bu adam, yazdığı kitaptan dolayı eleştiriliyor, tutuklanıyor ve yargılanıyordu.

Kendini yapayalnız hissediyordu.

Dostu Turgenyev’e yazdığı bir mektupta, "ne kadar yalnız olduğumu bir bilsen! Konuşacak kim var ki? Zavallı ülkemizde edebiyatı hálá umursayan kim var? Belki de yalnızca bir kişi? Ben! Kaybolmuş bir ülkenin enkazı ve romantizmin eski fosili," diyordu.

Balzac ve Hugo gibi edebiyat devleriyle aynı dönemde, aynı ülkede yaşarken kendini böyle yalnız hissetmesinin nedeni, insanların edebiyata ve duygulara kuşkuyla bakmasıydı herhalde, Madame Bovary’nin "kalıcı" olan duygularını değil o zamanki siyasi çalkantıları "kalıcı ve gerçek" sanmalarıydı.

Flaubert, erkeklerin Madame Bovary’yi bir felakete götüren çocuksu sıradanlığını ise "Duygusal Eğitim" isimli romanındaki kısa bir konuşmada anlatıveriyordu.

Erkeklerden biri şöyle diyordu:

- Bir kadında size çekici gelen şeyler, düşünce bakımından onu düşündüren şeylerdir: Sözgelimi memeler, saçlar...

Aralarında böyle tartışırlarken sessiz duran daha yaşlılarına soruyordu birisi:

"- Esmeri bırakıp sarışına geçmeli. Siz de aynı fikirde misiniz Baba Dussardier?

Dussardier karşılık vermedi hepsi sıkıştırdı onu hangi kadınlardan hoşlandığını öğrenmek için.

- Pekala söyleyeyim, dedi kızarak, hep aynı kadını sevmek isterdim ben.

Bunu öyle bir biçimde söylemişti ki bir an hepsi sustu; kimisi bu saflığa şaşırmış, kimisi de gizli özlemlerini bulmuştu bu sözlerde."

Hep aynı kadını sevmek isterim ben.

Bu cümleyi okuduğunda durup düşünmeyecek bir erkek varsa da, azdır.

Flaubert’in yazdığı o erkekler kalabalığının konuşması aslında tek bir erkeğin kendi kendine konuşması da sayılabilir belki; çünkü o "memeler, saçlar" arzusuyla kıvranan, mümkün olduğunca çok kadın bedenine dokunmak isteyen erkeklerin bu çok zevkli, sıradan ve "erkeksi" taleplerinin altında, epeyce derinlerde gizli bir "Madam Bovary" de yatar, "ben hep aynı kadını sevmek isterdim," diyen.

Savaşmayı, öldürmeyi, siyasi iktidarı, "memeleri ve saçları" aşktan daha önemli gören bu erkek kalabalığının sert ve sıkıcı kabuklarını ayıklayabilirseniz, en altlarda onları çok ürküten bir "Madam Bovary" bulursunuz.

Kadınlar gibi erkekler de romantizmi ve aşkı özlerler.

Özlemekten, terk edilmekten ve aldatılmaktan kadınlara kıyasla çok daha fazla korktukları, aldatılmanın acıları karşısında kadınlardan daha dayanıksız ve güçsüz olduklarından, özlemeyi becerebilecek ruhsal bir kıvraklığı geliştirecek "duygusal eğitimden" geçmedikleri için bunu reddetmeye, bu duygularla alay etmeye çalışırlar.

İçinde kelebeklerin uçuştuğu bir gergedan gibi dolaşırlar onun için.

Madam Bovary’yi insanlığın ortak hafızasına kazıyan sadece kadınlar olmadı, erkekler de onun insanlığın zihnine kazınmasında yardımcı oldular.

Onlar da anladılar o kadını.

Onlar da kendilerinden bir şeyler buldular.

Belki de bu yüzden, "Madam Bovary kim" diye sorduklarında Flaubert, "Benim" diye cevap verdi.

Aldatılmaktan, sevdikleri için küçümsenmekten, güçlerini kaybetmekten bu kadar korkmasalar, Madam Bovary’ye acıdıkları gibi onlara da acınacağından böylesine çekinmeseler Mösyö Bovary’ler de çıkardı.

Kadınlarınkinden çok daha büyük olan korkuları erkekleri sıradanlaştırıp kabalaştırır.

Sigara dumanlarının yoğunlaştığı, erkeklerin sarhoşluğun gevşekliğine teslim olmaya hazırlandığı gece yarılarında meyhanelere giderseniz, orada donuklaşmaya başlamış gözlerinde tuhaf bir kederin belirdiği adamlar görürsünüz, çatallaşmış bitirim seslerinde bir kırılma duyulur, eski bir şarkıyla birlikte önce sessizleşip sonra unutulmayan bir sevgiliyi anlatmaya koyulurlar.

Sevmişlerdir.

Hep aynı kadını sevmişlerdir.

Hep aynı hayali içlerinde yaşatmışlar, hiç okumadıkları kitaplardaki gibi bir aşk özlemişlerdir hep.

Bütün kadınların memelerine açgözlülükle baksalar, bütün kadınların salınan kalçalarından gözlerini ayıramasalar, yeryüzünün bütün kadınlarıyla sevişmek için azgın bir istek duysalar da, derinlerinde bir yerlerde, önündeki küçük avlu akşamüstleri sulanan evlerinde, sevdikleri kadınla bir masa kurup birlikte gülerek yemek yemek, onunla şakalaşmak, güvenle sevmek, her gece aynı kadının bedenini özlemek, her gece aynı kadının kendisini şaşırtmasının tadını çıkartma arzusu yatar.

Hep aynı kadını sevmek isteriz biz.

Hep aynı kadını severiz.

Bunu söyleyecek, bunu kabul edecek, bu gerçeği taşıyabilecek bir gücümüz yoktur sadece.

Aslında bütün erkekler, romanları yazılamayan Mösyö Bovary’lerdir.

Belki de bunu unutabilmek, bu gerçekten uzaklaşmak için böylesine savaşır, vahşileşir, akılsızlaşır, canilere dönerler.

Mösyö Bovary’ler savaşıyor gene.

Birbirlerini öldürüyorlar.

Ölenlere de öldürenlere de yanaşıp ruhlarına baksanız, "hep aynı kadını sevmek isterim ben" diyen bir ses duyarsınız.

Derinlerden gelen bir ses.

Kırılgan, ürkek bir ses.

Top sesleriyle bastırılmaya çalışılan bir ses.

Kadınlar, romanlardaki gibi bir hayat ister.

Erkekler, hep aynı kadını sevmek...

Madam Bovary’lerin romanları yazılır.

Mösyö Bovary’ler savaşlarda öldürülür.

Ve, meyhanelerde eski şarkılar çalındığında aynı cümle değişik biçimlerde anlatılır.

"Hep aynı kadını sevmek isterim ben."
Yazının Devamını Oku

Tehlikeli ilişkiler.....

13 Ağustos 2006
Şehvetle sevişen, sevişmeyi seven, insanı içine çeken o karanlığın dibindeki fısıltılardan, dokunuşlardan, çıldırışlardan oluşan gökkuşağının içinde varlığından kurtulmanın eşsiz hazzını tadan ve bunu hep tatmak isteyen biri asla sevişmelerin mahremiyetine ihanet etmez. Eğer böyle bir ihanet görüyorsanız mutlaka bir şehvet eksikliği vardır.

Sevişmeler alemine şehvetsiz girenler çok kısa bir sürede güvenilmez yaratıklara dönüşürler çünkü.

Sevişmek, tanrıların oturduğu dağlardan akan sularla yıkanmak gibidir benim için, o sularda bedeninin ve ruhunun bütün yüklerinden arınır, o birkaç saat için de olsa yaralarından kurtulursun.

Şehvetin, bütün parlak renkleri diplerine saklanmış kara köpüklü girdabında kaybolup da, büyük ve karşı konulmaz bir arzuyla o şehvete teslim olduğunda, bütün hırslarından, öfkelerinden, üzüntülerinden, korkularından, acılarından azad olur, sadece dokunuşlardan, tutuşlardan, öpüşlerden oluşan büyük bir ayinin müziğiyle sonsuzluğa doğru yükselirsin.

Zaman yoktur, hayat yoktur, ölüm yoktur.

Şiddetin bile hazza dönüştüğü, unutuşun tatlı iksiriyle sarhoşlaşmış ruhunun bin bir türlü yakıcı hayalle titrediği, kainatın bütün kapılarının zevke açıldığı bir alemde, çiçek tozlarından oluşmuş bir pars gibi kah keskin ve yırtıcı, kah hafif ve uçucu dolaşırsın.

Bu muhteşem hazzın büyüsünü mahremiyet oluşturur.

İki kişiyi hayattan ve ölümden saklayan, onları diğer bütün insanlardan ayıran, koruyan, onları sınırsızlığın o başdöndürücü çekiciliğine güvenle teslim eden o koyu mahremiyettir.

Bu mahremiyeti paylaştığın insana minnet duyarsın.

O’dur sana bütün bunları bağışlayan.

O insana, paylaştığın o mahremiyete ihanet, bence, günahların en büyüğü, alçaklığın en kirlisidir.

Böylesine bir ihaneti paylaşan herkes de kirlenip alçalır.

Bu muhteşem maceranın, o maceranın yarattığı olağanüstü yakınlığın neresinde, hangi noktasında insanlar ihanete saparlar?

Kendilerine temiz ve dokunulmaz bir şehvetin kapılarını nasıl kapatırlar, tanrıların pınarlarında bir daha asla yıkanamayacak şekilde kendilerini damgalamaya nasıl karar verirler, kendilerini sevişmeler aleminin yanına yaklaşılmaz cüzzamlıları haline nasıl getirirler?

Nedir onları yollarından saptıran?

Hangi duygu onları bir lanetli olmaya razı eder?

Savaşlara katılmış bir asker ve ünlü bir yazar olan Choderlos de Laclos, böyle iki "lanetliyi" edebiyat tarihinin en büyük klasiklerinden sayılan Tehlikeli İlişkiler romanında anlatmıştı.

Fransız yüksek sosyetesinin üyeleri olan Markiz de Merteuil ile Vikont de Valmont, hayatlarını sevişmeye adamış gibi gözükmelerine rağmen sevişmenin "kutsal bahçesinden" kovulmuş, sevişmenin zevki yerine baştan çıkarmanın, kendi etkisini ve gücünü başkalarının acısında görmenin zavallı zevkini koymuş iki eski sevgilidir.

Sevişmek, onlar için intikam almanın, kendi çekiciliğini kanıtlamanın, çevrelerindeki küçük hayatları yönlendirmenin aracıdır.

Haz dünyaları lekelenmiş bu iki "lanetli", kendi sakin fanusunda yaşayan, kocasına sadık, dindar, güzel bir kadını baştan çıkarmak için iddiaya girerler.

Eğer Vikont, o kadını ayarttığına dair "yazılı bir belge" gösterebilirse, Markiz onunla bir gece geçirecektir.

İhanete, mahremiyetin bozulacağına daha baştan karar verilmiştir.

Ve, Vikont harekete geçer.

Gelişmeleri, karşılıklı yazılan mektuplardan okuruz.

Bu, bir aşkın kitabı değildir, bir aldatmanın da kitabı değildir, hazzın kitabı da değildir, bu kötülüğün kitabıdır.

Tuzakların kuruluşunu, ikiyüzlülüğü anlatır.

Sevişmenin hazzından kopmanın, mahremiyetin kutsal aleminden çıkmanın, şehvetin arındırıcılığında yıkanamamanın yarattığı "alçalışı" ve ihaneti izleriz.

Kitabın bu iki kahramanı için başdöndürücü olan şehvetin ve sevişmenin kendisi değildir, insanların onlarla sevişmek için yollarından sapmalarını seyretmek ve bunu başkalarına da göstermektir başdöndürücü olan.

İnsanların genellikle ürktüğü ve söz etmekten korktuğu şehvetin ve sevişmenin, kendi siyah ve güçlü kanatlarıyla insanları aslında nasıl yükseklere çıkartabildiğini, bu kanatlardan yoksun kalanların nasıl bir zavallılık içinde süründüğünü anlarız.

Sevişmenin, hazdan başka bir amacı olduğunda insanların ruhları lekelenir çünkü.

Hırsları, öfkeleri, intikam istekleri, kendilerini kanıtlama arzuları hep canlı durur, bu duyguları yatıştıracak, unutturacak, onları kurtaracak gerçek bir şehvetleri yoktur.

Belki de bu "ihanetin ve alçaklığın" temelinde bu şehvetsizlik yatar.

Şehvetle sevişen, sevişmeyi seven, insanı içine çeken o karanlığın dibindeki fısıltılardan, dokunuşlardan, çıldırışlardan oluşan gökkuşağının içinde varlığından kurtulmanın eşsiz hazzını tadan ve bunu hep tatmak isteyen biri asla sevişmelerin mahremiyetine ihanet etmez.

Eğer böyle bir ihanet görüyorsanız mutlaka bir şehvet eksikliği vardır.

Sevişmeler alemine şehvetsiz girenler çok kısa bir sürede güvenilmez yaratıklara dönüşürler çünkü.

İnsana bütün ahlak kurallarına aykırı davranışlar yaptıracak kadar güçlü de olsa şehvetin kendi ahlakı, yasası, kuralı bulunur, şehvetli herkes bilmese de sezer o kuralları.

Tehlikeli İlişkiler’in Vikontunun ise kuralları başkadır.

O kurbanına usulca yaklaşır.

Onu baştan çıkarmak için her yolu dener.

Yalan söyler, kendini acındırır, ilan-ı aşk eder, yalvarır, yaklaşır gibi yapıp kaçar, kaçar gibi yapıp yaklaşır; bütün bunları yaparken amacı hoşlandığı bir kadınla sevişmek değildir, kadını rezil etmek pahasına kendi "dayanılmazlığını" kanıtlamaktır.

Ruhunun şehvetle sulanmamış, beslenmemiş, bu yüzden de kurumuş parçalarını o "kötülüğün ve alçaklığın" hazzıyla beslemeye uğraşmaktadır.

Şehvetin yarattığı söylenen kötülüklerin çok daha beterini şehvetsizlik yaratır sevişme bahçelerinde.

Şehvetle seviştiğiniz, yatağınızda kanatları gökyüzüne açılan bir tavuskuşunun rengarenk tüylerini birlikte seyrettiğiniz birini bırakabilirsiniz, onu başkalarıyla aldatabilirsiniz ama onunla yaşadığınız sevişmeye ihanet edemezsiniz.

İnsan şehvetine sadıktır.

Şehvetle seviştiği insanlarla yaşadığı sevişmeye de...

Ne o sevişmeyi, ne de seviştiği insanı kalabalıkların hırpalayıcı pençelerine doğru savurup atmaz.

Paylaşılan gerçek bir şehvet dostluktan da öte bir kardeşlik yaratır neredeyse.

Ama Vikont de Valmont, son zamanlarda çevremizde gördüğümüz birçok alçak gibi, ne şehveti, ne böyle bir dostluğu, ne de böyle bir şehvet kardeşliğini bilir.

Tuzak kurmayı ve baştan çıkartmayı sever yalnızca.

O sıradan, sadık ve iyi kadını baştan çıkarmayı da başarır.

Kadının, onun oyunlarına ve zekasına karşı koyabilecek bir gücü yoktur, bir insanın bütün bunları sadece "ayartmanın hazzı" ve çirkin bir gösteriş için yapabileceği aklına bile gelmez.

Vikont’un aşkına inanır.

Çelik dişli bir kapana basan bir karaca gibi tuzağa yakalanır.

Bunu önce Markiz öğrenir.

Sonra bütün Paris.

Kadının hayatı, aşkı, sevişmesi artık kalabalıkların eğlencesidir.

Şehvetsiz birine şehvetini vermenin bedelini öder.

Vikont ise bir kötülük yaprağı daha ekler başındaki "zafer tacına".

Ama bütün bu lanetlilerin, bu kötülük erbabının kurtulamadığı bir kader vardır, onlar bütün güçlerini ve iktidarlarını kurdukları tuzaklara borçlu oldukları için sadece bir kere kötülük yapmazlar, kötülük onların hayatında uğursuz bir zincir gibi uzar gider.

İhanete uğrayan, bütün hayal kırıklığına ve acıya rağmen "hainini" seven kadın hastalanarak bir hastaneye yatırılır.

Vikont iddiayı kazanmıştır.

Markiz ise Vikont’la alay ederek "iddiadan vazgeçtiğini" söyler.

İki düşmana dönüşürler böylece.

Birbirlerini yok etmeye çalışırlar.

Bu iki tuhaf insanın hayatlarının tam ortasında durur "sevişme" ama onlar o sevişmenin etrafını şehvetsiz hırslarla örerler, o sevişmeye ve onun vaadettiği hazza ulaşamazlar.

Şehveti kötülükte ararlar.

Vikont’un "kötülük zincirine" yakalanmış bir de genç bir kız vardır.

Markiz, o genç kızın sevgilisi olan şövalyeye, "sevgilisini Vikont’un baştan çıkarttığını" söyler.

Ve, ölümün gölgesi bir düello talebiyle düşer Vikont’un hayatına.

Vikont ise intikamını ölürken başucunda duranlara, Markiz de Merteuil’in yaptıklarını, girilen iddiayı, kışkırtmaları anlatarak alır.

Markiz, Paris’ten kaçmak zorunda kalır.

Hainler birbirlerine de ihanet etmişlerdir.

Sevişmek, tanrıların oturduğu dağların ırmaklarında yıkanmak gibidir, şehvetle bütün ruhunuz yüklerinden arınır, bir süreliğine de olsa yaralarınız iyileşir, hayata duyduğunuz minnet artar, bir bedenle bir başka beden, bir ruhla bir başka ruh arasında olabilecek en büyük yakınlığı yaşayarak çoğalırsınız, ruhunuzun ve bedeninizin zenginleştiğini hissedersiniz. Bunu gerçekten varlığının derinliğinde duyan biri asla o gizli cennetten atılmak, oralarda bir lanetli olarak anılmak istemez.

Şehvetine ve seviştiğine sadık olur.

Korur onları.

Mahremiyetin sınırlarını, kendi hayatını savunur gibi savunur.

Sevişmenin gölgeliklerle dolu labirentlerinde dolaşırken "şehvetsiz lanetlilere" rastlarsınız, ihanet ederler, mektuplarınızı, resimlerinizi satarlar, kendilerine kendileri gibi işbirlikçileri bulurlar, şehrin duvarları arkasına sızmış bir casus gibi mahremiyetinizin kapılarını düşmanlarınıza açarlar.

Sevmem o insanları.

Alçaklıkları iç bunaltıcı, şehvetsizlikleri zavallıdır.

Tehlikeli ilişkiler içinde gezinirken şehvete güvenirim.

Şehvetle arınabilmenin haz dolu yeteneğine sahip olanlara...
Yazının Devamını Oku

Karanlık ormanda çalan gümüş flüt....

6 Ağustos 2006
Ancak kadınların kadın olduğu bir toplumda, erkeklerin de erkek olabileceğini hatırlatıyordu aslında. Koca bir toplumu yüzlerce yıllık tabularından, yasaklarla birikmiş pasından arındırıyordu.

Tek başınaydı.
/images/100/0x0/55ea4f9cf018fbb8f8778d61
Güzel bir gülümsemesi vardı.

Kırdı, parçaladı tabuları.

İnsanları, kıvılcımlar saçan kızıl bir yılan gibi irkilten o garip titreşimli "orgazm" sözcüğünü bu ülkenin yerleşik lügatına o ekledi.

Kadınlara bedenlerini verdi.

Nasıl yolcu etmeli bu sarı güllerle sarmalanmış sonsuzluk yolcusunu? Hayatın içinde, hayatı değiştirerek durmuş olan bu küçük kızı nasıl uğurlamalı?

Cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesur birini nasıl selamlamalı?

Usul bir ses ve yumuşak bir tebessümle bir toplumu köklerinden tutup sarsmış birine ne demeli?

Hepimiz biliyoruz, biraz kırdık onu.

Haksızlığa uğradı o.

Kadınlara hazzın yasaklandığı, yatak odalarının sessiz çilehanelere döndüğü, herkesin gizli bir mutsuzlukla buruştuğu, sevişmelerinden mutluluk yerine dert sağarak sakatlanmış, kendinden korkan bir toplumda bir tek o sesini yükseltti.

Kimsenin adını bile telaffuz edemediği "sevişmeyi" savundu.

Milyonlarca insan, tek bir kadının söylediği sözlerden öylesine korktu ki nerdeyse bütün toplum irkilerek bir adım geriledi.

Sonra, küçümseyici tebessümlerle geri gelip onu gizli aşağılamalarıyla kuşattılar.

O, kalabalıkların en derin, en gizli yarasından, en büyük sakatlığından söz ederken onlar "bütün bunların önemsiz olduğunu" ima eden çarpılmış bir gülümseme yerleştirdiler yüzlerine.

O ortaya çıkana kadar kadınların "sevişmeden haz alma hakkı" asla dile getirilmeyen, varlığı kabul edilmeyen bir tabuydu, sevişmeyi biraz daha zevkli bir hale getirmek isteyen kadınlar "sen orospu mu oldun" diye bizzat kocaları tarafından aşağılanırdı.

Zevk alan, şehveti özgürleşmiş bir kadının ateşiyle başa çıkamayacağından korkan erkekler bu korkuları yüzünden, kendi zevklerini iğdiş etme pahasına sevişmeyi acıklı bir çiftleşmeye çevirirlerdi.

Kadınla erkek arasında olması gereken bütünlük, hayatı yaratan o mucizevi kaynaşma, bu en mahrem noktada darbelenir, kadınla erkeğin dostluğu başlayacağı noktada öldürülürdü.

Zihinlerini ve bedenlerini dar bir sınırın içine hapsederlerdi.

Sınırsızlığa açılmak yasaktı.

Kadınla erkeğin en yakın, en içiçe olduğu yerde bir zevk ortaklığı kurulamadığından, hayat kaçınılmaz olarak ikiye parçalanırdı.

Erkekler kendi aralarında, kadınlar kendi aralarında toplanırlardı.

Erkeklerin kahvehaneleri, meyhaneleri vardı.

Her biri kadın özlemiyle yanan, bir kadın için cinayet işlemeye hazır bu erkek kalabalığı tuhaf bir biçimde kadınların kendi aralarına karışmalarını yasaklarlardı.

Bugün bile bu ülkenin birçok şehrinde, birçok kasabasında, köyünde, mahallesinde erkekler kadınların giremediği izbelerde toplanırlar.

O, böyle bir coğrafyada ortaya çıktı.

Kasıklarından yaralanmış, yarasından korkup utanan, bu yaradan sözeden herkesi aşağılamaya hazır bir ülkede.

Aşağılanmaktan korkmadı.

Hiçbir şeyden korkmadı.

Cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesurdu.

Doğrudan kadınlara seslendi.

Karanlık bir ormanda çalan gümüş bir flüt gibiydi sesi, kaybolanları çağırıyor, onlara yol gösteriyordu.

Kadınlara "siz kadınsınız" diyordu, "sizin bir bedeniniz var."

Bu, o ortaya çıkana kadar söylenmiş bir söz değildi.

Yüzyıllardır toplum kadını bedeninden soymuştu.

Onu, tuhaf, anlaşılmaz, soyut bir kavrama dönüştürmüştü.

Kadınların kasıkları çocuk doğurmak, memeleri sadece emzirmek içindi, oralarda zevk dolaşamaz, oralar hazla kamaşamazdı.

Sanki kutsal bir emir gelmişti, kadın doğuracak, erkeğine zevk verecek ama asla zevk almayacaktı.

Haz, "iyi kadınlara" yasaktı.

Erkekler, kadın bedeninin hazzı keşfetmesinden, bunu talep etmesinden ve bu talebi karşılayamamaktan ölesiye korkuyorlardı.

Bu öylesine bir korkuydu, bu öylesine sert bir tabuydu ki dağlarda, cephelerde, mevzilerde birbirlerini öldüren, yok eden orduları, aralarındaki bütün ırk, dil, din farkını yok ederek birleştiriyordu.

Birbirlerini öldüren yüzbinlerce kişilik orduları bir anda müttefik "erkekler topluluğu", tümüyle aynı fikri paylaşan yekpare bir bütün haline getirebilecek bir tabuydu bu.

O, bu orduların karşısında tek başına durdu.

Rüzgarda salınan bir gülibrişim gibi...

Hiç gerilemeden, hiç saldırmadan, aynı usul ve kararlı sesle konuştu.

- Siz kadınsınız, sizin bir bedeniniz var.

Bir yandan sevişmek için çılgınca bir istek, bir yandan sevişmekten delice bir korku duyarak yatak odalarında gaddar bir baskı kuran erkeklere karşı kadınları savundu.

Onlara kadınlıklarını hatırlattı.

Ancak kadınların kadın olduğu bir toplumda, erkeklerin de erkek olabileceğini hatırlatıyordu aslında.

Koca bir toplumu yüzlerce yıllık tabularından, yasaklarla birikmiş pasından arındırıyordu.

Tek başınaydı.

Güzel bir gülümsemesi vardı.

Kırdı, parçaladı tabuları.

Onları soyut bir varlık olmaktan kurtarıp, teninde hazzın parıltısını taşıyan canlılara çevirdi.

Milyonlarca insanı tek başına sırtlamış, onları mutsuzluktan mutluluğa, ölümcül bir sıkıntıdan hazza taşımaya uğraşıyordu.

Erkeklerle kadınlar arasında yatak odalarında yıkılmış köprüleri tamir etmek için çabalıyordu.

Parçalanmış bir toplumu birleştirmeye çalışıyordu.

Bu toplumun, yatak odasında sakatlandığını seziyordu o.

Sakatlandığı yerde iyileşebileceğine de...

Bunu ancak kadının gerçekleştirebileceğini, erkeğin cesaretinin buna yetmeyeceğini de biliyordu.

O küçük elleriyle, sanki çok sıradan bir iş yapar gibi, milyonlarca insanın kırılmış omurgasını düzeltiyordu.

Hiç kimsenin gerçekleştirmeyi hayal bile edemediği bir büyük değişimi gerçekleştiriyordu.

Ve, ona küçümseyerek gülümsüyorlardı.

Aşağılıyorlardı.

"Sevişmenin" önemsiz bir şey olduğunu, "kadınlarla" ilgili hiçbir sözün ciddiye alınamayacağını ima eden bir halleri vardı.

Tuhaf bir "önemlilik" ölçütü geliştirmişlerdi; erkeklerin ilgilendikleri konular önemli, kadınların ilgilendikleri önemsizdi.

Akıl önemli, duygu önemsizdi.

Erkek önemli, kadın önemsizdi.

Erkeğin bedeni önemli, kadının bedeni önemsizdi.

Yüzlerce yıl kadınları da buna inandırmışlardı.

Kadınlar da kendilerini ve duygularını önemsiz buluyorlardı.

Erkek akıllıydı, kadının aklı ermezdi.

Bunun doğru olmadığını böylesine açık bir şekilde ilk o söyledi.

Ve, kadınlar kendilerine anlatılanların doğru olamayacağından ilk kez onun yazılarını okurken kuşkulandılar.

Sadece savaşçılığıyla, kahramanlığıyla, talancılığıyla, erkekliğiyle övünen bu "asker millet", kadınlarını reddetmiş, dışlamış, kendini kadınsızlıkla sakatlamış bu garip toplum, kadın yanını onunla keşfetti.

Kızların para karşılığı evlendirildiği, kadınların "namus" için öldürüldüğü, evlere hapsedildiği, erkeğin "efendi" olduğu bu "erkek toplum" kendini topallıktan kurtaracak ilk hamleyi onunla yaptı.

Kadının bir adı, bir bedeni, bir hayatı olduğunu onunla anladı.

Kadınsız bir toplum olmanın bütün ülkeye, şehirlere, meydanlara, sokaklara, evlere yansıyan o çirkin, estetikten yoksun pasaklılığına ilk ışık damlası onunla düştü.

Bilmiyorum, ne kadar büyük bir değişimin ilk işaretini verdiğini kendisi farketti mi?

Farkettiyse, bunun tadını çıkarttı mı?

Sanırım, buna pek izin vermedik...

Kadınlar, onlara hayatlarını yeniden verdiği, erkekler kendilerine gerçek kadınlar bağışladığı için minnetlerini yeterince gösteremediler ona.

Karanlık bir ormanda çalan gümüş bir flüt gibiydi...

Kaybolanlara yollarını gösterdi.

Sakatları iyileştirdi.

Yaralarımızı sağalttı.

Ağırlığıyla çöktüğümüz prangalarımızı çözdü.

Güzel temiz bir yüzü, sıcak bir gülümsemesi, usul bir sesi, sevecen bir cesareti vardı.

Bir hayatı, herkesin hayatını değiştirecek gibi yaşadı.

Tabutunu sarı güllerle donattılar.

Kadınlar taşıdı onu.

Değişmiş bir mısra gibiydi sonsuzluğa doğru ayrılışı.

"güneş, sarı güller ve senin en güzel aksin"

Velhasıl Duygu, hayatımızın en mahrem koylarında durmakta hayalin.

Kederli bir gülümseme ve gümüş bir flüt sesiyle birlikte...

Sadece sen yoksun...
Yazının Devamını Oku

Savaş ve barış....

30 Temmuz 2006
Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim. Bir Kürt çocuğunu bir Türk çocuğundan, bir Yahudi çocuğunu bir Arap çocuğundan, bir Amerikalı çocuğu bir Iraklı çocuktan ayırt etmem.

Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni.

Onların hepsi çocuk.

Vurulup yıkıldıklarında, sönmekte olan gözleriyle son kez hayata bakıp başları toprağa düştüğünde, onlar sadece ölü çocuk oluyorlar.

Hep merak ederim, eğer "savaş ilan edenlerin ve savaş kışkırtıcılığı yapanların çocukları cephenin en ön mevzilerindeki ilk birlikte yer alacaklar" diyen bir kural olsaydı, tarih bu kadar çok savaşa şahit olur muydu?

Yarın sabah yapılacak ilk saldırıda ölecek ilk askerin kendi oğlu olduğunu bilerek kaç siyasetçi, kaç general savaş kararı verecek, kaç gazeteci "hadi çocukları cepheye gönderelim" diye bağıracaktı.

Savaş isteyecekler miydi o zaman?

Savaşa gönderecekler miydi çocukları?

Ve eğer aralarından biri, ilk ölecek askerin kendi çocuğu olacağını bilerek savaşa karar verecek olsaydı onu "bir kahraman" olarak mı yoksa "oğlunun ölümüne kayıtsız kalan taş kalpli bir canavar olarak mı" görecektik?

Soracak mıydık kendimize, "yeryüzünde insanın evladından daha kıymetli bir toprak parçası var mı?" diye.

Her savaşta ilk ölen bir çocuk var.

O "başkasının" çocuğu olduğu zaman mı savaştan rahatça sözediliyor?

Siz bir insanın savaşta nasıl öldüğünü hiç düşündünüz mü?

Önce bir vınıltı duyulur, uğursuz, ürkütücü bir vınıltı, başını kaldırıp gökyüzüne bakarsın, o vınıltı ani bir homurtuya dönüşür sonra, bir karaltı süratle yaklaşır ve dehşetli bir patlamayla etrafındaki hava boşalır, kolların, bacakların patlamanın olduğu yerden uzaklaşan havanın korkunç çekim gücüyle yerlerinden koparılır, alevler içinde yanan bedenin dağılır.

Böyle ölüyor çocuklar.

Bazen bir mayına basıyorlar, son duydukları madeni bir mekanizmanın sesi oluyor ve bütün etleri, kasları, damarları parçalanarak havaya uçuyor.

Gözlerine giren mermiler, ciğerlerine saplanan kurşunlar.

Kan gırtlaklarına doluyor.

Niye ister bazı insanlar çocukların böyle ölmesini?

Vatan için mi, din için mi, bayrak için mi?

Aynı tanrıya ayrı dillerde yakaran insanların, "Allah için" birbirlerini öldürmesi çok mu uygun dine?

İlk ölecek asker kendi çocuğu olduğunda kaç dindar böylesine büyük bir istekle destekleyecek savaşı?

Her biri çocuğunu kurban eden bir Hazreti İbrahim mi olacak?

Dünya peygamberlerle mi dolu?

Eğer öyleyse bu zulüm, bu kan, bu korkunç düşmanlık bunca peygambere rağmen nasıl var oluyor?

Sonsuz kainatın en uzak, en ücra, en ıssız köşelerindeki küçücük mavi bir gezegenin üstündeki canlılar neden yaratıldıklarından beri birbirlerini öldürüyorlar?

Niye içimizde tükenmeyen bir öldürme isteği var?

Ve, niye her toplum "öldürenleri ve öldürtenleri" alkışlıyor?

Tolstoy’un muhteşem eseri Savaş ve Barış’ta, Prens’in karısı edebiyat tarihinin en olağanüstü karakterlerinden biri olan Pierre’e anlamaya çalışarak sorar:

- Hiç anlayamıyorum, neden erkekler savaşsız yaşayamaz? Niye biz kadınlar böyle bir şey istemeyiz, niye bizim buna ihtiyacımız yoktur?

Bir başka sayfada, ertesi sabah meydan savaşına katılacak olan Prens Andrew’ın düşünceleriyle karşılaşırız.

O gecenin son gecesi olabileceğini, ertesi gün ölebileceğini düşünür.

Birçoklarıyla birlikte ölümün onun da kapısını çalabileceğini aklından geçirirken hayal kurmaya başlar, ertesi gün savaş kaybedilirken kendisi ortaya çıkacak, yeni bir saldırı planı ortaya koyacak, emrine verilen kuvvetlerle düşmana saldırıp onları bozguna uğratacak, bunun üzerine ordu kumandanlığına getirilecektir.

İçindeki bir ses "sonra ne olacak" diye sorar ona, "bütün bunları yaparsan sonra ne olacak?"

- Sonra ne olacağını bilmiyorum, der Prens kendi kendine, bilmek de istemiyorum. Ama bütün bu şanı şöhreti, insanlar tarafından sevilmeyi istiyorsam ve hayatta tek istediğim buysa, sadece bunun için yaşıyorsam, bu benim suçum değil. Evet, sadece bunu istiyorum. Bunu kimseye söyleyemem ama, aman tanrım, bütün yapacaklarımı şanı şöhreti çok sevdiğim için mi yapacağım? Ölüm, yaralanma, ailemi kaybetme ihtimali, hiçbirinden korkmuyorum. Bütün sevdiklerimden, bu ne kadar aykırı görünürse görünsün, bir zafer anı için, hiç tanımadığım insanların hayranlığı için vazgeçmeye hazırım.

Bunun için mi savaştı erkekler binlerce yıl?

Diğer erkeklerin saygısını ve hayranlığını kazanmak için mi?

Bunun için mi öldürdüler?

Bunun için mi öldürttüler?

Prens Andrew, başkalarının hayranlığını kazanmak, şana şöhrete ulaşmak, erkekçe bir saygı görmek için kendi hayatını tehlikeye atmayı hayal ediyordu, bunlar için kendi hayatından ve ailesinden vazgeçmeye razı oluyordu ama bugünkü "kahramanlar" cephelerden çok uzaklarda gizliler, kendi hayatlarını değil çocukların hayatlarını tehlikeye atıyorlar, kendi ailelerini değil başka insanların ailelerini acılara sokuyorlar.

Bugünkü kahramanlardan hangisi, hangi başkan, hangi lider, hangi önder, ilk ölecek olan kendi çocuğu olacak olsaydı bu savaşı başlatacaktı?

Hangisi, Prens Andrew gibi kendisiyle yüzleşme cesareti gösterebilecekti?

Hangisi, "binlerce genç çocuğu sırf kendime şan şöhret sağlamak için ölüme gönderiyorum, adımı taçlandıracak bir zafer anı için binlerce insanı ölümün kucağına bırakıyorum" diyecekti?

Ve hangisi, "yıkılmış binaların, çökmüş evlerin, göçmüş mağaraların içinde ölen çocukların hayatını, o çocukları öldürten silahları yapanların servetlerini biraz daha arttırmak, yaptığım gizli anlaşmalarla kanı paraya çevirmek için feda ediyorum" diyebilecekti.

Hangisi, bir ölüm anını düşünecekti?

Patlayan silahın sesiyle birlikte göğsüne görünmez bir devin yumruğunu yemiş gibi geriye savrularak yıkılan çocuk, ciğerinde hissettiği ilk yanmayla birlikte duyduğu kendi kanının kokusuyla ölüme yakalandığını anlayacaktı, hayattan kopmakta olduğunu fark etmenin paniğiyle yıkıldığı toprağa parmaklarını geçirip tutunmaya çalışırken, bütün vücudunun boşalıp geri dönüşü olmayan bir karanlığa aktığını ve yapayalnız olduğunu düşünecekti, korkacak, etine, bütün içorganlarına yayılan çürütücü bir acıyla inleyecek, kendisini kurtarabilecek bir yardım için dua etmeye çalışacak ve inandığı herkes ve her şey tarafından terk edilmenin bir hiçliğe dönüştüğü anda hayattan kopup gidecekti.

Kim çocuğunun böyle ölmesini istiyor?

Kim çocuğunun kendisinden önce ölmesini istiyor?

Kim şanı şöhreti, zaferi, parayı çocuğundan çok seviyor?

Kimin için bir toprak parçası çocuğundan daha önemli?

Kim, kendi çocuğunu korumaya uğraşırken başkalarının çocuklarının ölümüne alkış tutuyor?

Kim, çocukların ölümü için emir verenlere hayran oluyor?

Ve kim, çocukları üstlerindeki üniformalara göre ayırıyor?

Ölü bir çocuk ölü bir çocuktur.

Üniformasının rengi ne fark eder?

Hepsi ölürken aynı acıyı, aynı korkuyu, aynı dehşeti, aynı koyu yalnızlığı hissediyor.

Hepsi aynı kan kokusunu duyuyor.

Ah, biliyorum, şan şöhret isteğinin, zafer arzusunun, servet beklentisinin kutsal isimleri var, "vatan için" diyorsunuz, "din için" diyorsunuz, "ırk için" diyorsunuz.

Ama çocuklar ölüyor.

Kimin tanrısı "çocukların ölümünden" bu kadar memnun oluyor?

Böyle bir tanrı var mı?

Hangi kutsal kitapta "çocukları öldürün" yazıyor?

"Savaş", büyük ve geniş bir kelime, "düşman" da öyle, öylesine geniş ki bu kelimeler içlerine binlerce, yüz binlerce çocuğun ölüsü sığıyor ve biz bu kelimeleri telaffuz ettiğimizde aslında ölen çocuklardan bahsettiğimizi unutuyoruz; bir füzeyle yıkılan binada, bombalanan dağda, bir mayınla havaya uçan kamyonda ölen "düşmanların" çocuklar ve çoğunlukla da birbirlerine çok benzeyen fakir çocuklar olduğunu aklımıza getirmiyoruz.

İnsan soyunun bütün tarihinin ve gelişiminin savaşlarla oluştuğunu biliyorum elbet, bir çağdan bir çağa ancak savaşlarla geçebildiğini, dünyanın ortak bir uygarlığa kendi kanını dökmeden ulaşacak bir düzeye henüz varmadığını da biliyorum.

Savaşı durduracak bir gücüm de yok.

Ama savaşların biteceği bir çağa giden yolun ilk adımının, "benim için bir çocuktan daha önemli bir vatan, bir bayrak, bir din, bir ırk yoktur" demekle atıldığını da biliyorum.

Bir tek çocuğun hayatını kurtarabileceğimi bilsem vatanımdan, bayrağımdan, dinimden, ırkımdan vazgeçerim.

Bir Kürt çocuğunu bir Türk çocuğundan, bir Yahudi çocuğunu bir Arap çocuğundan, bir Amerikalı çocuğu bir Iraklı çocuktan ayırt etmem.

Hiçbir çocuğun ölümü sevindirmez beni.

Onların hepsi çocuk.

Vurulup yıkıldıklarında, sönmekte olan gözleriyle son kez hayata bakıp başları toprağa düştüğünde, onlar sadece ölü çocuk oluyorlar.

Kainatın ıssız bir köşesindeki küçük bir gezegende birbirimizi öldürüyoruz.

Daha da öldüreceğiz.

Her ölümle birileri daha zengin, daha şöhretli, daha kahraman, daha güçlü olacak.

Birileri de onları alkışlayacak.

Bugün, şu anda canlı olan, sevdiklerini düşünen, korkan, hayal kuran, anılarını yeniden hatırlayan, ölme ihtimalini düşünen, umutlar besleyen birçok insan yarın sabah bir füzeyle, bir mayınla, bir bombayla, bir mermiyle ölecek.

Onlardan biri sizin çocuğunuz olsaydı, onu kurtarmak için nelerden vazgeçerdiniz?

Vatanınızdan, dininizden, ırkınızdan, tanrınızdan?

Bir gün, kendi çocuğunuzu kurtarmak için vazgeçmeye razı olacağınız her şeyden başkalarının çocuklarını kurtarmak için de vazgeçeceksiniz.

O zaman kimse ölmeyecek.

Ve Tolstoy’un kahramanı gibi kendinizle konuşacaksınız.

- Ben, çocukları kurtarmak için tanrımdan vazgeçtim, günaha ve öbür dünyada azaplarla dolu cezaya razı oldum, vatanımdan vazgeçtim, ırkımdan vazgeçtim, taşlanmayı, yalnız bırakılmayı göze aldım, insanların bütün inançlarına aykırı da olsa, bütün bunları çocukları kurtarmak için yaptım ve inandım ki tanrım çocukları kurtarmak için ondan vazgeçen birini, ırkım bütün çocuklar için kendisinden vazgeçen bir evladını sevecektir... Hiç kimseye söylemesem de, tanrım ve insanlarım beni sevsinler diye onlardan vazgeçtim.
Yazının Devamını Oku

Yaralı kadınlar...

23 Temmuz 2006
Kadınların ruhu kaplan pençeleri gibiydi. Sevildiklerinde, kendilerini güvende hissettiklerinde, yavrusunu okşayan bir kaplanın pençesi gibi yumuşacık olabiliyordu.

Yaralandıklarında ise bir erkeği paramparça edebilecek bir öfkeyle kasılıyordu.


Paris kafelerinde erkek elbiseleriyle dolaşıp, kitaplarını bir erkek imzasıyla yayınlayan George Sand, aralarında Balzac’ın da bulunduğu birçok ünlü sanatçıyı peşinde koştururken solgun yüzlü, uzun dalgalı saçlı, soyluluğu ve servetiyle alabildiğine kibirli şair Alfred de Musset’ye aşık olmuştu.

Fransız edebiyatının bu iki unutulmaz yazarı uzun yıllar sürecek, "entelektüel sosyeteyi" dedikodularıyla oyalayacak çalkantılı bir ilişkiye girmişlerdi.

İlk başlarda, Sand bütün isyankarlığını unutarak evcimen hayaller kurmaya başlamıştı.

Birlikte seyahatlere çıkacaklar, Paris yakınında bir kır evinde oturup dostlarını orada kabul edeceklerdi.

Sand, bir gün bu hayallerini Musset’ye anlatmıştı.

Musset, Sand’ın anlattıklarını dinledikten sonra bütün kibriyle,

- Öyle mi? demişti.

Bu kısacık cevapla Sand, "hayalleri" içinde aslında yapayalnız olduğunu görmüş, sevdiği şairin kendisiyle ilgili hiçbir hayali bulunmadığını anlayarak yaralanmıştı.

Musset, bu kısa cevabın bedelini, aylar sonra çıktıkları bir yolculuk sırasında hastalanıp Venedik’te ateşler içinde yarı baygın yatarken yan odada sevgilisinin kendine bakmaya gelen doktorla seviştiğini fark ederek ödemişti.

Sand daha sonra doktoru Paris’e de getirmiş, bütün Paris o korkunç maceranın ayrıntılarını ilk ağızdan dinlemişti.

Musset de bir kadını yaralamanın nasıl tehlikeli sonuçlar yaratabileceğini kıskançlık krizleriyle kıvranarak öğrenmişti.

Kadınların ruhu kaplan pençeleri gibiydi.

Sevildiklerinde, kendilerini güvende hissettiklerinde, yavrusunu okşayan bir kaplanın pençesi gibi yumuşacık olabiliyordu.

Yaralandıklarında ise bir erkeği paramparça edebilecek bir öfkeyle kasılıyordu.

George Sand gibi şimşekli zekası, hiçbir kuralın içine sığmayan özgür ruhu ve sergilemekten kaçınmadığı alaycılığıyla erkekleri etkileyen, girdiği her hayatı darmadağın edebilen bir kadın bile solgun yüzlü bir şaire aşık olduğunda evcimen hayallerle yumuşayabiliyor, sevdiği erkeğin en rahat biçimde çalışabileceği bir evi döşemenin sevecen hayaline dalabiliyordu.

Kendi sevgisiyle kendini değiştirerek bir ipekböceğine dönüşen kadını böyle zamanlarda en ağır yaralayan darbe ise sanırım sevilen erkeğin aldırmaz kibri oluyordu.

Erkek ise karşılaştığı sevginin parlaklığıyla körleşiyordu.

O anın "dondurulduğuna" ve sonsuza dek hep o anın yaşanacağına inanıyordu.

Hep sevilecek, yaptığı her şey her zaman onun hakkı olarak hoş görülecekti.

Aslında birçok davranışı da gerçekten hoş görülüyordu.

Küçük kaprisleri, önemsiz hoyratlıkları, gereksiz övünmeleri, eve yeni getirilmiş bir kedi yavrusunun yordamsızlıkları gibi "zamanla eğitileceği" inancıyla karşılanıyor hatta bunlar zaman zaman alaycılığı ustalıkla saklanmış şefkatli gülümsemelere yol açıyordu.

Erkeğin asıl yanılgısı "o anın" değişmezliğine olan inancıyla başlıyordu, o an ona sonsuz gibi geliyor ve bu sonsuzlukta kendi tanrısallığını görüyordu.

Sonsuzluk içinde tapınılan bir güç halinde yansıyordu kendi gölgesi kendisine.

Değişmezliğe olan inancı onu şımartırken, "bunun hep süreceğine" duyduğu inanç da erkekte "tek bir ana ve tek bir sahneye" hapsolmuşluk duygusuyla garip bir sıkıntı yaratıyordu.

O zaman huzursuz bir kibirle davranıyordu.

Bazen bu kibriyle öylesine sarhoşlaşıyordu ki kadının üstündeki "tanrısal" gücünü kalabalıklara da göstermek istiyor, kadını başkalarının gözü önünde de kıracak kadar aldırmaz bir kabalığa kapılıyordu.

Kibir yaralıyordu kadını.

Bunun kalabalıklara da gösterilmesi yarayı derinleştiriyordu.

Kadın ise aldığı yaraya ilk anda inanamıyordu.

Onun sevgisiyle yarattığı o iki kişilik dünyanın içinde böylesine bir davranışın karartısı bulunmadığı, sadece hayallerin ışıklarıyla aydınlandığı için şaşırıyordu.

Gördüğünün ya da duyduğunun gerçek olduğunu anladığında hayallerin ışıkları sönüyordu.

O hayaller her erkek için kurulamadığı ve o hayalleri kuracak kadar kendini yakın hissedeceği bir erkeğe rastlamanın pek de kolay olmadığını bildiği için hayallerinin darbelenmesi de onun canını ayrıca acıtıyordu.

Bu "düşmanlık" karşısında önce içine çekilip büzülüyordu.

Güneş battığında yapraklarını kapatan bir günebakan gibi yapraklarını kapatıyordu.

Yaralanmış ruhu ve buruşturulmuş hayalleriyle baş başa kalıyor, hayattan uzaklaşıyor, huzursuz ruhuyla çırpınarak tek başına duruyordu.

Dut yapraklarının üstünde dolaşan tombul tırtıllar, vakti geldiğinde, bir dala tutunup bir koza örerek kendilerini bu kozaya hapsederler, sonra o kozanın içinde bütün varlıkları erir ve ancak doğanın bildiği bir sihirle eriyen o varlık yeniden biçimlenir, koza yırtıldığında bir kelebek çıkar içinden.

Erkeğin kibriyle yaralanan kadın da kendini kendi hücresine sakladıktan sonra orada ruhu erir ve o hücreden intikamını almak isteyen soğuk ve öfkeli bir kadının ruhu çıkar.

Bir tırtılın bir mucizeyle bir kelebeğe dönüşmesi insana nasıl inanılmaz gelirse seven bir kadının intikam almak isteyen bir kadına dönüşmesi de o kadar inanılmaz gelir.

Aynı bedende ortaya çıkan iki kadın birbirinden öylesine farklıdır.

Önce sesi soğur.

Erkekle aralarındaki bağı bir daha geriye dönülmez biçimde zedelemeden önce o soğuk sesiyle bir kez daha erkeğe kibrinden vazgeçmesi, onun hayallerine dönmesi için seslenir.

O sıradaki sesi, gerçekten hem ürkütücü hem de çok üzücüdür.

Neredeyse metalik vurgularla kurulan cümlelerin altında "yapacağa şeye" engel olması için bir yakarış saklıdır aslında.

Çünkü yapmaya hazırlandığı hareketin, bütün hayalleri ebediyen yok edeceğini bilir.

Erkek bu sesi duymadığında, kendini ve erkeğini hayat boyu yaralayacak hamleyi yapmak için yola çıkar.

Hemen hemen her konuda çok karmaşık duyguları, olayların her türlü ayrıntısını tek tek fark eden büyük bir algılama yeteneği olmasına rağmen kadının intikamı genellikle tek ve basit bir hamledir.

Bir erkeğin canını en fazla bir başka erkeğin acıtacağını içgüdüleriyle bilir.

Bu darbeyi indirmeden önce sesi yeniden yumuşar, davranışları sokulganlaşır, erkeğin kendini tamamıyla güvende hissetmesini sağlar, ruhundaki yarayı ve intikam isteğini saklar.

Kaplanın pençesi açılır.

"Hedefinin" iyice yakına gelmesini sağlar.

Erkeğin kendini iyice güvende hissettiğine, iyice kendine yakın durduğuna inandığında da vurur.

Kendilerini kibrin körlüğüne kaptırmış bütün erkekler bu pençe indiğinde şaşırırlar.

Daha önceki bütün işaretlere, gözyaşlarına, soğuklaşan sese, gizli yakarışlara, yeniden beliren yakınlığa karşın erkek tamamen hazırlıksız yakalanır.

George Sand gibi vahşi olanlar, tarih boyunca unutulmayacak ve dilden dile gezecek bir biçimde, erkeğin bütün varlığını, güvenini, ruhunu parçalayacak bir şahmerdan gibi korkunç bir vuruşla alırlar intikamlarını.

Kalabalıkların önünde yaralanan kadınlar ise intikamlarını kalabalıkların önünde alırlar.

Ondan sonra ağlayan, yakınan, söylenen, Victor Hugo’nun deyimiyle "sevilmediği için bayağılaşan" erkekler görürsünüz.

Böyle bir darbe aldığında ağır biçimde yaralanmayan bir erkek yoktur.

Ve, bu darbe bir erkeğin kendi varlığının çevresinde oluşturduğu parlak zırhı parçalar, onun altından onun varlığının özü çıkar.

Sanırım bir erkeğin nasıl biri olduğunu en iyi bu zamanlarda anlarsınız.

En derininde gizli olan, bir ceset gibi suyun yüzüne vurur.

Bayağılığı, çirkinliği, güçsüzlüğü, ucuzluğu ya da tam tersi soyluluğu, gücü, zarafeti böyle zor durumlarda anlaşılır.

Erkeklerin aralarındaki farkları onların acıyı taşıma biçimlerinde görürsünüz.

Çünkü o pençe ruhlarına yapıştığında hiçbiri kendini saklayamaz.

Alfred de Musset gibi soyluluğu, serveti, şöhreti, yeteneği ve kibriyle, George Sand da dahil olmak üzere bütün insanları küçümseyen biri bile "Venedik macerasından" sonra aylarca "bütün gerçekleri" öğrenmek için kıvranmış, öfke krizleri geçirmiş, evine saklanmak zorunda kalmıştı.

Bir erkeğin yapacağı en büyük hata kendisini seven bir kadını kibriyle yaralamaktır.

İkinci büyük hata ise yaraladığı bir kadının yanında kalmaya devam etmektir.

Kadınların, büyük bir duygusal sarsıntı geçirdiklerinde, ruhlarının derinliklerine çekilip oradan bir başka canlı gibi çıkabilme mucizesine sahip olduklarını bilmemek ya da belki buna inanamamak yüzünden erkekler yaraladıkları kadınların yanından kaçmayı beceremezler.

Kadını yaralayan kibri, kaçması gerektiği gerçeğini görmesini de engeller.

Kibriyle yaralar.

Kibriyle yaralanır.

Eğer Musset, Sand ona hayallerini anlattığında dinlediklerini paylaşabilseydi, duyduğu aşk nedeniyle büyük bir yazardan bir kadına dönüşen Sand’ı ve duygularını küçümsemeseydi herhalde başka bir hayat hikayeleri olurdu.

Aldıkları büyük yaralara rağmen, kimbilir belki de o yaralar yüzünden, yıllarca süren ilişkileri sadece acıyla beslenmez belki birbirlerini mutlu bile ederlerdi.

Ama iki büyük zekanın, iki büyük yaratıcının hayatını karartmaya küçücük bir soru yetti:

- Öyle mi?
Yazının Devamını Oku